Konuk Yazar: Jozef Naseh/Arkeolog…
Ben yaştakiler anımsar… Özel günlerimizde, bayramlarda, yılbaşlarında, uzakta yaşayan, akraba, dost, arkadaş veya sevdiklerimize duygularımızı simgesel bir dille anlatan, onları anlamlandıran, bu anlamları onlarla paylaşan, kutlama içerikli kartpostal göndermek, umut ve özlemsel bir gelenekti.
İnternet ve dijital teknolojiyi kullanan genç kuşak, kartpostalın ne anlama geldiğini bilemeyebilir. İzninizle, günümüzde kaybolmakta olan bu geleneğe dair, geçmişe ışık tutmak ve bu geleneği anımsama açısından kısa bir bilgilendirme yapmak istiyorum..
”Cartpostal ”, kökeni Latince bir kelime olup, Türkçemizde aynı anlamda kullanılmakta olan ”Kartpostal ” kelimesi ile özdeş anlamda kullanılır. İşlev olarak, karşı tarafa duygu, düşünce, sevinç, istek veya beklentilerinizi iletilmek üzere, ön tarafında resim veya fotoğrafın bulunduğu, arka yüzünde kısa bir mesajın yazıldığı, zarf kullanılmadan da posta ile gönaderilen bir iletişim yöntemidir.
Günümüzde bu geleneğin yerini cep telefonu mesajları, e- mailler ve buna benzer dijital programlar aldı. iletişim teknolojisinin gelişmesi ve buna bağlı olarak internet kullanımının artış göstermesi, aramızdaki iletişimi anlık sürece dönüştürmüştür. Bu süreç, duygu ve düşüncelerimizi anlık aktardığı için, duygularımızın istencesi olan ”ÖZLEM VE UMUT” kavramlarını törpülemiştir. Bu yüzden ”özlem ” kavramı, düşünümüzden düşün ötemize geçmiştir. Bu da bizi; özlem duymayan, duyguları yavaş yavaş elinden alınmış, kaotik bir ortak aşam sürecine dönüştüren toplumsal bir yaşam biçimine sürükledi. Bunu önlemek olanaklı mı? Doğal olarak yok! Ve anlamsız ! Yaşam sürecimizdeki özlemleri ve umutlarımızı mutluluğa ve coşkuya dönüştüren geleneksel yöntemlerden bütünü ile kopmak, bizleri kimliksel kayba uğratabilir. Bu yüzdenden de hiçleşebiliriz!
O halde gelin, bu geleneksel yöntemin tarihsel gelişim sürecine bir göz atıp, birlikte yolculuk yaparak geçmişi anımsayalım…
Ne dersiniz?
İnsanlığın gelişim sürecinde, iletişim teknolojisinin nerede, ne zaman, nasıl, ne ile yapıldığı konusunda bilimsel anlamda yeterli bir bilgimiz yok. Ama inançsal ve mitolojik anlatımlardan yola çıkarak iz sürdüğümüz zaman, bir takım kültürel aktarımlarımıza ulaşabiliyoruz. Bu aktarımların içinde en çok bilineni Hz. Nuh’un tufandır.
Sizlerin de bildiği gibi, Hz. Nuh, tufanın sona erdiğini ve ana karanın yerleşebilmek için güvenilir bir yükseltide olduğunu öğrenebilmek için bir güvercini (veya kuzguncuk) iki elinin arasına alarak gökyüzüne doğru uçurur. Güvercin, bilemediğimiz bir zaman dilimi içinde gökyüzünde dolaşır. Sonunda, ağzında zeytin taneleri ile dolu olan bir zeytin dalı ile tekrar Hz. Nuh’un gemisine gelir. Güvercini karşılayan Hz. Nuh, ”tamam, Tanrı bize meyvesini gönderdi ve bizi afetti. Artık ana karaya çıkabiliriz” der.
İşte inanç kimliğimizde anlatılan bu aktarımlar, güvercinin Tanrı ile onun yeryüzündeki kutsadıkları arasındaki iletişimi sağlayan aracı bir simge haline dönüştürmüştür. Yani simgesel bir tanımlamayla, ”GÜVERCİN”, Tanrı ulağıdır! Felsefi açıklaması ise, insanoğlunun yanılgılarını, kötü tutku ve alışkanlıklarını , tanrısal yasaya karşı aykırı davranış biçimlerini, insanlığın erdemlere ulaşması amacı ile her zaman ”bağışlayan ve esirgemeyen Tanrı sözünün ” ulağıdır. Oysa bizler, güvercini, toplumsal uzlaşının (barışın..? ) simgesel bir tanımı olarak kullanıyoruz.
Bu konuda yanılgıya mı düşüyoruz? Hayır! Çünkü simgeler, zaman ve yer koşulu olmadan, insanın kültürel, sanatsal, sosyal, siyasi, ticari ve buna benzer eylemlerini kimliksel olarak ifade etmede kullandıkları bir ambleme veya logoya esin kaynağı olabilir. Bunun güzel bir örneği, bir çok posta ve telefon teşkilatlarının logolarında kullandıkları güvercin amblemidir. Günümüzde iletişim ve ulaşım ile ilgili hizmet veren bu tür kuruluşların, logolarında, ilk ulağı kimliksel olarak anımsatan çizgiler hiç de az değildir. Yani güvercin, kimliksel yapısı ile iletişimi ve ulaşımı sağlayan postadır!
O halde kartpostalı; kartondan (fotoğraf kağıdı da olabilir ) yapılmış, ön yüzünde resim, arka yüzünde adres yeri ve kısa mesajın yer aldığı bir iletişim aracı olarak tanımlayabiliriz.
Dünyada ilk kartpostalın nereden gönderildiği konusunda yeterli bir bilgiye ulaşamadım. Ama ülkemizde 1874 yılında posta teşkilatının kurulması ile birlikte, ”cartpostal” gönderme geleneğinin başladığını var sayabiliriz. Ama kim veya kimler tarafından ilk ‘cartpostal’ın gönderildiği henüz bilmiyoruz.
Türkiye’de kartpostal basımcılığının öncüsü, Ebuzziya Tevfik Bey’dir. Ebuzziya Tevfik, kitap, dergi ve gazete gibi basılı ürünlerin yanı sıra 19. yüzyıl sonlarında kartpostal basımcılığı da yapmıştır. Renkli ve siyah beyaz olarak bastığı, resimlerin Lâtin ve Arap harfleri ile yazılmış küçük notlarla açıklandığı kartpostalları; Sultanlar, Saraylar, ünlüler, ünlü Osmanlı Paşaları, Dünya ünlüleri ve Osmanlı tipleri olmak üzere altı seriden oluşur.
Türkiye’de basılan ilk renkli kartpostal, üzerinde Kayser (Kaiser) Wilhelm ve kraliçenin resimlerinin, ayrıca Türk ve Alman Bayrakları ile kısa bir açıklamanın bulunduğu kartpostal’dır. Bu kartpostal, Almanya İmparatoru II. Wilhelm’in 18 Ekim 1898’de İstanbul’u ziyareti anısına, Ebuzziya Tevfik tarafından basılmıştır.
BAK POSTACI GELİYOR…
Bir mektup veya kartpostalın gönderim süresi, gönderilen yerin uzaklığına göre, bazen bir ay veya daha fazla zaman alabilirdi. Hatırladığım kadarı ile…
Babamın bana anlattığına göre, 1955 yılarında Brezilya’ya giden amcalarımın ulaştıklarını belirtmek için gönderdikleri mektup, ancak üç ay sonra kendisine ulaşmış! Amcalarım Brezilya’ya giderken, babalarına ait olan tek fotoğrafı beraberlerinde götürmüşlerdi. Dolayısı ile benim ve kardeşlerimin dedemin fiziksel yapısı konusunda her hangi bilgisi yoktu. Babamıza, dedemizin fotoğrafları konusunda sorgulamalar yaptığımızda hüzünlenir, bizlere üzüntüsünü belirtmemek için yüzünü bizlerden kaçırır, sağ dirseği ile gözlerini silmeye çalışırdı.
Ardından, ”çocuklar, babama ait bir tek fotoğraf vardı. Onu da amcalarınız beraberlerinde Brezilya’ya götürdü. Keşke bir tane daha yaptırma olanağımız olsaydı” derdi. Çünkü o zamanlar fotoğraf çekme maliyeti, bir aile için ekonomik bir yüktü.
Bu konuşmalarımızın üzerinden yıllar geçti. Brezilya çıkışlı her mektup geldiğinde, klasik giysileri ile sağ omzunda taşıdığı posta çantası ile elinde, amcalarımdan gelen mektubu taşıyan postacıyı gören babam çok heyecanlanır, eli ayağı titredi…
Dile kolay! Postacı, yıllardır göremediği kardeşlerinden haber getirmişti kendisine. Önce mektubu kendisi açar, okur, sonra da bizlere amcalarımla ilgili gelişmeleri anlatırdı. Akşam olunca da, yemekten sonra bütün aile toplanır, herkesin önünde mektup defalarca okunur, üzerinde yorumlar yapar, amcalarıma ailemizle ilgili gelişmeleri anlatmak için mektup yazmaya koyulurduk.
Son yazdığımız mektubun yanıtı çok gecikmişti. Bu yüzden babam merak içindeydi. Huzursuz, gergin ve çok sinirliydi. Her gün anneme, ”Bu gün Postacı geldi mi?” diye sorardı.
Bir gün arkadaşlarımla sokakta oynarken, uzaktan postacının bizim eve doğru geldiğini gördüm. Hemen eve koşup babama müjdeyi ben vermek istiyordum. ”Baba! Bak postacı geliyor…” dememle birlikte, babamı evimizin dış kapısının önünde gördüm. Derin bir nefes aldı1 Nihayet kardeşinden bir haber gelmişti!
Postacıya defalarca teşekkür ederek, ondan mektubu aldı. Oturma odasına geçti. Mektubu önümüzde açtı. Okumaya başladı. Üçüncü cümlede durakladı, yüzünün rengi değişti, boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Sanki nefesi kesilmişti. İki eli ile tutuğu mektup, elleri ile birlikte kucağına düştü. Gözlerinden akan damlalar, mektubu ıslatmaya başladı. Anladık ki, babamdaki özlem ve umut yerini yasa bırakmıştı. O günden sonra babam hiçbir postacıdan mektup almaz olmuştu.
Yıllar ilerledikten sonra, bir gün, babamın çalışma ofisinde babamla sohbet ederken, amcamın oğlu Oscar, sosyal medya üzerinden benim ile iletişim kurdu. Bana, dedemin resmini gönderdi. Ben de babama dönerek, ”baba, dedemin resmini görmek ister misin?” dedim. Kepçe kulakları dikleşti, gözleri fal taşı gibi açıldı. ”Oğlum, nereden bulacaksın.? Bir tane vardı, onu da amcaların aldı” dedi. ”Baba, aldıkları resmi şimdi bana gönderdiler” dedim. İnanmadı! Resmin çıkışını yazıcıdan aldım, babama gösterdim. Yılların özlemini gidercesine, uzun bir süre resme baktı. Islak gözleri ile bana döndü, ”Bu benim babam! Demek zaman o kadar kısaldı haaa!” dedi. ”Evet, zaman kısaldı” dedim. Babasının resmini aldı, çekmecesine koydu. ”Sana bir vasiyetim var. Yaptıracağım sandukamın yerini yalnız sana söyleyeceğim, beni sandukaya sen koy” dedi. O da zamanın kısaldığını biliyordu. Zaten çok kısa bir zaman sonra da onu uğurladık. Sandukayı açtığımda, babasının resmini gördüm. O zaman anladım ki, özlem ve umutları ile birlikte yolculuk yamak istiyordu!
İletişim teknolojilerindeki hızlı gelişmeler, özlem ve umutlarımızı taşıyan duygularımızı törpülemeye başladı. Nerden nereye geldik? Nereye kadar gideceğimizi de bilmiyoruz…
Mektuptan başladık telgrafa geçtik, teleks devreye gidi, posta kutumuz oldu. Çevirmeli telefonla başladık, tuşlu telefona geçtik, şimdilerde dokunmatik telefonlar kullanıyoruz!
Yaaa… Özlem ve umut taşıyan duygularımız ne oldu?
Onlar da şarkılarda kaldı…
Bak postacı geliyor selam veriyor
Herkes ona bakıyor merak ediyor
Çok teşekkür ederim postacı sana
Pek sevinçli haberler getirdin bana
Özlem ve umut dolu mutlu haberler almanız dileğimle…
Saygılar sunarım.