Ve 16 ayrı yaşam öyküsü…
Zenginler Atölyesi Kültür ve Sanat Derneği’nin Avrupa Birliği (AB) Sivil Düşün Programı’ndan aldığı destekle yürüttüğü “Mekânın Hafızası: Eski Antakya Evleri Kültürel Tarih Çalışması” kapsamında, röportaj ve çekimler tamamlandı, düne ekli evler, hikâyeleri ile buluştu ve paylaşıldı.
AB destekli Mekânın Hafızası: Eski Antakya Evleri Kültürel Tarih Çalışması’nı tamamlayan Zenginler Atölyesi Kültür ve Sanat Derneği, ‘dünün hikâyelerini bugünle birleştirdiği’ çalışmasının finalini, “Eski rahibeler pansiyonundan, 200 yıllık ata evlerini hala mesken olarak kullananlara; büyük anneden toruna yaşanmışlık hikayesinden, küçük bir avluyu bir ‘yabancının’ yurt edinmesine; bir zamanlar köşesindeki konağın at ahırı iken şimdilerde el sanatları üretim atölyesine dönüşen dört duvardan, Antakya’ya ilk gelen Ortodoks Kilisesi Papazının evinin kapıları ardındaki hikayelere kadar, hafızasını bize açan herkese çok teşekkür ederiz” diyerek noktaladı.
Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı desteği ile başlayan ve eski Antakya evlerinin hikâyelerinden yola çıkarak şekillenen çalışma, sahip olunan kültürel çoğulcu yapıyı açığa çıkarmayı hedeflerken, bu kentte yerleşik halka yönelik bir “birlikte yaşam kültürü hafızası” oluşturmak amacında da ilerledi. Proje’ye ismini veren
“Mekânın Hafızası” ismi de bu amaca dair… Peki, sonuç mu? Anlatılanlar mı?
-16 MEKAN-
Ekim-Aralık 2019 tarihlerinde yapılan çalışma boyunca, 16 ayrı mekânı şuanda kullanan ve/veya daha önce kullanmış kişilerle yapılan görüşmeler sonucunda derlenen hikayeler, “16 ayrı kısa film”, “Mekanın Hafızası Kitapçığı” ve mekan girişlerine asılan “Hafıza Panoları” ile kalıcılaştırıldı.
-AZALDIK-
Buna dair ilk örneğimiz, ilk hikâye anlatıcımız, Baba mesleğini 50 yıldır eski Antakya sokaklarında sürdüren Mehmet Semercioğlu…
“Hayatımın 55 yılı bu evlerde geçti. Eşimle evlendiğimizde, Musevi komşularımızdan Azur Bey ile Rahul Hanım’a ait, mahalle arasında küçük bir ev kiraladık. Ev sahiplerimiz Azur Bey ve Rahul Hanım, bizi çok sevdi. Rahul hanım, bir Musevi geleneği olarak, Cumartesileri ateş yakmaz, iş yapmazdı. Ama illaki ateşin yakılması, işin yapılması gerekiyorsa, eşimi çağırırdı. Eşim onların ev işlerini yapar, ateşlerini yakardı. Anne kız şeklinde diyalogları vardı. O evden sonra, Hristiyan bir ailenin, Halepli Aryet Ablanın evine taşındık. Onlar alt katta, biz üst katta kalıyorduk. Bizim evimizde banyo yoktu. Alt katta vardı. Aryet Abla, kendi banyo yapmadan evvel bizi çağırır ve banyo yapmamıza fırsat tanırdı. Böyle ilişkilerimiz vardı. Birbirimizin evine rahat rahat girer çıkardık. Bir gün bu dükkânda Müslüman ve Musevi iki arkadaş ile oturuyorduk. Sohbetimizin bir yerinde, ‘biz kardeşiz’ dediler. Ben de, ‘nasıl kardeşsiniz, biriniz Müslüman, biriniz Musevi?’ dedim. ‘Biz komşuyduk’ dediler. ‘Annelerimiz, bir yere gideceği zaman, çocuklarını birbirine bırakırdı. Hal böyle olunca, onun annesi beni, benim annem onu emzirmiş, acıktığımız zamanlarda. Süt kardeşiyiz biz’ dediler.
Buralar böyleydi. Böyle güzellikler vardı. Kimse kimseyi dininden, inancından dolayı yargılamazdı. Affan Mahallesi’nde bir cenaze varsa, Papazın bir dostluğu varsa, papaz cenazeye gider, hocayla birlikte yürür arabaya kadar… Arkada cenaze, önde papaz. Kilisedeki bir cenazeye de bizim hocamız gider. Yeri gelir, o da bir dua okur mezar başında, ona da müsaade edilir. Bizde mevlüt okutulur mesela, cenazenin 40. Gününde. Papaz gelir camiye, mevlidi dinler, lokumunu alır gider.
Antakya böyledir. Bunlar bizim doğallığımız, üstün şeyler değil. Şimdilerde bu dostlarımızın nüfusları azaldı. Ama keşke buralarda daha çok kalabilselerdi. Çünkü bu bizim mozaiğimiz, olmazsa olmaz renklerimiz!”
-O DÖNEMLER-
Sıradaki hikâyenin sahibi, eşinin işi nedeniyle 14 yıl önce Hatay’ a gelen ve küçücük bir avluyu kendine mesken edinen, Gamze Saraç…
“Buraya, 15 yıl önce göç ettim. Antakya’da hayat yavaş akıyor. Bu nedenle seviyorum burayı. Sakin ve stresten uzak bir şehir. Bir ‘yabancı’ olarak yürüdüğüm bu sokakların, beni içine çeken bir yanı oldu hep. Evleri de öyle…
Bu ev de yürüyüşlerim sırasında sürekli önünden geçtiğim bir yerdi. Bir gün kapısının açık olduğu görüp, içeriye girdim. Limon ağacının altındaki masaya oturdum. Bu küçücük avlunun sıcaklığında kahvemi içerken, ‘keşke burada yaşasam’ diye geçirdim içimden. Bir şeyi gönülden isteyince oluyormuş. Bir kaç yıl içinde, kendimi bu evde yaşıyorken buldum! Bir gün doğduğu evi görmek isteyip de çıkagelen Yakup Amca çaldı kapımızı. Aslında evin bildiğim hikâyesi, Yakup Amca ve Viktoria Teyzenin anlattıkları kadarıyla… Onların söylediğine göre, eskiden mutfağın altında büyük bir kiler ve avluda bir havuz varmış. Ev, el değiştirdikçe, buralar da değiştirilmiş. Mekanın girişi olan ‘çıkmaz’ dediğimiz koridor, alt sokağa uzanan bir yolmuş. Zamanla, binaların yapılması ile bu yol kapanmış. Karşı komşu ile karşılıklı kapılarımız varmış. Onlar da orayı pencereye çevirmişler. Mahalle hayatına gelince; Kurban Bayramı biter, Yortu başlarmış. Yortu biter, Yumurta Bayramı başlarmış. Sokakta, sürekli böyle bir bayram coşkusu olurmuş. Güzel duygularla büyümüşler. Şanslı insanlarmış. Düşünsenize, o dönemlerde çocuk olduğunuzu…
Eski Antakya sokaklarına gelenler bilirler. Bizim bu sokakların bir ruhu vardır. Duvarlarına dokunduğunuzda size bir şeyler anlatmaya çalışır. Bu avlularda biraz oturduğunuzda, o aile sıcaklığı, aile birlikteliğini hissedersiniz. Buranın bu ruhu beni çok mutlu ediyor.
Bütün mekânların kendine ait bir yaşanmışlığı var. Bu sokaklarda dostluk var, sıcaklık var, yardımseverlik var. Tüm bu yaşanmışlıklar, sizin kendi hikâyenizin de bir parçası oluyor bir anda. Şimdi biz de, kendi hikâyemize iliştirdiğimiz bu ‘birlikte yaşam kültürü’ ile bu şehrin insanı olduk.”
-KAPIMIZ AÇIK-
Ve sıradaki son hikâyemiz, Katolik Kilisesi bahçesinde oynadığı çocuk oyunlarıyla öğrendiği “kabul” ve “birlikte yaşam kültürünü”, eski bir Antakya evinde sürdürmeye devam eden Nidal Özdemir’den gelsin…
“Önceleri Yahudi bir aileye ait olan bu ev, onların Lübnan’a göç etmesiyle, Henna Marin adında bir aile, kendi içinde miras yoluyla dört beş kişiye devretmiş. Sonraları Şükrü Beylere, onlardan Atilla Beylere, son olarak da mülk sahibi olarak bize geçti.
Ben bu eve ilk geldiğimde, avluda balonlar, süsler vardı. Sanki bir parti yapılmıştı. Evi devraldığımız Atilla Amcaya, bunların ne olduğunu sordum. ‘Burası, bütün mahallenin düğünlerine, kınalarına, söz kesimlerine vesile olan bir bahçe. Avlumuz geniş olduğu için, komşularımız özel günlerinde bizden bahçemizi kullanmayı rica ediyor, bizler de kapılarımızı açıyoruz’ dedi.
Genel olarak uyumlu, yardımsever ve kapısı herkese açık olan bir aileydi. Biz de Atilla Amcanın geleneğini sürdürmeye çaba sarf ediyoruz. Bu yüzden, kapımızı herkese açıyoruz.
Bu kültürün, bu havanın içinde olduğunuz anda, ‘kabulü’ öğreniyorsunuz. Arapça ‘da bir söz var, ‘Mel Mealek’, yani ‘mülkün sahibi insan değildir’! Bu ev de, ilk olarak bir Yahudi aileninmiş. Sonra dört Hristiyan aile arasında el değiştirmiş. Daha sonra Sünni bir aileye geçmiş. Şimdi de bir Alevi olarak bizde. Bizden sonra da kime gider, bilmiyoruz. Buralar, bizden öncekilerin de değildi, bizim de değil. Burada kalıcı olan şey, kültürlerimiz. Biz de, bizden öncekileri de bizim kültürümüzü de yaşamaya devam ederek, bu kültürleri korumaya çaba sarf ediyoruz.” -Tamer Yazar-