İlki 2014’te, ikincisi 2017’de ve üçüncüsü de geçtiğimiz günlerde yayınlanan Suriyeliler Barometresi 2019 için konuşan Prof. Dr. M. Murat Erdoğan, “Aynaya bakıyoruz aslında. Suriyeliler nezdinde nasıl bir insanlığımız, hukuk anlayışımız, kapasitemiz, sorun çözme yeteneğimiz ve efsaneler dışında iyiliğimiz var; bunu görüyoruz” dedi, Hatay özelinde biriken sorularımızla cevapsızlığımızı bize bir kez daha hatırlattı.
“Hatay’a komşu Suriye kenti İdlib, Türkiye’deki sığınmacı kalabalığının sınır hattında biriken yansıması gibi…” Değerlendirmeyi yapan kişi, Antakya’da yaşayan ve Reyhanlı üzerinden insani yardım taşıyan konvoyların trafiğinde gönüllü çalışan bir Suriyeli. Ancak söyledikleri bununla kalmıyor…
“Hiçbir şey değişmedi. Herkes, tedirgin. Yarın ne olacağını kimse bilmiyor. Son dönemde Rusya’nın saldırıları, silahlı muhaliflerin varlığı, Türkiye’nin İdlib’de 10’dan fazla askeri noktada 10 binden fazla askeri ile her an Suriye ordusu ile çatışma olasılığı… Bölge, pimi çekilmiş bomba gibi. Burada herkes bir şey istiyor, ama kimsenin isteği bir diğeri ile örtüşmüyor. Yine de olacak şey belli! İran ne kadar geride dursa da, Moskova, Şam’ın arkasında durmaya devam ettiği sürece, İdlib bir gün patlayacak! İşte o zaman, Türkiye’deki sığınmacı kalabalığının sınır hattında biriken yansıması olan bu kentin on binleri, telleri de duvarları da dinlemeyecek.”
-VE ELDEKİ!-
Türk-Alman Üniversitesi Göç ve Uyum Araştırmaları Merkezi (TAGU) ile Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) desteğiyle tamamladığı Suriyeliler Barometresi 2019’u değerlendiren isim, Prof. Dr. M. Murat Erdoğan. EVRENSEL’den Ebru Yiğit’e konuşan ve kendisine yöneltilen soruları cevaplayan Erdoğan’ın tespiti de, çağrısı da, uygulanacak politikaya dair…
Suriyeliler politikasının aynı zamanda toplumsal geleceği zehirleme gücüne sahip olduğuna dikkati çeken Erdoğan, “Aynaya bakıyoruz aslında. Suriyeliler nezdinde nasıl bir insanlığımız, hukuk anlayışımız, kapasitemiz, sorun çözme yeteneğimiz ve efsaneler dışında iyiliğimiz var; bunu görüyoruz” değerlendirmesinde bulundu.
Merak edilen başlıklara oldukça net ifadeler ekleyen Erdoğan’ın tespitlerinde, son dönem kurumsal açıklamalarla ‘ötekileştirilen’ Hatay’daki Suriyeliler de var. Hatay’da, iki toplum arasında yaşanan kopukluk da var. Bu kopukluk adına uyum süreçlerini işletemeyenler de var. Birlikte yaşamın imkansızlığını resmileştirenler de var.
O zaman sorular gelsin ve Hatay’dan diğer illere, Türkiye fotoğrafı netleşsin…
Araştırmanıza göre; toplum, Suriyelilerin yüzde 84,5’inin devletinin yardımı ile geçindiğini düşünüyor. Ekonominin bu denli kötü olmasının sebeplerinden biri olarak da Suriyeliler görülüyor. Gerçek böyle mi?
Dünya’nın her yerinde, eğer bir sorun ortaya çıkmışsa, bu, yeni gelenlere yüklenir. Hele de, gelenler milyonları aşmışsa, yeni gelenin adı “göçmen” olsun, “mülteci” olsun, fark etmez. Çünkü herkes, o döneme kadar var olan huzurun veya refahın bu sebeple bozulduğunu ya da bozulacağını düşünüyor. Bu, Türkiye’de de böyle. Fakat Türkiye’nin kendi kriz ortamının zaten gergin bir ortam oluşu, mülteciler için de bir handikap. Kimsenin birbirine tahammül edemediği Türkiye’de, sonradan gelenin hiç şansı yok. Aslında insanlar, öfkelerini bir yere akıtıyorlar ve o alan, en garibanların olduğu alan. Başka bir nokta da, devletin, mülteciler ile ilgili iletişim stratejisinin eksikliği ve hatta yokluğu.
Ortada, düşmanlaştırıcı bir söylem olduğunu görüyoruz, ama kendisi de yoksul?
Çelişkili bir durum var. Suriyeliler nerede yaşıyor, diye bir bakın. En yoksul olanlarla birlikte yaşıyor. Yani hem yoksulluk dayanışması, hem de yoksullar arasında mücadele, aynı anda gerçekleşiyor. Ama dış politikada, Avrupa Birliği (AB) konusunun iç politikada bir karşılığı var. ‘AB desteği ile eğitimde, sağlıkta vs şunlar yapıldı’ demek, hükümete ağır geliyor. Zaten katkıları küçük ve arkasında dışsallama var diye bunu söylemek istemiyorlar. Ama unutmayalım, bu da, “Suriyeliler bizim vergilerimizle besleniyor’ algısını güçlendiriyor.
Yoksullaşan insanların, ‘Biz şu kadar para harcadık, Suriyelilere kimse sahip çıkmadı, biz çıktık’ demesinin bir karşılığı da, ‘Biz, devlet yardımı alamazken, onlar neden alıyor’ oluyor.
Yoksulluk, yoksulluktur! Elindekinin bir başkasına verilmesini istemez insan. Dolayısıyla Suriyelilere veriliyorsa da, ‘Neden biz bu haldeyken, bize değil de onlara veriliyor’ sorusunu soruyor. İşte bu yüzden de, gerçek, açıklıkla insanlara açıklanmalı.
Daha üstünden çok geçmedi; Samsun’da, Suriyeli bir gencin öldürüldüğü gün, Twitter’da hasthag olan şey #SuriyelilerSuriyeye idi!
Bu, toplumun ruh halini anlamak açısından çok acı ve çarpıcı bir örnek. Bu konudaki öngörülerimde çok yanılmadım, ama umarım bunda yanılırım
Suriyelilerden kaynaklı, önümüzdeki dönem ‘yumuşak’ ve ‘sert’, farklı güvenlik sorunları yaşamaya doğru koşar adımlarla gidiyoruz. Suç konusunda Suriyeliler, şu ana kadar çok pozitif bir performans sergilediler. Bu zamana kadar öldürülenler, tecavüze uğrayanlar oldu. Ama buna rağmen toplumda, bunun karşılığı “reddiye” ve “vicdansızlık” oluyor. Çünkü içimizde bir nefret toplumu yaratmış vaziyetteyiz. Onun için de Suriyeliler politikası, geleceğimizi zehirleme gücü yüksek konulardan birisi. Aynaya bakıyoruz aslında. Nasıl bir insanlığımız, hukuk anlayışımız, kapasitemiz, sorun çözme yeteneğimiz ve efsaneler dışında iyiliğimiz var, bunu görüyoruz, Suriyelilerin nezdinde. “Hak, hukuk, birey temelli onurlu bir hayat; statülerden, kimliklerden, ırklardan bağımsız herkesin hakkıdır” diye düşünmekten çok uzaktayız. Suriyelileri bir yana koyun, bizim kendi içimizde bunun neresinde olduğumuzu da görüyoruz. Mesela ana dilde eğitim? Düşünelim bakalım nereye varırız.
Suriyeliler Barometresi 2019’a göre; toplumunun yüzde 84,5’i, ‘Suriyeliler devlet yardımları ile yaşıyor’ diyor. Yüzde 54’ü ise Suriyelilerin dilenerek yaşadığına inanıyor. Fakat aynı toplumunun yüzde 56’sı ‘Suriyelilere Çalışma İzni verilmesin’, yüzde 67’si de ‘Kesinlikle bir işyeri açmasın’ diyebiliyor. Bu çelişkinin sebebi nedir?
‘Çalışma izni verilirse kalıcı olur’ diyor. Bu çelişkili hal sadece Türklere özgü bir durum değil. Almanların, Türkler için düşündüğü de böyleydi. Toplumsal hareketler, çok rasyonel ilerlemiyor. Bu, aynı zamanda bir duygu meselesi. Aslında kendi ile hesaplaşıp, ırkçılığını göstermenin bir yolu bu. İşin özeti şu aslında… Suriyeliler üzerinden aynaya bakıyoruz. Baktığımız ayna da eksiklerimizi görüyoruz, hatalarımızı görüyoruz ve bu süreci ne kadar yönetebileceğimizi de bunun üzerinden görüyoruz.
Eğitimlerinizde, yaşananların toplumsal bir şoka dönüştüğünü belirtiyorsunuz. Yaklaşık 4 milyon Suriyeli ile birlikte aynı ülkede nefes aldığımız gerçeğinden hareketle… Birlikte yaşam mümkün mü?
Temel sorun; etnik, dini, kültürel yakınlık ya da uzaklık değil, sayısal büyüklük. 3-4 milyonluk bir kitle; aynı travmalar, aynı geçmiş, aynı gerekçelerle ülkesinden kaçıyor ve Türkiye’de kendi yapısını kuruyorsa, bunun ortak yaşam için zorluklar yaratacağı kesin.
50 bin İranlı ile kimse ilgilenmiyor. ‘Hallederiz’ diyoruz. Ama nasıl Almanya oradaki 3 milyon Türk’ü dert ediyor, biz de 3-4 milyon Suriyeliyi hep bir sorun olarak göreceğiz. Dahası, onlar da kendi içine kapanıyorlar. Daha da kapanacaklar. 3-4 milyon, yeni gelene, başka bir özgüven ve içine girdiği toplumla diyalog konusunda da ‘ihtiyaçsızlık’ yaratıyor. Bu özgüven, yerel halkı tedirgin ediyor.
Ama şunu söylemek lazım… Biz, 10 senedir, bayağı birlikte yaşamayı başardık. Çatışmasızlık hali mevcut. 10 yıldır birçok şey yaşadık. Ama böylesi öfke düzeyi yüksek bir toplumda bile çok kötü senaryolar yaşamadık. Farklı takım tuttuğu için birbirinden nefret eden insanların olduğu bir toplumda, ben gayet dayanıklı çıktığımızı düşünüyorum.
Bunda iki önemli etken var. Birincisi, Suriyelilerin tıpkı 10 milyon Türk gibi kendisine kayıt dışı ekonomi içinde yer bulması ve kendi ayakları üzerinde durmayı başarması, ama ilaveten belirgin işsizlik yaratmaması. İkincisi ise Türk toplumunun ultra göçmen hali. Türkiye’de herkes, “Nerelisin hemşerim” sorusunu bunun için sorar. Dünyada eşi çok az şekilde, çok göç eden bir toplumuz. Son 4-5 yıldır yılda, ortalama 3 milyon Türk, ülke içinde göç ediyor. Bu, hızlı bir sosyolojik değişim demek. Ama aynı zamanda, ‘sonradan gelene’ tahammülü kolaylaştıran bir şey. Halden anlıyoruz. Biz de göçmeniz çünkü. Avrupa’daki stabil toplum ve nüfus yapısının bu kadar tedirginliği ondan.
Fakat ortak bir yaşam olurken, sadece sorunsuzluk değil, bir de ortak bir aidiyetten bahsediyorsak, o zaman “hangi aidiyet” diye sormamız lazım. Aslında Suriyeliler üzerinden kendi aynamıza bakıyoruz. Dolayısıyla tercihlerimiz; nasıl bir dünya, nasıl bir Türkiye ve nasıl bir kimlik tahayyül ettiğimizle alakalı. Tamer Yazar