Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Antakya’da Kültür Sanat

Hazırlayan: Mehmet Karasu Antakya

Hazırlayan: Mehmet Karasu

Antakya Kitaplığı
O İyi Kitaplar Olmasaydı/Emin Özdemir/Bilgi Yayınevi
“Edebiyatımızın gelişmesi ve Türkçenin doğru kullanılması yönünde özgün ve yetkin çalışmalara imza atan Emin Özdemir bu kitabında okuma, yazma, yaratma odaklı denemeleriyle nitelikli edebiyatın izini sürüyor.
Nobel Ödüllü Perulu yazar Mario Vargas Llosaşu sözleriyle aynı zamanda kitabın ismini de koymuş:
“Okuduğumuz o iyi kitaplar olmasaydı şimdikinden daha kötü durumda, daha uzlaşmacı, daha itaatkâr olurduk. İlerlemenin motoru olan eleştirel ruhun esamesi bile okunmazdı… (…) Edebiyatın bizi yalnızca güzellik ve mutluluk düşlerine daldırmakla kalmadığı, aynı zamanda her türlü baskıya karşı gözümüzü açtığından kuşku duyanlar, yurttaşların davranışlarını beşikten mezara kadar denetim altında tutmaya kararlı tüm rejimlerin edebiyattan niçin bu kadar korktuklarını ve neden gözlerini bağımsız yazarların üstünden ayırmadıklarını sorsunlar kendilerine…”
Kitabın özgün yanlarından biri edebiyatın yazarlık, yaratıcılık yönüyle birlikte okurluk yönünü de ele alması. Emin Özdemir “Okumanın Gizemli Gücü” başlıklı bölümde de nitelikli okuma üzerine denemelerine yer veriyor.
“Edebiyat ne işe yarar?” diye düşünenler, edebiyat üzerine araştırma yapanlar için iyi bir yardımcı kitap.
Yazar veya okur olarak edebiyatla ilgilenen herkes için ise bir başucu kitabı.” (Arka kapak yazısı)

Konuk Yazar
Umut Ve Barış Kenti Antakya/ Bf. Saadet Bilir
Urfa Kız İlköğretmen Okulu 4. sınıfını geçmiş, yaza merhaba demiştim. O yıllarda sınıfı geçenler, bir buçuk ay okulda yaz kurslarına kalıyordu. Bu süre içinde ders işlenmez, açılan kurslarda yeteneğimizi geliştiren ve genel kültürümüzü artıran çalışmalar yaptırılırdı bizlere. Bu güzel uygulamanın, Köy Enstitülerinden içi boşaltılarak öğretmen okullarına devredildiğini yıllar sonra anlayabilmiştim. Orada yaparak yaşayarak tarlada, ahırda, atölyelerde el becerileri kazandırılan, üretim yapılan çok işlevsel olan bu kursların, bizim okuduğumuz 1965 yılına gelene değin amacından uzaklaşılarak, adeta sınıfı geçenleri cezalandırma kursuna dönüştüğünü söylemeliyim.
27 Mayıs 1960 Devrimi’nden sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kız çocuklarının ilkokuldan sonra da okutulması için açılan öğretmen okullarından biri olan okulumuz, bir ilkokul binasında hizmet vermekteydi. Yeni okul binamızın yapımı sürmekte olduğundan; laboratuvar, atölye, spor salonu gibi eğitim ve öğretimin vazgeçilmezi olan mekânlarımız henüz yoktu. Bu Nedenle yaz kurslarını üretime dönük, verimli hale dönüştürmek olanaksızdı.
O yıllarda başarısız olunan derslerden bütünlemeye kalınır, eylül ayı başında yapılan sınavlarda başarılı olanlar, üst sınıfa geçer, olamayanlar sınıf tekrarlardı. Arkadaşlarla aramızda; bu kurslar bütünlemeye kalan arkadaşlarımız için olsa da derslerine çalışsalar, diye düşündüğümüz oluyordu.
Öğretmenlerimiz, altı haftalık bu süreyi daha verimli geçirebilmemiz için özveriyle çalışmaktaydı. Öğleye değin müzik, resim, görgü kuralları, heykel, fotoğrafçılık, folklor ve dans gibi ilgi ve yeteneğimize göre katıldığımız kurslarımızdan sonra, Urfa’nın kara ikliminde sıcaktan bunalıyorduk. Ben, o öğleden sonralarımı kitap okumaya ayırmıştım. Türk ve dünya klasiklerini okumam için güzel bir fırsat yakalamıştım. O yıllarda bütün derslerden sınava girilerek mezun olunduğundan, son sınıf ablalarımız mezuniyet sınavlarına hazırlanırken, ben de tenha bir köşe bucak bulup elimdeki kitabımı okumaya bakıyor; zamanımı değerlendiriyordum.
Okulumuz, bir yazlık sinemanın yanındaydı. İkinci kattaki yatakhanemizin o yöne bakan pencerelerinden biletsiz film izleyerek akşamlarımızı değerlendiriyorduk. Okul yönetimi bizi akşamüzerleri sık sık Balıklı Göl’e götürüyordu. Göldeki kayık sefalarımız ayrı bir güzellik katıyordu bu gezimize.
Öğretmenlerimiz o öğretim yılı başından beri bizlere, “sınıfı geçin sizi Antakya gezisine götürelim,” demişlerdi. Gezi için haziran ayında hazırlıklarımız başlamıştı. Hepimizi bir heyecan dalgası sarmıştı.
Yaz kursumuzun bitmesine bir hafta kala yola çıkmıştık. Neşe içinde şarkı, türkü söyleyip fıkra anlatarak yolculuk yapıyorduk. Orada, Antakya Kız Öğretmen Okulunda konaklayacaktık.
Bu benim gibi birçok arkadaşımın il dışına yaptığımız ilk geziydi. Farklı mekânlar göreceğimiz için hepimiz heyecanlıydık. Öğretmenlerimiz çok güzel bir program hazırlamıştı. Farklı bir eğitim kurumunu görmüş, koridorlarındaki tabloları, el işi ve resim sergilerini incelemiş, duvar gazetesindeki yazıları okumuştuk.
Harbiye Şelalesi, Sen Piyer Kilisesi, Antakya Müzesi ve o yıllarda gür, sık ağaçlarıyla dillere destan Antakya Parkı’nı gezmiştik. Farklı kültürlerin güzel dostluk ilişkisi içinde yaşadığı bu coğrafya çok ilginç gelmişti hepimize. Samandağ’da bir arkadaşımız dayanamayıp denizin mavi sularına atmıştı kendini.
Öğretmenlerimiz fırsat eğitimi yaparak, Belen Geçidi’ni, Antakya Müzesi’ndeki sanat yapıtlarını, mozaikleri, Asi Nehri’nin özelliklerini, kente ilişkin daha birçok şeyi bize yerinde anlatmışlardı. Görerek, eğlenerek öğreniyorduk.
Atatürk’ün, 1923 yılında Adana ziyareti sırasında siyah bayraklar ile karşılandığını, siyahlar içindeki Antakyalı bir liseli kız öğrencinin, “Paşam bizi de kurtar!” dediğinde; “Kırk yıllık Türk yurdu düşman elinde kalamaz!” yanıtını verdiğini ve oranın Türkiye sınırları dışında kalmasını bir türlü içine sindiremediğini; bir ara Fahrettin Altay’a, “Paşa biliyor musun ben Cumhur-başkanlığını bırakıp Hatay’a çete reisi olacağım,” dediğini anlatmışlardı.
Gezimiz çok güzel geçmiş, ardından yaz tatili için memleketlerimize gitmiştik. Öğretmenlerimizin Antakya ve Atatürk konusunda anlattıklarından etkilenmiştim. Sonraki zamanlarda bu konuyu araştırıp ayrıntılı bir bilgiye ulaşmak istedim.
Ankara Antlaşması’ndan sonra Fransızların Adana, Mersin, Osmaniye, Kilis ve Antep’i boşalttıklarını, İskenderun, Antakya, Kırıkhan, Reyhanlı, Altınözü ve Samandağ’ın ise Türkçenin konuşulması, Türk kültürünün yaşatılması, Türk Bayrağına benzetilen bir bayrağının olması, Türk gemilerinin İskenderun limanından yararlanması şartıyla özel statüde İskenderun sancağı olarak Fransız mandasındaki Suriye’ye bağlandığını; Lozan’da da bu biçimiyle kabul edildiğini, bunu Atatürk’ün içine sindiremediğini okumuştum.
Yıllar sonra, Atatürk’ün 29 Ekim 1937’de katıldığı son Cumhuriyet Balosu’nda Fransız Büyükelçisi’ne, “Büyük Meclisin kürsüsünden milletime söz verdim. Hatay’ı alacağım. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getiremezsem onun huzuruna çıkamam…” dediğini de öğrendim.
Hatta işi daha da ileri götürerek, Hatay sorununu kişisel davası olarak gördüğünü Cumhurbaşkanlığından da mebusluktan da istifa edeceğini, bu işte çalışan arkadaşlarıyla Hatay’a geçeceğini; oradaki mücahitler ve Türkiye’den kendisine katılacağını umduğu kuvvetlerle bu konuyu çözmek istediğini öğrenmiştim.
Hastalığı ve öleceği haberi Avrupa gazetelerinde yayınlanınca bundan etkilenen Atatürk, 19 Mayıs 1938’deyatağından kalkıp güçlükle yürüyerek Dolmabahçe Sarayı’nın penceresinde, Boğaz’dan kendisine teknelerle selam veren gençlere el sallayıp onları izledikten sonra trenle Mersin’e geldiğini, Adana ve Mersin’de askeri töreni ayakta izleyerek dünyaya, özellikle Fransa ve Suriye’ye sağlıklı olduğunu ve gözdağı verdiğini; Milletler Cemiyeti’nin kararıyla 1938’de yapılan seçimlerle Hatay Meclisi’nin açılarak Hatay Cumhuriyeti’nin kurulduğunu; 5 Temmuz 1938’de Türk askerinin Hatay’a girdiği haberi üzerine Boğaz’da motor gezintisine çıktığını, bu gezi sırasında ateşi çok yükseldiğinden yeniden yatağa düştüğünü; Türkiye Cumhuriyeti’nin girişimi ve çabasıyla Ata’mızın ölümünden kısa bir zaman sonra Bağımsız Hatay Cumhuriyeti’nin anavatana katıldığını ve Atatürk’ün, benim kişisel davam dediği Hatay sorununun diplomasi zaferiyle çözüldüğünü; 10. yüzyılda Mançurya ve Çin denizini işgal eden Hıtayların Anadolu’ya da geldiklerine inanan Atatürk’ün, “40 asırlık Türk yurdu” olduğunu düşündüğünden Antakya’ya Hatay adını verdiğini; bir başka görüşe göre Atatürk, Ön Türklerden olduğuna inandığı Hititlerin, MÖ 1200 yıllarında başkenti şimdiki Kırıkhan yakınlarında Kanula olan Hattena Krallığından esinlenerek İskenderun Sancağına, “Hatay” adını verdiğini öğrenmiştim.
Sonuç olarak Antakya, ailemle yaşadığım Adana ve öğrenim yaptığım Şanlı Urfa’dan sonra hakkında bilgi edindiğim üçüncü kent olmuştu.
Yıllardan sonra emekli olup ailece Mersin’de yaşamaya başladığımız günlerde Adana, Antakya ve Mersin’i kapsayan Çukurova Sanat Günleri’nin ve sonraki yıllarda Akdeniz Kentleri Sanat Oluşumunun Mersin temsilcisi olarak bu üç kent arasında kültür sanat etkinliklerinin mutfağında pek çok sanatsever arkadaşımla çalıştım. Antakya’ya gittim geldim, Antakyalı pek çok kültür sanat insanıyla Mersin ve Adana’da bu etkinlikler kapsamında buluştuk. Öğrenciliğimde göremediğim Antakya’nın diğer doğal, tarihi ve turistik mekânlarını gezip görme şansını yakaladım.
Oradaki hoşgörü ve hümanist bakışı, insan sıcaklığını, çok kültürlü halkının konukseverliğini, yüzyıllardır farklı inançların bir arada yaşamasının sağladığı güzel ve önemli bir değer olduğunu söylemeliyim.
Özellikle; AAlen Antakya Kültür Derneği Başkanı, eğitimci-yazar, Antakya’nın kültür elçisi Mehmet Karasu’nun, bu kentteki barış ve umut kuşlarının uçurulmasında; kısaca Antakya dendiğinde akla gelecek ilk kişinin o ve sanatçı dostları olduğunu belirtmeliyim.

Haftanın Şiiiri
Kudüs/ Nizar Kabbani
Ağladım tükeninceye kadar gözyaşlarım
Namaz kıldım sönünceye dek kandiller
Usanıncaya kadar rükû ettim
Muhammed’i sordum sende kaybolan
Ey Kudüs, ey nebilerin çıktığı şehir

Ey Kudüs, ey şeriatlar feneri
Ey parmakları yanan güzel çocuk
Hüzün var gözlerinde, ey iffet şehri
Ey Resulün uğradığı bahçe
Kaldırımlarında hüzün var
Minarelerinde hüzün var
Ey Kudüs, ey karalara bürünen şehir
Kim çalacak çanlarını Kıyamet kilisesinin
Pazar sabahları
Kim taşıyacak çocuklara oyuncakları
Yılbaşı gecesinde

Ey Kudüs, ey hüzünler şehri
Ey gözlerinden kocaman yaşlar akan
Kim durduracak düşmanları
Üzerine çullanan, ey dinlerin incisi
Kim silecek kanları duvarlarından
İncil’i kim kurtaracak
Kim kurtaracak Kur’an’ı
Kim kurtaracak Mesih’i kendisini öldürenlerden
İnsanlığı kim kurtaracak

Ey Kudüs, ey şehrim
Ey Kudüs, ey sevgilim
Yarın, yarın çiçek açacak limon
Sevinecek yeşil sümbüller ve zeytin
Gözler gülecek
Geri dönecek göçmen güvercinler
Tertemiz yuvasına
Ve geri dönecek çocuklar oynamaya
Buluşacak babalarla oğullar
Ey memleketim
Ey barış ve bereket şehri (Çeviren: İlyas Altuner)

Haftanın sanat Gündemi
Vatan şairinin evinden tarihe yolculuk
Tekirdağ’da vatansever usta şair ve yazar Namık Kemal’in eserleri ile vatandaşların evlerinden getirdiği tarihi ve kültürel eşyaların yer aldığı Namık Kemal Evi, geçmişle günümüz arasında köprü görevi yapıyor.
Süleymanpaşa ilçesinde Osmanlı mimarisiyle 19. yüzyılda yapılan 3 katlı Namık Kemal Evi, Tekirdağ Valiliği, Tekirdağ Belediyesi, Namık Kemal Derneği, kamu kuruluşları, okullar, öğretmen ve öğrencilerin desteğiyle 1993’te restore edilerek ziyarete açıldı.
“İntibah”, “Vatan Yahut Silistre”, “Cezmi”, “Zavallı Çocuk”, “Kara Bela”, “Akif Bey”, “Gülnihal” ve “Celaleddin Harzemşah” gibi eserleriyle tanınan “Vatan şairi”nin arşivi, kitapları, fotoğrafları ve çıkarmış olduğu gazetelerin yer aldığı ev, aynı zamanda kentin tarihi ve kültürel eserlerinin yer aldığı kent müzesi görevi de görüyor.
Tarihi Tekirdağ evleri örnek alınarak yapılan ve eşyaların toplanmasına Tekirdağlıların katkı sunduğu ev, ziyaretçilerin ilgisini çekiyor.
Giriş ve hol kısmında Marmara mermeri kullanılan evin bahçesinde açık hava sahnesi ve seyirlik alan bulunuyor.
21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da dünyaya gelen Namık Kemal’in eserlerinin bulunduğu evde aynı zamanda, Gazi Mustafa Kemal Paşa adına düzenlenen bir oda, Tekirdağ’ın eski fotoğrafları, 19. yüzyıla ait el işleri, aydınlatma araçları, Tekirdağlı şair ve yazarların eserleri ve kütüphane bulunuyor.
Ziyaretçilerine tarihe yolculuk yaptıran ve araştırmacılara kaynak olan ev, yerli ve yabancı binlerce turiste kapılarını açıyor. (Aydınlık)

5 partinin ortak teklifiyle 2021 ‘İstiklal Marşı Yılı’ kabul edildi
AKP, CHP, HDP, MHP ile İYİ Parti’nin imzaladığı ortak teklifle 2021, ‘İstiklal Marşı yılı’ olarak kabul edildi.
TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un ilk imza sahibi olduğu ve AKP, CHP, HDP, MHP ile İYİ Parti’nin imzasının yer aldığı önergeyle 2021’in ‘İstiklal Marşı Yılı’ olmasını içeren düzenleme TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Başkan Şentop, “İstiklal Marşı Anayasa’mızın ruhu, milletimizin istiklal ve anlam manifestosudur” dedi.
Genel Kurul’da, ‘Türkiye Çevre Ajansının Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’nin görüşmeleri devam ederken, TBMM Başkanı Mustafa Şentop ile AKP, CHP, HDP, MHP ve İYİ Parti ortak bir önerge sundu. Genel Kurul’da yapılan oylamada önerge kabul edildi. Buna göre, ‘İstiklal Marşı’nın Kabul Edildiği Günü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü Hakkında Kanun’a geçici madde eklenmesini içeren düzenleme kanun teklifine eklendi. Yapılan düzenlemeyle 2021, ‘İstiklal Marşı yılı’ kabul edildi. 2021 yılı boyunca bütün kamu kurum ve kuruluşları tarafından İstiklal Marşı’nın anlamını ve Kurtuluş Savaşı’nın önemini anlatmak amacıyla halkın ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla İstiklal Marşı’nın kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u anma etkinlikleri gerçekleştirilecek. (Bir Gün)

Prof. Orhan Kural Covid-19 nedeniyle vefat etti
Korona virüsüne yakalanan ve 2 haftadır yoğun bakımda tedavi gören Prof. Dr. Orhan Kural vefat etti. Kural, 70 yaşındaydı.
Kural, Covid-19’a yakalanmasının ardından 28 Kasım’da Prof. Dr. Feriha Öz Acil Durum Hastanesi’ne kaldırılmıştı. 70 yaşındaki Prof. Kural 9 Aralık’tan bu yana yoğun bakım ünitesinde tedavi görüyordu. Ses sanatçısı Onur Akay da dün Kural’ın durumunun ağırlaştığını ve bir süredir entübe durumda olduğunu açıklamıştı.

Bir Portre
Orhan Kural
1950 yılında İstanbul’da doğan Orhan Kural, Kadıköy Maarif Koleji ve İTÜ Maden Fakültesi’ni bitirdi. Burslu olarak eğitim aldığı New York Columbia Üniversitesi’nden Mayıs 1973’te Maden Yüksek Mühendisi unvanı alan Kural, Eylül 1978’de ise doktor unvanı aldı. İTÜ’de toplam 44 yıl hizmet veren Kural, bunun son 9 yılını bölüm başkanı olarak geçirdi. Kural, kömürle ilgili üç kitabın (biri İngilizce) editörlüğünü yaptı.
Kural, 17 gezi kitabı ve “Bu Kitap Başka” adlı anı kitabı hazırladı. Türkiye’nin değişik yerlerinde ve yurt dışında 42 kişisel fotoğraf sergisi açtı.
Birçok ülkede çevre bilinci vermeye yönelik 6 bini aşkın konferans verdi. Değişik kanallarda radyo ve televizyon programları hazırlayıp sunan Kural, 193 ülkeyi gezdi ve Nomadmania Sitesinde, dünyanın en gezgin insanları listesinde 48. sırada yer aldı. Türkiye Gezginler Derneği’ni kuran Kural, 2003’te Benin Fahri Konsolusluğu’na, 2013’te Vanuatu Fahri Konsolosluk Yardımcılığına atandı. Bine yakın ödül ve plaket sahibi olan Orhan Kural’a 2014’te Cotonou’da “Benin Cumhuriyeti Devlet Nişanı” takdim edildi. (AA)

2020 Yılının en iyi 5 romanı
1.Osman – Ayfer Tunç, Can Yayınları
2.2. Yaşadınız Öldünüz, Bir Anlamı Olmalı Bunun – Selim İleri, Everest
3.3. Hamamname – Murathan Mungan, Metis
4.4. Sus Barbatus! 2 – Faruk Duman, Yapı Kredi Yayınları
5.5. Ev – Nermin Yıldırım, Hep Kitap