Antakyalı Dom ve Romanlar
Toplum ve topluluk, sosyolojik ve kültürel anlamda iki ayrı kavramı ifade eder. Toplum, sosyolojinin en temel kavramıdır. Belirli bir kültürü ve birtakım toplumsal kurumları paylaşan insanlar arasındaki ilişkilerden meydana gelir. Başka bir deyişle, toplumu oluşturan öz bireylerden çok; bireylerin arasındaki ilişkiler, paylaştıkları değerler ve davranış kalıplarıdır. Dolayısıyla toplum, bireylerin toplamı demek değil, birbiriyle sosyal, kültürel, ekonomik ve hukuksal bağları bulunan bireylerin uyum ve uzlaşı içinde ortak yaşama çemberidir.
Topluluk ise, bu çemberin içinde; ortak alışkanlıkları, düşünce ve tutumları olan, inanç, din, töre ve gelenekleri ile birbirine bağlı, dışa kapalı, içrek bir sosyal yapılanmadır. Bu sosyal yapılanmanın temeli inanç veya din ise, biz onlara ‘Cemaat veya Tarikat’ diyoruz. Bu gibi toplulukların değişmez veya değiştirilemez merkezleri vardır. Bu merkeze ve içrek yapısına bağlı olmak koşulu ile farklı yerleşmelerde yaşayabilirler.
Bunun dışında, evrensel hukuk ve ülke yasasına bağlı olmak koşuluyla, düşün birliği oluşturan topluluklara bizler ‘Cemiyet’ diyoruz. Bu yapılandırmaların merkezi, üyelerinin genel isteği doğrultusunda, her zaman değiştirilebilir. Belli bir coğrafyada yaşama zorunlukları yoktur. Cemaat, tarikat ve cemiyet diye tanımladığımız yapılandırmaların dışında, göçer olan, her hangi bir coğrafyaya bağlı olmaksızın yaşamlarını sürdüren ve kendilerini ‘Roman veya Dom’ olarak tanımlayan topluluklar var.
Sanayi devrimine kadar göçer olarak yaşayan bu topluluklar, bazı bölgelerde sanayinin ekonomik gelişiminden yararlanmak amacıyla yerleşik düzene uyum sağlayarak yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Sanat ve zanaatçı olan bu topluluklar, gerçek anlamda kültür taşıyıcılarıdır. Bu yüzden, her ne kadar eğitimsiz olduklarını düşünsek bile, taşıdıkları kültürel birikimleri ile yaşam kaynağımızın ilham perileri gibidirler. Ülkemizde Türkan Şoray, Sadri Alışık, Orhan Gencebay, Ebru Gündeş, Hüsnü Şenlendirici gibi sanatçılar, bu ilham perilerinden bir kaçıdır. Dünya da; İngiliz sinema yönetmeni, oyuncu, yazar, film müziği bestecisi, kurgucu ve komedyen, yarattığı ‘ŞARLO’ karakteri ile tanıdığımız ‘CHARLIE CHAPLIN’, bir zamanlar Milli Takımımızın teknik direktörlüğünü yapan MIRCEO LUCESCU, Beşiktaş futbol takımında oynayan RICARDO QUARESMA gibi ünlüler var.
Gördüğünüz gibi; zanaatları, sanatları ve sporcu yetenekleri ile yaşamımıza renk katan bu toplulukları yeterince tanımıyor ve hak ettikleri insancıl kimlikleri ile tanımlamıyoruz. Halk dilinde onları, ‘Çingene veya Kurbat’ diye tanımlıyoruz!
Çingene sözcüğü, bir tanımlamaya göre, eski Türkçede ‘Çigan’, yoksul sözcüğünden türediği var sayılır. Bu sözcüğün Farsça tanımlaması olan ‘Çingene’ sözcüğü, zamanla Türkiye Türkçesinde benimsenerek kullanılmaya başlanmıştır.
Bir diğer teoriye göre; Yunancada ‘Tsinganos’ , ‘Çingene’ sözcüğünden Türkçe’ye geçtiği var sayılır. Kurbat kelimesi ise ayni kültürel yapıyı tanımlayan Arapça’daki karşılığıdır.
Antik Yunanlılar, Roma halkının Mısır kökenli olduğuna inanırlardı. Bunun için onlara, ‘Gypsy’ anlamına gelen ‘Kıptiler’ derlerdi. Roman kelimesi ise Roman dilinde ‘Rom’ kelimesinin karşılığıdır. Sansikritçe’de ise ‘Rama veya ‘Ramana’ aynı anlama gelmektedir.
Hangi sözlük, hangi kültürel tanımlama olursa olsun, onları nasıl tanımlarsa tanımlasın, hiç önemli değil. Bizimle aynı kenti paylaşan, aşiret, topluluk veya küme halinde yaşayan bu insanlar, kent yaşamımızın ve yaşantımızın ayrılmaz bütününün bir parçasıdırlar.
Kimden mi söz ediyorum? Kendilerini Dom veya Roman olarak tanımlayan, kentimizin Aksaray Mahallesi ve civarında yaşayan, ‘yarınlarını sorgulayan’ hemşerilerimizden söz ediyorum. Onları; dere yataklarında yaşayan, duvarı, çatısı olmayan, teneke veya karton kutularından yapılmış barınaklarda kalabalık bir nüfus olarak yaşayan, yıkanma ve temizlik ile ilgileri az olan, düğünlerimizde, asker uğurlamalarımızda, iş yeri açışlarında, coşkularımızı arttırmak için davul ve zurnalarıyla bizlere eşlik eden, göçer oldukları için çoğumuzun yurttaş (?) olarak bile algılamadığımız topluluklar!
Onlarla insani iletişim kurmadığımız için, ön yargılı olarak, tembel ve kısa yoldan para kazanmak isteyen birileri gözüyle bakarız.
Roman olmak nasıl bir şey, biliyor musunuz? Toplumsal dışlanmışlığı, yoksulluk ve beraberinde getirdiği eğitim yetersizliğinin, tek yönlü olarak ‘kent’ yaşamının dışında tutmak ve yalnızlaştırmak olgusunun adıdır. Onlar, kentli olmak, yani bizlerle kent yaşamını insanca paylaşmak için ne kadar çaba sarf ederlerse etsinler, biz onları hep kent yaşamı dışında tutmayı yeğledik.
Neden mi? Bilmiyorum… Bunun açıklamasını ancak sosyologlar yapar.
Romanlarımızı veya onların tanımlaması ile Dom’larımızın gerçek kimliklerini, yaşamlarını, gelenek ve göreneklerini yakından tanımak ve onları sizlere tanıtmak için, Antakya’daki yaşam alanları olan Aksaray Mahallesi’ndeki çalgı ve Hasan Dere Sokaklarına gittim. Onlarla sohbet edip dertleştim.
Baş edemedikleri sorunları çoktu.
Yaşam zorluklarından çok, kendilerini sosyal ve kültürel olarak tanımlayamadıklarından şikayetçilerdi. ‘Biz ne çingeneyiz ne de kurbatız! Biz, DOM’muz, DOM!’ diye tanınmak istiyorlardı. Haksız da değiller. Evrensel insan hak ve özgürlüklerin temel bir isteği olarak; hangi kimlik, nerde yaşarsa yaşasın, kendilerini nasıl tanımlamak istiyorlarsa, onları öylece tanımlamalıyız. Onlar, yaşamın acı ve tatlı anılarını paylaştığımız, ‘DOM’ kimliğini taşıyan hemşerilerimizdir.
İnsanlık tarihinin gelişimsel sürecinde, her toplumun var oluş süreçleri ile ilgili, kendilerine ait bir ütopyası (Ülküsü) vardır. Dom kardeşlerimizin de bir ülküsü var. Dilerseniz bu öyküyü, Domlar ve Romanlar Birliği Federasyon Başkanı Sayın Mustafa Karabulut’un dilinden öğrenelim.
”Dom Kabilesi, M.Ö. 3000 yılında Orta Asya’da yaşayan bir kavimin adıdır. Kökenimiz, Hun Türklerine dayanır. Kavim, Orta Asya’dan göç ettikten sora çeşitli yerlere dağılıyor. Bir kısmı Avrupa’ya, bir kısmı Balkanlara ve Yunanistan’a, bir kısmı da Mısır ve Anadolu’ya göç ediyor. İşte bu göçer toplum, bizim atalarımız! Bunların tarihsel adı Dom’dur.
Bizler, dünyanın bir çok ülkesinde ötekileştirilmiş topluluklarız. Hatta Nazi Almanya’sında Yahudilerle birlikte soykırıma bile uğradık! Göç ettiğimiz ülkelerde hep ikinci, hatta üçüncü sınıf yurttaş uygulaması yapıldı! Göç ettiğimiz ülkeyi sevdirmemek için ellerinden geleni yaptılar. Bütün bu zorluklara ve olumsuzluklara rağmen, göç ettiğimiz ülkenin sosyal ve kültürel yapısına, hatta inançsal değerlerine uyum sağlamak için sahip olduğumuz göçer kültürümüzden, inancımızdan ve aile yapımızdan büyük özverilerde bulunduk. Buna rağmen hep ötekileştirilmiş toplum olmaktan kurtulamadık.”
Bu anlatımda ilgimi çeken en önemli kelime, ”ÖZVERİ ”. Mustafa Bey’in kullandığı ”Özveri’ kelimesi, toplumsal uzlaşı çağrısının bir daveti gibidir. Bugüne kadar neden bu davete yanıt vermedik? Hala cevap bekleyen bir sorun olarak geçerliliğini koruyor.
Değerli okurlar, yoksulların duvar ile örtülü konutları yoktur. Buradaki Dom’ların ekmek parası ile ilişkisi son derece zayıftır. Düzenli gelir getirici, sosyal güvenceli işlerde çalışan Dom’ların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Dolayısıyla, bırakın konut sahibi olmayı, yaşamlarını insanca sürdürecek gelir olanaklarından yoksundurlar.
Hatay’da sayıları yaklaşık yüzün üzerinde üniversite mezunumuz olmasına rağmen, resmi kurumlarda çalışanların sayısı iki, bilemediğiniz üç kişidir. Özel sektör bile, Dom olduklarını öğrendiği zaman işe almakta büyük zorluklar çıkarmaktadır. Hatta işe almamak için, ‘Dom’ olmayı önemli bir sorun olarak görüyor. Bugün üniversite mezunu olup da hala çöp kutularından geri dönüşümlü malzeme toplayanların sayısı hiç de az değildir! Peki, bunlar nasıl konut sahibi olabilirler? Öyle değil mi?
Burada bulunan yetişkin Dom’ ların; Dişçi, demirci, kuyumcu, kalaycı, çilingirci gibi zanaatları vardı. Bu zanaatlar, geçmişte önemli gelir getirici olanaklar sağlıyordu. Şimdi ise teknolojinin gelişmesiyle birlikte, bu zanaatların tümü getirilerden yoksun kaldı. Bu yüzden işsiz sayısı çok artı. Buna bağlı olarak gelirleri çok düştü. Gelir düşüklüğü, yeni sosyal sorunlar yarattı. Gençler, bağımlılık yapan farklı kullanım alışkanlıklarına yönelmeye başladı. Bu durum, bütün sorunlardan daha çok yıpratıcı olmaya başladı. Bir de buna yoksulluğun getirdiği eğitim olanaksızlığını da eklerseniz… Yaşam koşullarının, düşündüğünüzden çok daha fazla olumsuzluklar içinde olduğunu kavrarsınız!
Antakya’da yaşayanların sayısı yaklaşık 6000/7000 civarındadır. ‘Civarındadır’ diyorum. Çünkü iş kaygısı ile başka yerlere çalışmaya gidenler ve tekrar buraya dönenler oluyor. Bu yüzden burada yaşayan Dom’ların sayılarını net olarak vermek çok zor.
Hatay ilinde yaşayanların sayısı yaklaşık 50.000 civarında. Bunların büyük bir çoğunluğu Kırıkhan, Reyhanlı, İskenderun, Dörtyol ve Erzin civarlarında yaşamaktadır.
Mustafa Karabulut Bey’le, gelenek ve görenekleri konusunda yaptığım söyleşide çok ilginç anlatımlarda bulundu. Dilerseniz, bu konudaki söylemlerini ondan dinleyelim.
”Bizim özel günümüz, para kazandığımız gündür. Bir Dom, o gün kendi geçiminin üzerinde bir para kazanmış ise, bunu, gereksinimi olan diğer Dom kardeşleri ile kurduğu sofrada paylaşır. Bunun dışında kutladığımız özel bir günümüz yok. Biliyorsunuz ki biz Dom’lar, parçası olduğumuz tolumun gelenek ve görenekleriyle uyum içinde yaşamayı içtenlikle isteyen bir topluluğuz. Bunun için toplumun genel saygın değer yargısı içinde olan ulusal ve dini bayramları, onların coşkusu ile birlikte kutlarız. Aynı zamanda bu bayramlar, toplumsal uyum sürecimize katkı sağlayan, bütünün bir parçası olduğumuzu anımsatan önemli günlerimizdir.
Evliliklerimiz, her içrek toplumda olduğu gibi; kadının değer yargısı, kümeyi veya topluluğu koruma açısından dışa kapalıdır. Yani kümenin dışına ne kız veririz ne de alırız!
Bizlerde, eskiden her 13 yaşına gelen kız evliliğe hazır hale gelmiş demektir. Geleneklerimize göre, kız, direk ailesinden istenmez. Toplumumuzda, saygın olarak kabul edilen, kız tarafından bir ve erkek tarafından bir kişi olmak üzere, iki kişi aracılık yapar. Bu aracılar, kendi aralarındaki görüşmelerde, başlık parası ve diğer konularda anlaşma sağlarlar ise konu ailelere iletilir. Aracıların aldığı karar, kesin ve geri dönüşü yoktur. Kız verilmiş olur! Düğün, her iki ailenin ekonomik koşullarına göre, erkeğin mekanında veya kümenin geniş olan bir alanında yapılır. Düğüne, her kümede bulunan kişi davetli sayılır. Ayrıca bir davet yapmak gerekmiyor.
Son zamanlarda, başlık parası ödeyemeyen aileler, kümenin dışından kız almaya yöneldiler. Bu konuda ötekileştirildiklerinden dolayı çok zorlanmaktadırlar. Ama başka da çıkışları da yok ki! Ne yapsınlar?
Mesela benim dört gelinim de Türk kökenli. Onlarla onur duyuyoruz. Kabilemizde ayrıcalıklı yerleri var. ”Değerli okurlar… Dom’lar veya bizlerin tanımladığı gibi Romanlar, parçası oldukları toplumların içinde, yoksulluğu ve beraberinde getirdiği sosyal dışlanmışlığı en ağır koşullarda yaşayan topluluklardır.
Bu sosyal dışlanmışlığı çözebilmek için öncelikle Devletin, sonra da yerel yönetimlerin, sivil toplum kuruluşların ve birlikte yaşadığımız hemşerilerimizin sorunlarını yakından takip etmek ve birlikte bu sorunları insani yöntemlerle çözmemiz gerekir. Buna çok acil gereksinimiz var. Yaramı,z insanlık yarasıdır. Onların da insan olduğunu unutmamamız gerekir.
Kültür taşıyıcıları olan ve yaşam kaynağımıza renk katan bu topluluğun ‘ÖZVERİ’ çağrısına sesiz kalmayalım.
Onlar buçuk değil, bizleri tamamlayan 72 millettir.
Saygılarımla.
Jozef Naseh/Arkeolog…