Sorunlar, Çözümler!
Geçtiğimiz günlerde YÖK konusunu gündemine alan ve buna dair değerlendirmesinde, “Esasen, darbe sonrası ortaya çıkan kurumlardan biri olan YÖK’ün varlığı ve hareket alanı her zaman tartışma konusu olmuştur” diyen Doç. Dr. Necmettin Çalışkan, olması gerekenlere işaret etti.
12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası Milli Güvenlik Konseyi tarafından hazırlanarak 6 Kasım 1981’de yayımlanan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile kurulan Yükseköğretim Kurulu (YÖK) için geçtiğimiz günlerde bir değerlendirme yazısı kaleme alan, Saadet Partisi GİK üyesi, Partinin Hatay siyasetindeki önemli ismi Doç. Dr. Necmettin Çalışkan, YÖK ve kronikleşen sorunları üzerine tespitlerine bu hafta da devam etti.
’12 Eylül’ün Mirası’ gözüyle bakılan ve bugün bile eleştirilerin odağında yer alan YÖK için konuşan Çalışkan’ın düşünceleri ve yaşanan sıkıntılara sunduğu çözümleri ara başlıklar halinde şöyle:
-BEKÇİ MAAŞI!-
Üniversitelerde tüm görevleri üstlenen, fakültelerin angarya sayılabilecek işlerini omuzlayan, yani bir açıdan memur gibi idari evrak işi yapan ve bir açıdan da akademisyen olmaları hasebiyle hocaların yerine derse girmekle, öğrencilerle muhatap olmakla yükümlü, ağır görevler yüklenen araştırma görevlileri, maalesef lise mezunu mahalle bekçisinden daha az maaş alıyor. Bekçinin iş garantisi var, ama araştırma görevlisinin garantisi yok. Böyle bir insandan da gelecek adına başarı beklemek gerçekten çok zor.
-GEÇİCİ STATÜ!-
Üniversitelerde, yalnızca doçent ve profesörler kadrolu, diğer tüm akademik personel “geçici statü” ile istihdam ediliyor. Bu durum, emekli oluncaya kadar da bu şekilde devam ediyor. Böyle bir ortamda, ast-üst hiyerarşisinde ciddi problemler yaşanıyor. Her yıl görev süresi uzatılacak olan akademik personel, üstlerinin insafına terk ediliyor. Çalıştığınız kurumda (üniversite) işten atılmadan görevinize bir yıl daha devam ederseniz, şanslısınız. Her şey tamam ise, bu yılı atlattıysanız, gelecek yıl yine aynı süreç sizi bekliyor. Sadece gelecek yıl değil, emekli olana kadar tekrarlanacak. Sözleşme, bazen iki yıl olabiliyor. Eğer anabilim dalı başkanı, bölüm başkanı, dekan, yönetim kurulu ve rektörlük silsilesinin herhangi bir yerinde bir sorun olursa, göreviniz sona erecektir. Nitekim pek çok örneği de var.
Sorun, çoğunlukla kişisel çıkar çatışması veya ideolojik sebeplere dayanır. Başka kurumlarda, iktidar müdürleri atandığından, her yerde iktidara uygun veya öyle görünen insanlar vardır. Ama üniversitelerde sadece rektörler ve dekanlar siyasi irade tarafından atanır. Bundan da kimlerin ezileceğini tahmin etmek güç değil.
-İŞ GARANTİSİ!-
Eğer üst yöneticiyle aranız iyi değilse veya herhangi bir sebeple sorun varsa, göreviniz uzatılmayabilir. Buna; verilen görevi yapmadığınız, personelle uyumlu olmadığınız ya da akademik faaliyete uygun birisi olmadığınız gibi gerekçeler pekâlâ bulanabilir. Mahkemeye verirseniz de, ancak birkaç yılda sonuç alırsınız. Diğer taraftan, yılların tecrübesine sahip ama üst unvan alamayan birçok doktor öğretim üyesi, bu görev uzatma kaosunu ve tedirginliğini emekli olana kadar yaşıyor.
Bir kişinin, bir üniversitenin daimi elemanı olması, doçent kadrosuna atanmadığı sürece mümkün değil. Kamu kurumlarındaki en tepeden odacılarına ve hizmetlilerine kadar herkesin iş garantisi var, ama akademisyenin yok.
-DARBECİLER!-
İşin niteliği ile verilen değer arasında ciddi bir uçurum var. Düşünün, bir kurumdaki temizlik personeli bile sizden daha fazla kendi kurumuna aidiyet hissediyor. Bu durum, bir sindirilmişlik psikolojisi oluşturuyor. Darbeciler, muhtemelen, beğenmediğimiz adamı rahat “kapı dışarı ederiz” diye böyle bir düzenleme yapmışlar.
-KİŞİYE ÖZEL!-
Herhangi bir yükselmeden sonra kadronun direkt ihdas edilmesi ise şart olmalıdır. Yıllarca emek verdiğiniz üniversitede unvan aldığınızda, mesela doçent olduğunuzda, bir kadro bekliyorsunuz. Bazen bu kadro, uzun zaman sonra açılıyor ve siz madden ve manen mağdur oluyorsunuz. Bazen de kadro açılıyor ve herkesin başvurusuna açık hale getiriliyor. Bu sefer de sizin bulunduğunuz konum da tehlikeye giriyor. Bu olmasın diye de, kişiye özel kadro açılıyor, ki bu kamuoyunda adil olmayan bir atama gibi algılanıyor.
Çözümü basit… Eğer kişi, o üniversitede çalışırken kadro almışsa, bu, herhangi bir bürokratik işleme gerek olmadan kadrosu verilmeli. İhtiyaç yoksa, ihtiyacı olan başka bir üniversitede verilmeli. Dışarıdan bir elemana ihtiyaç duyuluyorsa da, bu, açık ve tarafsız bir ilanla duyurulmalı. Başka bir ifadeyle, “kişiye özel kadro ilanı” sanılan şey; hakkın gasp edilmesini önlemeye yönelik, kanuni zorluğu aşma çabasından başka bir şey değil.
-DEKAN ATAMASI-
Sonra Dekan atamaları… Herhangi bir üniversitede görevli bir adam, herhangi bir kurumdan referans bulmuş, geçici bir süreliğine (3 yıl) dekan olarak görevlendirilmiş. Geçici olduğundan, doğal olarak buraya kalıcı hizmet vermekten ziyade ikbalini düşünür. Bu nedenle, bir fakülteye -kurucu Dekan hariç- harici Dekan kesinlikle yapılmamalıdır. Dekan olmak isteyen, kadrosunu getirmelidir. Veya eski üniversitesiyle ilişkisi bu süre zarfında kesilmelidir.
Fakültenin en önemli kadrosunun geçici personel tarafından işgal edilmesi, fakültenin bugününe de geleceğine de haksızlık olur. Ayrıca doçent olacakların da Dekan olarak önünün açılması gerekmektedir.
-PROFESÖRLÜK!-
Tabii yeri gelmişken, bir hususa daha değinelim. Doçent olduktan sonra profesörlük için zorunlu beş yıllık bekleme süresi, verimlilik açısından değersiz, sadece insanı yıpratmaya yönelik geçen bir süredir. Burada, doktora sonrası doçentlik dönemindekine benzer; uluslararası makale, ulusal makale, ders, atıf, sempozyum, bildiri, hakemlik vs. kitap gibi yayın ve üretim şartları getirilebilir. Hedef, beş yılı doldurmak değil, belli yayınlar ve akademik çalışmalar yapmak şeklinde revize edilmeli, bu süre de mutlaka iki veya üç yıla indirilmelidir. Tamer Yazar