“Hesap Lütfen”, Vedat Milor’un kitabı. Nurhak Kaya ile bir söyleşi şeklinde hazırlanmış. Pek çokları, Vedat Milor’u, -doğal olarak- yetkin bir gastronomi uzmanı olarak tanır. Şahsen ben de zaten bu şekilde tanımıştım. Fakat Vedat Milor’u araştırdığınızda, arkasında müthiş bir CV olduğunu göreceksiniz. Ben burada detaylı olarak yazmayacağım, fakat çok kısaca belirtmek de gerekir.
Galatasaray Lisesi’nde okuyor, sonrasında lisans Boğaziçi Ekonomi, Londra’da yüksek lisans, sonrasında Amerika’da doktora ve bu sırada hukuk eğitimi, sonrasında Amerika’da ve Türkiye’de çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği. Sanırım bu detaysız girizgah bile son derece yeterlidir.
Kitabın başında, Vedat Milor’un önsözünden bir bölüm alıntılamak istiyorum. Ülkemizde “kurumsallaşmanın tamamlanmadığını, yasa önünde eşitlik ilkesinin gerçekleşmediğini” belirtmekte, “sağlıklı bir ekonomik gelişmenin önündeki en büyük engel olan crony-capitalist ekonomik sistemin değişmeyeceğini, bunun bir ahtapot kolları gibi toplumun her hücresine ettiğini, öldürmeyen ama süründüren bir hastalık” olduğu ifade edilmiştir.
Hemen, dipnot olarak “crony-capitalist” terimi açıklanmış. Dipnottaki tanımı ile, “devlet yetkilileri ile imtiyazlı iş çevreleri arasında karşılıklı avantajlara dayanan bir ekonomik sistem. Rekabetçi Pazar ekonomisinin gelişmesini ve bunun için gerekli olan yasa önünde eşitlik ilkesinin yaşama geçmesini önlüyor. Devletin üst kademelerinde yolsuzluk ve toplumun her hücresine yayılan yozlaşma crony-capitalist bir politik-ekonomik sistemin doğal sonuçları” şeklinde ifade edilmiş.
Bu ifadeler, henüz ilk sayfalarını okumaya başladığım kitabı bırakmama ve bu yazıyı kaleme almama neden oldu.
Yıllardır ekonomistler, yazarlar, düşünürler, çeşitli platformlarda ekonomiyi ve ülke gündemini tartışır dururlar. Fakat bu başlıkları ifade edenlerin sayısı yok denecek kadar az. Sivil toplum kuruluşlarına bakıyorsunuz, siyaset kurumuna bakıyorsunuz, toplumun her kesiminde; “mevcut düzen devam etsin, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, ülke veya memleket çok da mühim değil, öncelik şahsi menfaatlerim” mantığı hakimdir.
Ve bu bakış açısı, ülkeyi batırmaz, öldürmez. Fakat tanımda belirtildiği gibi kronik ve adeta tedavi edilemez bir hastalık gibi. Çünkü sistem böyle.
Yalanın, hırsızlığın, rüşvetin alenileştiği, onurlu yaşamın yerle bir edildiği bir dönem içerisindeyiz. Bu konuları konuşan kamu kurumu, sivil toplum, siyasiler, bir avuçtur. Bakıyorsunuz yöneticilere, israf had safhada. Şahsi malvarlığında yapılırken bin kere düşünülecek, yahut asla yapılmayacak harcamalar, kamu kurumlarının yönetimi sırasında yöneticilerce asla düşünülmeden, hesap kitap yapılmadan harcanmaktadır. Şeffaflık deseniz, öyle bir terim zaten ülke gündeminden kaldırılmıştır.
Bakıyorsunuz Japonya’ya, Güney Kore’ye, sadelik ve tasarruf had safhada. Fakat maalesef ülkemizde de kamunun harcamaları, tutumsuzluğu had safhada. İhtiyacın fersah fersah fazlasında araçlar, kapatılmayan musluklar, elektrikler, ihtiyaç dışı alışverişler bitmek bilmiyor.
Kamudaki bu disiplinsizlik, denetimsizliğin ve hesap verilebilirliğin olmamasının bir sonucudur. Denetim ve hesap verilebilirlik olmazsa, israf oluyor. Bakınız spor kulüplerine… Hiçbir yöneticinin ve yönetimin şahsi sorumluluğu bulunmuyor. Gelen kulübü batırıyor, ceketini alıp çıkıyor. Buna benzer örnekler çoğaltmak çok kolay.
Konu dağıldı gibi anlaşılabilir, fakat dağınıklık yok. Sadece bir bahçe gezisi yaptık. Gezi sonrası geldiğimiz nokta ise “crony-capitalist” sistem. Yani “ahbap çavuş, eş dost kapitalizmi”… Denetimin, yasalar önünde eşitlik ilkesinin olmadığı bir sistem…
Çözüm; ifade özgürlüğünün teminatı, hukuk devleti, yasalar önünde eşitlik. Bunlar sağlandığında şahlanmak çok kolay.
YORUMLAR