2011, hem Suriye hem Türkiye için yepyeni bir sayfanın aralandığı sene oldu. İç savaşın dalga dalga yayıldığı Suriye, bu dalganın çaresizliğinde göç eden yüz binleri ise komşu ülkelere emanet etmeye başladı, ki Hatay başta olmak üzere bir çok kent, 4 milyona yaklaşan Suriyeli sığınmacı kalabalığında ‘ev sahibi’ oldu. Peki, ne durumdayız? 10. seneye girerken, neredeyiz? Sorulara cevap, Prof. Dr. Murat Erdoğan’dan geldi ve öne çıkan da, “Ortak Geleceğin Kaçınılmazlığı” başlığı oldu.
Bir tespitinde, “Türkiye’de, devletin, mülteciler konusunda yaptığı en büyük hata, insani hareketliliği ve kalıcılığı küçümsemesi, hatta yerleştirme planlaması yapmayı bile gereksiz görmesi oldu” diyen, Türk Alman Üniversitesi Göç ve Uyum Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. M. Murat Erdoğan, 10. senesine girilen ‘Suriyeli Sığınmacılar ve Türkiye’ başlığında bir yazı kaleme aldı. UİKPanorama Dergisi’ndeki yazısında, Hatay ve diğer kentlerde yaşananları dünden bugüne sıralayan Erdoğan’ın değerlendirmesi, ara başlıklar halinde şöyle:
-İLK KAFİLE!-
29 Nisan, gelecekte Türkiye’nin iç ve dış politikası ile sosyal yapısı bakımından dönüm noktası olarak anılacak önemli bir tarih. 2011 yılında o gün, Suriye’den 252 kişilik ilk sığınmacı kafilesi, Hatay’ın Yayladağı sınırında tel örgüyü aşarak Türkiye’ye girdi. Hatay Valisi’nin, “ülkelerindeki baskıdan kurtulmak isteği” ile gelenlerin bir spor salonunda “geçici
-BELİRSİZLİK-
Suriye’de Mart 2011’de başlayan rejim karşıtı gösteriler, kısa sürede kontrolden çıkarak, çok sayıda bölgesel ve küresel aktörün karıştığı kanlı bir iç savaşa dönüşmüştü. Bugüne kadar 500 bin kişinin hayatını kaybettiği, 6,5 milyon Suriyelinin ülkesini terk ettiği ve 8 milyona yakın Suriyelinin ise ülke içinde yer değiştirmek zorunda kaldığı savaş, hala devam ediyor. Rusya ve İran’ın destek verdiği rejim güçleri, ülkenin önemli bir kısmında tekrar kontrolü ele geçirdilerse de, savaşın daha ne kadar süreceği bilinmiyor. Dahası, çatışmalar dursa ve hatta barış sağlansa bile, ülkenin yeniden imarı, istikrarı ve iç huzurunun ne kadar sağlanabileceği öngörülemiyor.
-KRİZ!-
Savaşlar, katliamlar, zorunlu göçler, bitmez tükenmez çatışmalarla anılan Orta Doğu’nun bu son iç savaşı, diğer örneklerin ötesine geçerek, etkisini Avrupa’yı da içine alan geniş bir bölgeye yaydı. Bu da, Suriyeli mülteciler meselesini, 2014’ten itibaren Avrupa’nın da yaşadığı bir krize dönüştürdü. Göç eden Suriyeliler konusu, artık sadece Ortadoğu’da
-AB SINIRI!-
Suriye iç savaşının sığınmacılarla ilgili siyasi ve güvenlik boyutlarının Avrupa’yla bağlantısı, büyük ölçüde Türkiye üzerinden gelişti. Türkiye ise sadece sığınmacılara yaygın destek veren ülke değil, aynı zamanda bölgenin istikrarsızlaşmasını engellemeye çalışan ve bu bağlamda ABD, Rusya, İran ve AB ülkeleriyle farklı ilişki türleri geliştirmek zorunda kalan ülke oldu. Suriye’den kaçanların ulaştıkları ilk ülkelerden biri, paylaştığı 911 km’lik kara sınırıyla Türkiye’ydi. Suriye’nin diğer komşuları (Lübnan, Ürdün, Irak) da süreçten fazlasıyla etkilendiler. Fakat AB’yle tek kara sınırı olan ülke Türkiye’ydi.
-VE BİNLER!-
Türkiye’ye 29 Nisan 2011’de gelmeye başlayan Suriyelilerin sayısı 2011 sonunda 14 bine ulaşmıştı. Ama asıl artış, 2012 ve sonrasında yaşanacaktı. 2012 sonunda Türkiye’deki Suriyelilerin sayısı 224 bine, 2013 sonunda 1 milyon 519 bine, 2014 sonunda ise 2,5 milyona ulaştı. 2015 sonunda Türkiye’deki Suriyelilerin sayısı 2,8 milyon, 2016 sonunda 3,4 milyon, 2017 sonunda 3,6 milyon, 2018 sonunda 3,5 milyon, 2019 yılı sonunda ise 3 milyon 583 bin olarak kayda geçti.
Suriye’de 2011’de başlayan krizin bu kadar uzayacağı ve yakın tarihin en büyük sığınmacı sorununa yol açacağı tabii ki beklenmiyordu. Hatay Valisi’nin, “geçici olarak misafir edildiklerini” ifade ettiği Suriyeliler konusunda Türkiye’nin bütün tasavvuru ve politikaları da -kısmen bugün bile- “geçicilik” üzerine bina edilmişti. Suriyelilere verilen “geçici koruma statüsü”, kullanımları için oluşturulan “geçici barınma merkezleri” ile “geçici eğitim merkezleri”, bu sürecin geçicilik üzerine bina edildiğinin kalıcı sembolleri olarak günümüze kadar geldi.
Fakat 2014’den bu yana Suriye’de değişen dengeler bütün hesapları alt üst ederek, geri dönüşü çok uzun zaman alacak kaotik bir ortam oluşturdu. 29 Nisan 2011’den bu yana geçen dokuz yılda; Türkiye’de 620 binden fazla Suriyeli bebek doğacak, 1 milyondan fazla Suriyeli çalışma hayatına atılacak, 20 binin üzerinde Suriyeli şirket kuracak, 680 bin Suriyeli çocuk eğitim sistemine dahil olacak, 33 bin Suriyeli üniversiteye girecek ve hatta 110 binden fazlası vatandaşlığa alınacaktı.
Çok önemli bir başka husus ise; Suriyelilerin sadece %1,7’sinin kamplarda, kalan büyük çoğunluğun ise kentsel alanlarda Türklerle birlikte yaşıyor olmaları ve hatta artık büyük bölümünün, sınır bölgesi yerine İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa,
-PLAN MI?-
Daha da önemlisi, Türkiye’ye gelen Suriyeliler için bir yerleştirme planlamasının yapılmamış olmasıdır. Bu durum, Suriyelilerin; kolay ev ve/veya iş bulabilecekleri, tanıdıklarının olduğu ve mümkünse ucuz yaşam koşullarının bulunduğu yerlere (bir anlamda diledikleri şehirlere) yerleşmelerine neden oldu. Böylelikle Türkiye’nin, kendiliğinden, gayet liberal bir mülteci yerleştirme politikası gelişti. Her ne kadar resmi kayıtlama tamamlandıktan sonra kayıt yapılan ilin değiştirilmemesi çağrısı yapıldıysa da, bu, fazla etkili olmadı. Bu da; bölgeler, iller, ilçeler ve hatta semtler arasında olağanüstü yoğunluk farklılıklarına neden olarak, sürecin yönetilmesini zorlaştırdı. Diğer taraftan, kendiliğinden dağılım, Suriyeliler için hayatı kolaylaştıran ve kendilerini güven içinde hissettiren bir rol de oynadı.
-HAZIRLIKSIZ!-
Türkiye’nin kurumsal yapısı da, Suriyeli sığınmacılar için hazır değildi. Başlangıçta “geçicilik” ve “acil durum yönetimi” yaklaşımı üzerine bina edilen sürecin temel aktörü olarak AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) belirlenmiş,
-TABLO MU?-
Türkiye’deki Suriyeli mülteciler konusu onuncu yılına girerken, bugün ülkede; 3,6 milyonu geçici koruma altında, 117 bini ikamet izni sahibi, yaklaşık 100 bini ise “düzensiz göçmen” kategorisinde Suriyeli yaşamaktadır. Ayrıca 2019 sonu itibariyle, 117 bin Suriye kökenli mülteciye vatandaşlık verilmiştir. Böylece toplamda, statülerinden bağımsız olarak, Türkiye’de 4 milyon Suriyeli yaşamaktadır. Bunlardan 60 bin kadarı kamplarda yaşarken, geriye kalan % 99’u “kent mültecileri” olarak Türk toplumu ile bir aradadır. Hazırlıksız yakalanılan ve isteksizce sürdürülen bu ortak yaşamın, bütün endişe ve sorunlara rağmen bir biçimde üstesinden gelindiğini söylemek gerekiyor.
Türkiye’deki Suriyelilerin ülkedeki varlığı, göçün fıtratında bulunan kalıcılığa doğru evrilmektedir. Aradan geçen dokuz yıl, Suriye’de kronikleşen çatışma ortamının yarattığı tahribat, ülke içinde nefret ortamının derinleşmesi, eziyetinden kaçılan rejimin varlığını sürdürmesi ve geleceğe yönelik hiçbir öngörüde bulunulamaması, kalıcılığı güçlendiren (“itici”) unsurlar iken; Türkiye’de hayatın kurulması ve diğer getiriler, Suriyelilere yeni bir hayat için cesaret vermektedir. Bu aşamadan sonra ne güvenli bölgelerin kurulması ne de rejimin yıkılması, Türkiye’deki Suriyelilerin kapsamlı gönüllü geri dönüşünü sağlayamayacaktır. Geri dönüş, artık bir istisna olarak görülebilir. Hatta Türkiye’deki Suriyelilerin içinde Avrupa’ya geçmek isteyenlerin oranı da artık çok azalmıştır.
-IRKÇILIK!-
Türkiye’de toplumun, Suriyelilere “kucak açtığı”, onların varlığından memnun olduğu tabii ki söylenemez. Çatışmaya ve fiili eylemlere dönüşmese de, Suriyelilere yönelik ciddi bir tepkinin varlığı, son yıllarda hükümetin de söylem ve politika değişikliğine gitmesine neden olmuştur. İdlib’de Mart 2020 başında 36 Türk askerinin şehit olmasının ardından, hükümetin “gidene engel olmayacağız” politikasına toplumunun verdiği destek, İdlib’de yaşananları bile kolayca arka plana atacak kadar güçlüydü.
Bu çerçevede, siyasi partilerin, mülteciler konusunu artık gelecekte seçmen kararlarını etkileyecek bir unsur olarak gördükleri açıktır. Toplumdaki mevcut desteğin azalması ve endişenin artması, Suriyeliler konusunun, özellikle sorunlu dönemlerde daha da güçleneceği ve giderek daha da siyasallaşacağına işaret etmektedir. Bu çerçevede, Türkiye’de de yakında, Avrupa’da benzerlerini gördüğümüz göçmen-mülteci karşıtı ve biraz da ırkçı “butik partiler”in kurulması ihtimali olasılık dahilindedir.
Aradan geçen 9 yıllık süreç bir bitişi değil, istensin ya da istenmesin, yeni bir ortak yaşamın önümüzde olduğunu göstermektedir. Türk toplumunda ötekileştirme, kutuplaştırma ve nefret dalgaları yeterince güçlü iken, sayıları ülke nüfusunun %5’ini aşan ve yakın dönemde benzer bir hikaye ile Türkiye’ye gelen Suriyelilerin kendi içlerine kapanmaları ve “öteki”si Türkler olan kendi azınlık milliyetçiliklerini geliştirmeleri, buna karşılık çoğunluktan daha sert tepkilerin gelmesi gibi sevimsiz senaryolar artık çok uzak görünmemektedir. Üstelik konu, dış müdahale ve manüpilasyona da açıktır.
Dokuz yılın sonunda, Türk toplumu; hissettiği tedirginlik, genel reddiye söylemi ve Suriyelilere karşı oluşturduğu toplumsal mesafeye rağmen, Suriyeliler ile yaşamın kaçınılmazlığının farkındadır. Fakat devlet düzeyinde, hala gerçeklikle yüzleşmekten ve orta-uzun vadeli toplumsal planlama yapmaktan imtina edilmektedir. Bu da; ekonomik, sosyal ve siyasal maliyetin daha da yükselmesi yönündeki riskleri artırmaktadır.
Siyasi tercihler ve gelişmeler ne yönde olursa olsun, 29 Nisan, Türkiye’nin iç ve dış siyasetini ve en çok da, toplumsal yapısını etkileyen önemli unsurlar arasında varlığını devam ettirecektir. Yıllarca Almanya’daki Türkleri ve onların Alman toplumundaki yerini tartışan Türkiye kamuoyu, bölgedeki çatışmalı ve istikrarsız yapı da dikkate alındığında, önünde kolay kapanmayacak yeni bir tartışma alanı olduğu gerçeğiyle yüzleşmelidir. Bu süreci kazançla kapatamazsa bile, en az zararla, ama onurlu ve huzurlu bir şekilde sürdürmenin yolunu, Türkiye, hem devlet hem de toplum nezdinde makul bir zeminde tartışmalıdır. Henüz tam politize olmamışken, geçen dokuz yıldan ders çıkartma zamanıdır. Tamer Yazar