Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Üzerimizdeki ölü toprağı Atmak Zorundayız

Bu kente dair umudunu,

Bu kente dair umudunu, “Umarım ve dilerim, 10 yıl içinde; tarihi dokusunu koruyabilmiş, altyapı ve üstyapı sorunlarını çözmüş, tarımı, turizmi ve sanayisi ile kalkınmış, okuyan, düşünen, sorgulayan, uygulayan ve üreten, mutlu insanların yaşadığı bir kent olabilir…” diyerek paylaşan Hatay’ın genç işadamlarından Volkan Ekmekçi ile hem biraz ekonomi, hem biraz sanat, hem biraz pandemi, hem de biraz tarih konuştuk.

Röportaj/Bekir Atahan

Üreten, ürettiği noktada da, Antakya’dan dünyanın 30’u aşkın ülkesine ihracat gerçekleştiren Ekmekçi Makine Sanayi’nin genç Yöneticisi, Makine Yüksek Mühendisi Volkan Ekmekçi, bugünkü sayfamızın konuğu. Genç bir İşadamı ile konuşmak hep çok keyiflidir. Çünkü soruların enerjisine kendi cevaplarının enerjisini de katar, ki o yüzden, bugünkü konu başlığımız sadece ekonomi olmadı. Biraz sanat da kattık sohbetimize, biraz tarih de, tabi pandemi sürecini de unutmadık.
O zaman başlayalım bugüne ve ilk sorumuz gelsin…

Volkan Bey merhabalar. Öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız?

1981 Antakya doğumluyum. Makine Yüksek Mühendisiyim. Babamın kurduğu, aileme ait Ekmekçi Makine Sanayi isimli şirketimizde yöneticilik yapıyorum. İlkokul, ortaokul ve liseyi Antakya’da okudum. Ardından, Gaziantep Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’ne devam ettim. 2004 yılında mezun olup Antakya’ya geri döndüm. Burada başladığım iş yaşamına paralel olarak, Mustafa Kemal Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü’nde yüksek lisansımı tamamladım. Daha sonra doktora programına da başlamama rağmen, yoğun iş temposu, dersleri takip etmeme izin vermedi ve doktoramı tamamlayamadım. Antakyalı bir ailenin, Antakya’ya yatırım yapmış bir ailenin, üreten, bu topraklar için katma değer yaratmaya çalışan bir ailenin ikinci kuşak temsilcisi olarak, işimizin başındayız… Her şeyi ile kendi tasarımımız olan, Antakya’da ürettiğimiz makineleri, Antakya’dan dünyanın 30 u aşkın ülkesine ihraç ediyoruz.

Makine üretim alanında faaliyet gösterdiğinizi biliyorum. Covid sürecinde, sanayi sektörü ve iş kolunuz nasıl etkilendi?

Babamın, yaklaşık 50 yıl kadar önce temellerini attığı şirketimiz, ham nebati yağ sanayine yönelik makine ve ekipman üretimi yapıyor ve bunlarla, anahtar teslimi tesis kurulumları gerçekleştiriyor. Bir yandan gıda bir yandan da yem gibi iki temel sektörün tedarikçisi pozisyonunda olmamız nedeniyle, pandemi sürecinden en çok etkilenen firmaların başında geldiğimizi söylemek isterim. Bu etkilenme sadece olumsuz olarak algılanmamalı. Çünkü yaşanan özel durum, hepimizi, iş yapma şekillerimizi ve iş modellerimizi yeniden gözden geçirmek zorunda bıraktı. Bir anlamda, aynayı elimize alıp kendimize şöyle bir bakma imkanı da doğurduğu için, bu sürecin fırsata da dönüştürülebilen yanları olduğunu da samimiyetle söylemek lazım. Zira günlük iş yaşamının inanılmaz hızlı temposu içerisinde bir türlü zaman ayıramadığınız organizasyonel birçok konu başta olmak üzere; üretim, satış ve pazarlama süreçlerinin tamamını yeniden gözden geçirme ve yeni normale hazırlama fırsatı yaratması, bu anlamda işin olumlu tarafı. Ancak aksayan üretim ve teslim süreçlerinin yarattığı finansman problemleri başta olmak üzere, sağlık riskleri adına; personelin güvenliği, işyerinde hijyenin ve sterilizasyonun sağlanması, seyahat engelinden dolayı pazarlama ve montaj süreçlerinin aksaması da, bu sürecin negatif tarafları olarak, neredeyse sektördeki tüm firmaları olduğu gibi bizi de derinden etkiledi.

Zaten yeteri kadar büyüyemeyen bir ekonomi vardı. Covid süreci, işin tuzu biberi oldu resmen. Sizce, Türkiye ekonomisinin atılım gösterebilmesi için, kısa ve orta vadede hangi adımları atması lazım?

Çok klişe olacak, ama çok net ve doğru bir tespit var, hepimizin çok iyi bildiği, yıllardır söylenegelmiş. Ülkemiz, 3 tarafı denizlerle çevrili ve çok verimli topraklara sahip bir tarım ülkesi. Bu tanım çok doğru. Ancak sorun, bizim bu tanımın içini tam olarak dolduramayışımızda yatıyor.
Ben, 2004 yılından beri aktif iş yaşamının içindeyim. 15 yılın sonunda net olarak söyleyebileceğim en somut şey şu: Bu şartlarla üretim yapmak, üretici – sanayici olmak, tam bir çılgınlık. Amiyane tabirle, deli işi! Bunun birçok sebebi var. Ben, herkesin yaptığı gibi, bu sebepleri kendimizden başka yerlerde aramanın da çok samimi olmayacağını düşünüyorum. Kanımca en temel sebep, toplumsal olarak, kültürel kodlarımızda organizasyon ve standardizasyon kabiliyetlerin çok bulunmaması. Yukarıda bahsettiğim, “3 tarafı denizlerle çevrili, verimli tarım ülkesinin”, bu potansiyelini kullanamamasının başka bir açıklaması olamaz.

Şuraya varmak istiyorum, ki aslında sorun bizde… Biz, bilinçli bir şekilde yapmıyoruz. İster tembellik deyin buna, ister rehavet, ister atalet! Biz, o deli işini yapmaktan korkan bir toplumuz. Konfor alanımızı terk etmek istemediğimiz sürece de, o büyüme olmuyor maalesef. Evet, pandemi süreci de, sizin dediğiniz gibi tuz biber oldu. Peki, ne yapmak lazım?

Kısa vade ya da uzun vade değil de, hemen bugünden başlayarak yapabileceğimiz bir tek şey var! Düşünce ve uygulamada, yani planlamada ve faaliyette, sadece bilimsel yöntemleri referans alan bir iş modeli için topyekûn bir toplumsal aydınlanma ve kalkınma sürecinin ivedilikle hayata geçmesi lazım. Bu sistemin merkezine de üretimi ve üreticiyi koymak zorundayız. Devletin mekanizmalarının, bu konuda önümüzü açmak için hazır olduğunu da belirtmek isterim. Serzenişlerde, hep bunun aksini duyuyor olabilirsiniz, ama ben aynı kanıda değilim. Biz, üretmek istedik de, devlet mi engel oldu? Hayır! Temel sorun bizde. Bir an önce üzerimizdeki ölü toprağını atmak zorundayız. Bakın batıda, büyük dedeleri iplik satanların bugün dev tekstil fabrikaları, markaları var. Bizim coğrafyada ise bu örneğe, “dededen değil, babadan” başlamak zorundayım. Zira ikinci kuşaktan üçüncü kuşağa geçiş yok, ya da çok az. Babası iplik satan, hala iplik satıyor ve muhtemelen çocukları iplik satmayacak. “Bu örneği önemsemek ve çalışmak” lazım diye düşünüyorum.

İş insanları, üzerlerine büyük bir baskı olduğunu sıkça ifade eder. İş davalarından şikayetler vardır; yargı süreçlerinin uzamasından, vergilerden vs. Siz, bu görüşlere katılıyor musunuz? Bu sorunların çözülebilmesi, üretimin ve istihdamın artırılması için neler yapmamız gerek?

Az önceki soruda da biraz bahsettim. “Aslında üretmek, deli işi” diye… İşte bu soruda bahsettiğiniz o baskı da, delirmemizde önemli bir etken aslında. Tüm iş dünyası için bir şey demem doğru olmaz, ama üretim yapanlar için söylemek gerekirse, işveren ve işçi sorunları her zaman var. Bunlar, karşılıklı her iki taraf için de bazen tatsız süreçlere evrilebiliyor. Ancak son zamanlarda anlaşmazlıkların çözümü adına arabuluculuk mekanizmasının çok etkili ve faydalı olduğunu söylemek isterim. Böylece sorunlar hem daha hızlı hem de her iki tarafın lehine, ortak bir anlaşma ile nihayete erebiliyor. İstihdamın arttırılması konusuna gelince… Yine ezber bozmak gibi olacak, ama kalifiye işgücü ve ara eleman sorununun istihdamda en önemli sorun olduğunu düşünüyorum. Bu sorunuzu da, “eğitimin kalitesinin arttırılması” gerekliliğinin altını çizerek yanıtlamak istiyorum.
Az önce bahsettiğim bilimsel yöntemi temel alan iş modeli ifadesinin bu soru açısından somut örneği şu olabilir mesela… 4 yıllık bir Mühendislik Fakültesi mezununun sahip olmasını beklediğimiz, arzuladığımız tüm teknik donanımının yanında, en azından kendini ifade edebilmesi gerekiyor. Herkesi bu kümeye almak doğru olmaz elbette, hakkını verenleri tenzih ederim, ama diplomanın da her şey olmadığını hatırlatmak isterim.

Biraz da Hatay ve Sanat konuşalım isterim. Kültür-Sanat’a, sivil toplum çalışmalarına büyük emekler harcadığınızı bilen biriyim. Hatta eşiniz de, “Turna Sanat” adlı resim, heykel ve çeşitli sanat eserlerinin satıldığı bir işyeri açtı geçtiğimiz yıllarda. Bu başlığa değinmişken, mağazayı görmeyenlerin mutlaka ziyaret etmesini tavsiye edeyim. Hatay, hepimizin malumu, Kültür-Sanat noktasında müthiş bir potansiyele sahip. Fakat gereği gibi kullanılamadı bir türlü. Sorun neler, neler yapmak lazım?

2008 yılında evlendim, eşim İlke ile. 2 çocuğumuz oldu. Ateş ve Turna koyduk isimlerini. Eşim, müzik öğretmeni. İkimiz de sanata ilgiliyiz. Ben, herhangi bir enstrüman çalamıyorum maalesef, sesim de kötüdür. Ülkemizde böyle bir şey var ya, izleyici olarak sanatsever olamazsın! İllaki sahnede olmak lazım…
Eşim ile ortak ilgi alanımız olan sanat, yıllar içinde bizi küçük ve mütevazi bir koleksiyon sahibi yaptı. Yurtiçinden ve yurtdışından, tanınmış-tanınmamış birçok sanatçıya ait, hepsi bizim için ayrı ayrı çok değerli parçalar toplamaya başladık.
2018 yılında, eşim, özel sektördeki uzun soluklu müzik öğretmenliğine nokta koydu. Bu da çok ilginçtir ki, yukarıda bahsettiğim eğitim konusuna dönmek isterim tekrar… Sınava yönelik eğitim sistemimin bir parçası olan bazı eğitim kurumları, hatta bu sınava odaklanmış birçok veli için de aynı şekilde; müzik ve resim dersleri, soru çözülmesi ve sınava hazırlanmak için boş geçmesi gereken dersler olduğu için, eşim, özel sektöre veda etti. Serde delilik de var dedik ya… Her şeyi ile övünmekten kendimizi alamadığımız güzel Antakya’mızda bir tek sanat galerisi olmayışı kimseyi rahatsız etmemiş ve aklına gelmemiş olsa gerek, o işe biz soyunduk. Başta kendi koleksiyonumuzun sergilenmesi ve sanat eserlerinin satışına aracılık edilmesi amacıyla, çok küçük de olsa, Antakya’nın ilk sanat galerisini oluşturduk, eşimle birlikte. Adını, Turna Sanat koyduk. Daha doğrusu, eşim oluşturdu, ben de sonuna kadar destek oldum, yanında oldum. Sonuna kadar da yanında olacağım. Eşimin enstrümanı piyano. Aynı mekânda kişisel piyano çalışmaları da yapıyor. Tam olarak sanat dolu, kendisi çok küçük, ama çok sıcak bir ortam oldu.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mehmet Güleryüz, Devrim Erbil, Süleyman Saim Tekcan, Adnan Turani, Komet ve şimdi adını buraya sığdıramayacağım, ülkemizin çok değerli sanatçılarının çok özel parçaları var koleksiyonumuzda…
Şimdi samimi bir itiraf daha yapayım… Ben, Antakyalıların kapımızda kuyruk olmayacağını biliyordum elbet. Biz, sevdiğimiz işi, çok sevdiğimiz memleketimizde yapıyor olmanın mutluluğunu yaşıyoruz ve bu bize fazlasıyla yetiyor. Memleketimizden aldıklarımızı memlekete verebiliyorsak, ne mutlu bize. Ama bir istatistiki, bir kişisel tespitimi paylaşmak isterim bu başlıkta. Haftanın en az 3-4 gecesini dışarıda yemek yiyerek geçiren biz Antakyalıların, sanata ve sanatın her dalına ayırdığımız yıllık bütçe, maalesef 2 gecelik yemek bedelinin ötesine geçemiyor henüz.
STK’lar konusuna gelince de… Eğitim hayatım sonrası başlayan iş yaşamına paralel olarak, birçok sivil toplum kuruluşunda çok aktif görevler aldım. Ancak bugün gelinen noktada, STK’ların büyük bir çoğunluğunun temel fonksiyonlarını yitirdiğini ve topluma katkı sağlama noktasında çok etkilerinin kalmadığını görüyorum. Gönül bağı içinde olduğum bir iki STK hariç, tüm STK görevlerimden ve üyeliklerimden ayrıldım. İnsanların, STK’ları sıçrama tahtası olarak kullandığını gören, ama sıçrama hedefi olmayan birisi olarak, bunlar kişisel tespitlerim…

Hatay, aynı zamanda müthiş bir tarih. Çok güzel bir hikâyesi var. Kazmayı vurduğunuz yerden tarihi eser çıkan bir şehir. Antakya’dan Erzin’e, Samandağ’dan Yayladağı’na… Bu tarihe hakim değiliz ama… Hatta Hatay’ın anavatana kavuşması sürecini dahi gerektiği kadar bilmiyoruz. Tarih, kültür ve sanatı, turizmle ve dolayısıyla ekonomi ile nasıl bağlayabiliriz?

Bereketli Hilal’in tam tepe noktasındayız. Pergelin her iki ucu, tüm medeniyetlerin kesişme noktası olarak tam burada buluşuyor. Muhteşem bir coğrafyada, inanılmaz köklü bir geçmişin tam üstünde oturuyoruz. Ama tam olarak sizin de dediğiniz gibi, bilmiyoruz maalesef. Çünkü okumuyoruz. Hiç okumadık. Tarih, sanat, arkeoloji… Bunlara hiç ilgimiz olmadı bugüne kadar. Şimdi biraz biraz ilgilenir gibi olduk sanki. Sadece biz değil, bunu ekonomik bir kazanca dönüştürebileceğini anlayan herkeste bir hareketlilik var. Keşke sadece sanat için, sadece arkeoloji için ya da tarih için olsaydı bu hareketlilik, ama olsun… O da sorun değil. İlgilenmeye başladık ya, o da bir şey… Son yıllarda hayata geçen birkaç resmi ve özel projenin bunda çok etkili olduğunu düşünüyorum. Bu süreçte bunların katlanarak artmasını diliyorum.
Oruk, humus ve künefe ile insanlara sadece bir gece keyifli bir yemek vadedebilirsiniz. Biz, bunun çok daha fazlasına sahibiz. Bu açmazdan, bu kısır döngüden çıkmak lazım. Mutfakta dahi inovatif bir dönüşümü yakalayamadık. Kırk yıldır oruk, aynı oruk! Humus, aynı humus! Künefe, aynı künefe! “Bu turist, 2. ya da 3. gece, farklı ne yapacak?” sorusuna yanıt vermek lazım. Hiç kimse, iki ayrı lokantada, iki ayrı gece aynı yemeği yemek için bir şehri ziyaret etmez. Nerede özel müzeler, nerede sanat galerileri, kültür sanat merkezleri, opera, büyük meydanlar? Ya da deniz, yayla, dağ, sağlık turizmi, inanç turizmi yatırımları… Sadece birkaç yatırımcının elini taşın altına koyması ile olmaz bu iş. Aynı sanayicilikte olduğu gibi, burada da birkaç çılgına ihtiyaç var.
Madenli -Serinyol arası açılması muhtemel olan yolu çok önemsiyorum. Marina, Hado, Çevlik – Arsuz yolunun tamamlanması, ki özellikle bisikletle geçilebilecek olması, bunlar beni çok heyecanlandırıyor. Çok olumlu sonuçları olacağını düşünüyorum. Sayın Valimiz Rahmi Doğan’ın bu konuda Hatay için büyük bir şans olduğunu burada bir kez daha yinelemek isterim.

10 yıl içinde Hatay’ı nasıl hayal edersiniz? Bize, nasıl bir Hatay hayal ettiğinizi anlatır mısınız?

Paul Valery’in çok sevdiğim bir sözü var. “Hayalleri gerçekleştirmenin en iyi yolu, uyanmaktır!” Umarım ve dilerim, 10 yıl içinde; tarihi dokusunu koruyabilmiş, altyapı ve üstyapı sorunlarını çözmüş, tarımı, turizmi ve sanayisi ile kalkınmış, okuyan, düşünen, sorgulayan, uygulayan ve üreten mutlu insanların yaşadığı bir kent olabilir.

Teşekkürler…