1976’da “Tarihsel ve Doğal Sit Alanı” ilan edilen Safranbolu, eski Antakya’yı andıran kent kimliğiyle, Türkiye’deki korunması gereken yaklaşık 50 bin kültür ve tabiat varlığının 1125’ini barındırıyor. 17 Aralık 1994’ten bu yana Dünya Miras Listesi’nde olan ilçeyi hayranlıkla izleyenler, kadim kentin dar sokaklarını asfalta boğan, demir maskeler ardına iten, parça parça projelerle kurtarmaya çalışanlara soruyor…
Bu kentten; sayısız seyyah, sayısız gezgin ve bir o kadar da meraklı turist geçti. Her biri olmasa da, birçoğu, ona kendi hikâyesini anlatan bu şehir için kısa kısa yazılar kaleme aldı. Peki, onu ağırlayan Antakya için yazan biri devam etsin mi? Bize, bizi anlatsın! Anlattıkça da düşündürsün…
–
Antakya’da en çok, eski Antakya sokaklarını dolaşmayı sevdik. Mimari, şahane! Dapdar sokaklar, yüksek duvarlı labirent geçişler, duvarların ardında vaha gibi avlular, butik oteller, kafeler, minik dükkanlar, okul, cami, kilise ve havranın yan yana, dipdibe bulunduğu, İstanbul’un son renkli Karaköy veya Balat konseptini az biraz anımsatan bir bölge… Restorasyonlar hızla devam ediyor. Tüm eski evler tekrar hayat buluyor. Dolaştıkça, zaman duruyor. Her avluda, mis gibi kokan turunç, portakal ya da limon ağacı karşılıyor insanı. Affan Kahvesi, çok eski bir kıraathane. Yine de turistik bir ünü var. Çay bardağında, süvari denen Türk Kahvesi içmeden ve Haytalı (pembiş gülsuyunda, altı muhallebi, üstü sade dondurma) yenmeden dönülmezmiş. İkisinden de sadece birer yudum alabildik.
–
Evet, bize dair anlatılan hikâyelerden biri bu! Dahası var. Çok daha fazlası! Yanı başından kolayca geçip gittiğimiz, bu bol hikayeli kentin içinde belediyeler eliyle yıllardır devam eden, ama parça parça ilerleyen, o yüzden de bir türlü iki yakası bir araya gelemeyen restorasyon projelerini izliyor, kent insanı. Yıllar içinde yanan, çöken, bakımsızlıktan kullanılamaz hale gelen, kaderine terk edilen yüzyıldan eski binalar ise bu proje telaşını uzaktan, hüzünlü gözlerle izliyor.
Peki, batı Antakya denilen beton yığınına inat, dün hikâyesini korumak için yaşlı ve yorgun nefesini ısrarla alıp vermeye devam eden doğu Antakya’ya benzer diğer kentler ne durumda, biliyor muyuz? Bir kent mirası olmaları yanında, aslında bir dünya mirası olduklarının farkında olan kentler ne yapıyor, sahip oldukları için nasıl bir savaş veriyor, biliyor muyuz?
Bugün, biraz bildiğimiz, ama çokça uzaktan izlediğimiz bir kenti, Safranbolu’yu okuyalım. Antakya’nın, bir dünya kenti kimliğinde kaybettiklerini, Safranbolu’yu okudukça da netleştirelim.
-KENT GİZEMİ!-
Bir seyyah, bir yazısını şöyle bitirmiş… “Her eski kentin bir gizemi vardır. O gizem, o kenti, gelenler için öyle bir hale sokar ki, dönmek istemezsiniz. Ama o kaybolduğunda da, hayat durur.” İşte bu gizemin hala dün kadar canlı olduğu bir kentteyiz bugün. 1976’da “Tarihsel ve Doğal Sit Alanı” ilan edilen, 17 Aralık 1994’ten bu yana Dünya Miras Listesi’nde olan, Karabük Safranbolu’da.
Bu kenti gündeme taşıyan en önemli dönüm noktalarından biri, 1977 yılında 14. Antalya Film Festivali En İyi Kısa Metrajlı Film Dalında Altın Portakal Ödülü alan, Süha Arın’ın yönetmenliğini yaptığı ”Safranbolu’da Zaman” belgeseli oldu.
Geleneksel Türk sivil mimarisinin en çarpıcı örneklerini bir bütün olarak günümüze kadar ulaştırabilmiş ender yerlerden biri olan Safranbolu’yu, evleriyle ve zamanın olumsuz etkilerinin izleriyle yansıtan “Safranbolu”da Zaman”, kamuoyunda, “kültürel ve doğal çevrenin korunması” bilincinin oluşturulması çabalarına da önemli bir katkı sundu. Antakya adına bugüne kadar yapılmış bir şey mi bu, soralım! Kentteki eski evlerin envanterini çıkartıp dosyalamak değil, buradaki amaç, ama anlatmak… Bu kenti, dünün bugüne fısıldadığı kelimeleri, kalanların çizdiği yaşamları, koşe bucak saklanan kültürü, bu şehri şehir yapanların hikâyesini…
Belki de Antakya için de yapılması gerekendir, bir ‘belgesel’…
-ANLATTIĞI!-
“Safranbolu’da Zaman”, kent belgeselciliğinin en seçkin örneklerinden biridir. Klasik olarak niteleyebileceğimiz anlatım stilinin hâkim olduğu film, tarihi dokusunu kaybetmekte olan şehri, “zaman” teması ekseninde anlatır. “Akıp giden zaman, alıp götürmüştür birçok şeyi Safranbolu’dan” vurgusuyla başlayan bu yaklaşım, filmin geneline yayılır.
Tarihi kent, üretim ilişkilerinin değişmesi ve teknolojik gelişmelerle birlikte gelen kültürel değişimin etkisiyle unutulmaya yüz tutmuştur. Göçle birlikte farklı yaşam biçimleri şehri ıssızlaştırırken, özgün mimarisini de bozmaktadır. Artık yöreye has geleneksel mimarinin ürünü evler terk edilmekte, özelliklerini yitirmektedir. Restore ve renöve çalışmalarının olmayışı, bu özgün yapıları bilinçsiz, tarihi dokuyu zedeleyen müdahalelere bırakmaktadır. Süha Arın, tüm bu anlatılanları, “zaman” temasına yaslanarak sakin bir tonla anlatır. Kaybedilmekte olan kültür hazinesi evleri ve diğer tarihi değerleri, farklı yönleriyle izleyiciye sunar. Safranbolu evlerinin genel mimari özelliklerinden iç ve dış süslemelerine, yöreye özgü mitolojik inanışlarının evlere yansıyan biçimlerine, toplumsal belleğin farklı tezahürlerinin ev içlerindeki temsil edilme pratiklerine değin pek çok şey, belge filmin içinde sunulur. Bu anlatılanlar üzerinden, yöre halkının folklorik özellikleri gün ışığına çıkar. Safranbolu, aslında, “yitirilmekte olana bir ağıt” gibidir.
Evler yanı sıra, Safranbolu’nun hanları, camileri, saat kuleleri ve yaşantısına has birtakım detaylar da belgeselin diğer parçasını oluşturur. Tüm görüntülere, anlatıcının sesi ve Türk müziği eşlek eder. Film, sonlara doğru, kaybedilmekte olanlara odaklanır. Terk edilmiş evler, dokusu modern inşaat malzemeleriyle bozulan yapılar, yok olmakta olan zanaatler ve terk edilmiş zanaat çarşıları ekrana yansır. Safranbolu, giderek ıssızlaşmakta ve kaderine terk edilmektedir. Arın, yok olmakta olanın ıssızlığını gayet iyi belgeler.
Zaman vurgusuyla açılışını yapan belgesel, yine aynı vurguyla kapanışını yapar. Hâkim bir tepeden şehre bakan saat kulesi, orada öylece durmaktadır. Zaman imgesi suda somutlaşır, akıp giden su misali zaman yanında pek çok şeyi götürmüştür Safranbolu’dan. Yitirilişin hüznü, anlatının şiirsel diline yansır. Bu dil, belgesele edebi bir nitelik katar.
-ÇEŞMELER!-
Safranbolu için çekilen belgeselin bir örneği, yitip giden Antakya için de çekilir mi bilinmez, ama bu kentin hüzünlü dilinin en çarpıcı örnekleri, çeşmeleridir birçoğuna göre. Bu kısmı anlatan, yine bir gezgin olsun ve bize, ‘düşünün’ desin. Hatta ‘hayal edin’ diye de eklesin…
“Bir çeşme gördüm, adı ‘Uzun’ olan bir çarşıda. Şu koca şehri bir çarşıya sığdırmışsınız gibi, burası! Her şey var. Tüm hayatlardan bir parça var. Ama beni durduran hayatlar, çarşı içinde karşıma çıkan çeşmeler oldu. Tarihi bir kitapta bir çeşmeyi hatırladım, onlara bakarken… Etrafında insanlar, musluklarından akan sularla abdest alanlar ya da susuzluğunu giderenler… Eski ile yeninin içe içe kalabildiği ender anların fotoğrafı gibi, bugün kalanlar. Ama Antakya’nın çeşmeleri, yalnız. Bir o kadar da, vazgeçmiş! Binlerce yıl vazgeçmemiş bir kenti bu hale getirmek de bir başarı olsa gerek!”
-SORALIM!-
Bugün, düne olan sadakatinin karşılığını alan Safranbolu, yılda 1 milyon 300 bin yerli ve yabancı turisti ağırlıyor. O zaman, soralım…
Açılışını Hatay Valisi Rahmi Doğan eliyle yaptığımız Hatay Şehir Müzesi’nde sergilediğimiz ‘dün’ hikâyesinin, eski kentteki karşılığında bugün neye sahibiz? Korumacılık alanında Türkiye’ye örnek olan Safranbolu’nun ne kadar uzağında, ne kadar yakınındayız? Tamer Yazar