“Demokrasi ve özgürlük mücadelesi devam ediyor, edecek!”
Söyleşi: Orhan Tüleylioğlu
Ahmet Abakay ülke gündemini yakından izleyen, sorgulayan, bir aydın, bir gazeteci, bir yazar… Ankara’nın renkli simalarından… Yalnız yapıtlarıyla değil, umut dolu yüreğini yüzüne yansıtmasıyla da ünlü… Yanında maske taşımaz, kullanmaz, bilmez… Doğru, yalın ve açık sözlü… Her zaman güler yüzlü…
Sık sık yollarımız kesişir onunla. Kimi zaman bir söyleşide, kimi zaman bir mitingde; meydanlarda, salonlarda, kitabevlerinde…
Aslen Erzurum Aşkaleli. 1950 Divriği (Sivas) doğumlu. İlk, orta, lise öğrenimini Erzincan’da tamamlamış. Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksekokulu Mezunu.
Üniversite öğrencisiyken “özgür üniversite” eylemleri nedeniyle gözaltına alındı. TCK’nın 142. maddesinden yargılandı. 1975 yılında gazeteciliğe başladı. Aynı yıl Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi oldu. İSTA Haber Ajansı, Vatan Gazetesi, Anka Ajansı ve Özgür Gündem’de muhabirlik yaptı. Erdal İnönü’nün Başbakan Yardımcılığı döneminde Devlet Bakanı Basın Danışmanlığı görevinde bulundu. Sadun Aren’in genel başkanı olduğu Sosyalist Birlik Partisi’nde Yürütme Kurulu Üyesi oldu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak gazetecilik dersleri verdi. Günlük yayınlanan SOL gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin (19 yıl süreyle) Genel Başkanlığını yaptı.
Aynı zamanda örgütlü mücadelenin sembol isimlerinden biri olan Ahmet Abakay, yaşamında ve meslek hayatında iz bırakmış, kimi zaman gülümseten, kimi zaman hüzünlendiren anılarını kitaplaştırdı: “Hey sen! Gazeteci”.
Meslek ahlakına sahip, onurlu bir gazetecinin, ülkesinin yarınına emanet ettiği insan hikâyeleriyle bezenmiş birer ders notu niteliğindeki kitabın yazarı Ahmet Abakay sorularımızı şöyle yanıtladı:
Bize yeni kitabınızdan söz eder misiniz? Nasıl bir düşünceden ortaya çıktı? Adı nereden geliyor?
1975 yılında SBF Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun olduğum mayıs ayında Ankara’da profesyonel gazeteciliği başladım. Demek ki aradan 40 yılı aşkın bir zaman geçmiş. Türkiye gibi darbelerin sık sık yaşandığı bir ülkede gazeteci olmak, genelde sürekli baskı altında tutulan bir mesleği yapıyor olmak elbette çok sıkıntılı. Baskı, sansür, cezaevleri, soruşturmalar, davalar gazetecilerin, yazarların, genelde de aydınların hep karşılaştıkları bir sorun. Daha kötüsü insanların, toplumun giderek buna alışması, alıştırılması, bu süreci adeta olağan, doğal görmesi.
İşte “bu ahval ve şerait içinde” gazetecilerin üzerine düşen önemli görevler var. Mademki gazeteci yaşadığı dönemin tanığıdır, madem ki gazetecilik yapıyorsun; o zaman yaşanan kimi olayları, gerçekleri bugüne ve geleceğe belge olarak bırakmak görevi ile karşı karşıyasın.
Ben bugüne dek 6 kitap yazdım. Bunların tümü yaşadığım dönemlerde tanık olduğum önemli olayların anlatımlarıdır. Örneğin ilk kitabım “Politik Göçmenler” (1988), 12 Eylül Darbesi sürecinde yurt dışına çıkmak, “kaçmak” zorunda kalan, vatandaşlıktan çıkartılan, darbeci Kenan Evren ve ekibi tarafından “vatan haini” olarak ilan edilen aydınlarımızla Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaptığım söyleşileri içeriyordu. Bu kişiler hain ilan edilmişti, Türkiye’ye girişleri yasaktı. Bu kitap bir anlamda onların savunmalarıydı.
Ülkemizde son 17 yıllık yönetim döneminde basın yaşamı, düşünce ve ifade özgürlüğü yine ağır baskı altında. Ben bu süreci yine gazeteci olarak yaşadım. Bu kitapta basında yaşanan kimi olayların tanığı olarak bildiklerimi, gördüklerimi aktardım. Bu yaşananlar herkes tarafından bugün ve yarın bilinsin istedim.
Andre Gide, “Anı yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır” demiş. Çok doğru söylemiş. Ben de yaşadığımız bu örnekleri bugüne ve gelecek kuşaklara hatırlatmak istedim.
Kitabın ismine gelince, “Hey Sen! Gazeteci” ismini koymak için çok zorlanmadım. Çünkü ülkemizde son yıllarda gazetecilerin, aydınların en çok karşılaştıkları tehdit kelimesi “Hey sen!” ile başlayan sözcüktür.
Kitapta yer alan, unutamadığınız anılarınızdan birini bize anlatır mısınız?
Kitapta yer alan anılardan birisi Uğur Mumcu ile ilgilidir. 12 Eylül döneminde Kenan Evren’in 1982 anayasasını hazırlayan, o dönemin Burhan Kuzu’su Orhan Aldıkaçtı çeşitli demokratik kitle örgütlerinin görüşlerini de istedi. Tabii ki bu aldatmacaydı, çeşitli kuruluşlar ne derse desin onlar kendi anayasalarını hazırlayıp yürürlüğe koyacaklardı. Hayrettir, TBMM’den Orhan Aldıkaçtı imzasıyla, Genel Başkanı Olduğum Çağdaş Gazeteciler Derneği’ne de bir yazı geldi. Yeni Anayasa Konusunda görüşümüzün bildirilmesi isteniyordu. ÇGD ağırlıklı olarak solcuların, sosyalistlerin örgütlü olduğu basın kuruluşuydu. Uğur Mumcu da ÇGD’nin üyesiydi. O günlerde muhabir olarak bulunduğum TBMM’de Uğur Mumcu ile karşılaşıp sohbet ederken, “Abi” dedim “Aldıkaçtı bizim derneğe yazı göndermiş yeni anayasa konusunda görüşümüzü soruyor.”
Mumcu, “Vay uyanığa bak, aklı sıra Avrupa’yı böyle kandıracaklar. Demokrasicilik oynuyorlar. Bakın biz herkesin görüşünü alıyoruz diyecekler” dedi.
Ben Mumcu’ya, “Abi benim görüşüm cevap vermemek, muhatap almamak” dedim. Uğur Abi’nin yanıtı şöyle oldu:
“Neden? Bizim derneğin görüşü yok mu bu konuda? Bak ne yapalım biliyor musun? Yine bir cümle yanıt yaz, ama şöyle; ‘ÇGD’nin yeni anayasa taslağı konusundaki görüşü ektedir’ de, 1961 anayasasını iğnele gönder.”
Biz de o yolu izledik. Basın ve ifade özgürlüğü konusunda anayasadaki hükümleri aynen yazdık gönderdik. Tabii ki dikkate alınmadı.
Bugünden geçmişe baktığınızda ülkemizde neler değişti, neler değişmeden kaldı?
12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinde basın ağır baskı altında idi. Kapanan gazeteler oldu, yargılanan, gözaltına alınan gazeteciler oldu. Ülkemiz demokrasi ve insan hakları alanında ileri gitsin, çağdaş ülke olalım derken son 15-16 yılda daha berbat bir süreci yaşadık, yaşıyoruz. Cezaevlerindeki gazeteci sayısı 150’nin üzerinde, çok sayıda gazete, televizyon kapatıldı; binlerce gazeteci, basın emekçisi işsizliğe mahkûm edildi. Çok sayıda gazeteci yazar ise cezaevinde değil ancak haklarında açılan yüzlerce dava ile mahkeme koridorlarındalar. Her an cezaevine girme tehdidi altındalar. Yani özetle durum iyileşmedi daha kötüye gitti.
Dünyada ve Türkiye’deki basın-ifade özgürlüğü konusunda neler söylemek istersiniz?
Demokrasi ve insan haklarının uygulandığı ülkelerde ki genellikle Avrupa ülkelerini kastediyorum, basın ve ifade özgürlüğü konusunda yerleşmiş, iktidarlar tarafından benimsenmiş uygulamalar var. Ancak Türkiye henüz bu duruma hasret.
Uluslararası basın ve insan hakları örgütlerinin basın özgürlüğü raporlarında ülkemiz Afrika ülkeleri ile aynı kategoride sayılıyor. Ülkemiz bu raporlarda, “özgür olmayan ülkeler” arasında yer alıyor.
Çağdaş ülkelerde gazeteciler, yazarlar, aydınlar el üstünde tutulur; heykelleri yapılır, adlarına meydanlar, parklar açılır. Bizde ise gazeteciler, yazarlar ya öldürülür, ya cezaevine atılır, sürekli mahkemelerde açılan davalar için ifade verir.
Doğan Kuban’ın “Umutsuzluk bize yakışmaz” sözünü benimsesem de, zaman zaman karamsarlığa düşmemek elde olmuyor. Ülkemizin geleceğiyle ilgili düşünceleriniz neler? Eski bir söylemle: “Ne olacak bu memleketin hali?” Ya da umut var mıdır?
Doğan Kuban çok haklı. Umutsuz olamayız. Ben basın ifade özgürlüğü durumuna değindim. Diğer alanlarda da durumlar iyi değil. Hukuk, yargı iktidarın kontrolünde, denetiminde. Sendikal hareket zayıf, muhalif her hareket anında zor kullanılarak engellenmeye çalışılıyor. Siyasetçiler, milletvekilleri, birçok belediye başkanı cezaevinde.
Ancak sorun çözümsüz değil. Elbette umutsuz olunmaz. Sorun politik. İktidarla, iktidarın tutumu ile ilgili. Çözüm de politik olacak. İktidarın değişimi ile ilgili. Seçimler de bunun için var.
Meslek yaşamınızda sizi etkileyen, örnek aldığınız meslektaşlarınız oldu mu?
Ben üniversitede Basın Yayın’da okurken hep özendiğim, onun gibi olmak istediğim gazeteciler, yazarlar vardı. Örneğin Aziz Nesin, örneğin İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Mustafa Ekmekçi, Mahmut Tali Öngören. İlk aklıma gelenler bunlar. Ne mutlu bana ki daha sonraları bu kişilerle tanıştım, arkadaş oldum, dost oldum.
Bu kişileri örnek aldığım için bağımsız, özgür gazeteci olma yolunda yürüdüm. Böyle olmayanlar iktidar gazetecisi, yandaş gazeteci kategorisinde yer aldılar.
En çok etkilendiğiniz politikacı kim?
En çok etkilendiğim, yanında olmak istediğim politikacı Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran’dır. Behice Hanım, 1975 yılında Yeniden TİP’i kurduğunda hemen üye oldum. Parti çalışmalarına katıldım. Partinin Ankara il haber alma Propaganda bürosunda görev aldım. 12 Eylül darbesinde parti kapatılana kadar da üyeliğimi sürdürdüm.
Günümüz gazeteleri üzerine düşünceleriz nelerdir?
Gazeteleri geçmişte genellikle gazeteciler çıkarırdı. Ama son yıllarda ve bugün gazeteler artık iktidardan ihale alan müteahhitler tarafından çıkartılıyor.
Aslında bu süreç 12 Eylül darbesinden sonra Turgut Özal ile başladı. Gazete sahipleri iktidarlara sırtını dayayarak bu işi yapmaya ağırlık verdiler. Sendikaları gazetelerden kovdular. Bunlar sadece gazete patronu değillerdi. Basın dışında ekonomik şirketleri, işletmeleri var. Bu şirketleri için iktidarlara yakın olmak, açık destek vermek ana görevleri oldu. Gelinen nokta da Basın özgürlüğünün, Gazetelerin sonu oldu. Müteahhitler gazete çıkartıyorlar ama satamıyorlar. Birçoğu otobüs işletmelerinin bürolarında parasız dağıtılıyor.
Dolayısıyla da gazetelerin, televizyonların yüzde 80’den fazlası artık iktidarın denetiminde ve kontrolünde. Bu karamsar tabloya karşın hiç mi umut, direnen yok? Elbette var. Her zaman, her dönemde ve her koşulda olduğu gibi bugün de basın, düşünce ve ifade özgürlüğü için direnen “bir avuç” gazeteci, yazar ve birkaç gazete, TV var ve var olacak.
Genç meslektaşlarınıza önerileriniz var mıdır?
Ben mezun olduğum SBF Basın Yayın Yüksek Okulu’nda, bugünkü adıyla A.Ü. İletişim Fakültesi’nde ve Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nda hocalık da yaptım. Öğrencilerime evrensel basın ve ifade özgürlüğü ilkelerine sadık kalmalarını, bağımsız gazeteciliği benimsemelerini Bunu yaptıkları takdirde hem toplum karşısında onurlanacaklarını hem kendilerinin iyi izler bırakacaklarını vurguladım. Meselenin özü bu mesleği yaparken yapılacak en önemli şey boynuna tasma bağlatmamaktır.
Bugün dünyada yaşanan en büyük sorun sizce nedir?
Dünya halklarının en büyük belası emperyalizm, onun türevleri olan ırkçılık, sömürü düzeni ve gericiliktir. Bugün bu düzen birçok ülkede Neoliberalizm adıyla varlığını sürdürüyor. Bağımsızlık,
demokrasi ve özgürlük mücadelesi dünyanın dört bir yanında ezilmeye, yok edilmeye çalışılıyor. Ancak her türlü baskıya, zulme karşın bu mücadele devam ediyor, edecek!