Bir kaç tane tuğla!
28 Aralık 2014 günü açılan, ancak bahse konu ikinci etabı için 2017’nin sonunu bekleyen Hatay Arkeoloji Müzesi’nin eski binasında depolananlar deprem kuşağındaki bir kentin Allah’a emanet Roma’sı şeklinde!
2017 Aralık ayında 3 sene olacak. Açılışından bu yana geçen süre, 3 seneyi dolduracak. Geriye bakıp o güne, açılış gününe gidenlerin gördüğü mü? Oldukça büyük bir kalabalık ve o kalabalığa ekli bir Ankara. Kimler mi vardı o Ankara içinde? Haberin girişini hatırlayalım o zaman…
“28 Aralık 2014 Pazar günü yapılan görkemli açılışaTürkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Ahmet Davutoğlu ve Eşi Hanımefendi Sare Davutoğlu, Kültür ve Turizm Bakanı Sayın Ömer Çelik, Millî Savunma Bakanı Sayın İsmet Yılmaz, Hatay Valisi Sayın Ercan Topaca ve Eşi Hanımefendi Sevim Topaca, Adalet Eski Bakanı ve Hatay Milletvekili Sadullah Ergin, Milletvekili Orhan Karasayar, Mehmet Öntürk, Hacı Bayram Türkoğlu, Antakya Belediye Başkanı İsmail Kimyeci, Vali Yardımcıları, Hatay Protokolü ile çok sayıda vatandaş katıldı…”
O kalabalıktan geriye mi? Bir türlü bitmeyen bir taşınma hikâyesi kaldı ve o hikâyenin ucunda asılı duran emanetler… Peki, o emanetler nerede bekliyor? Nasıl bekletiliyor? Bekleyişlerine ekli risklerin hesabında durup ‘tamamız’ deniyor mu, denilebiliyor mu? Bu soruların cevabı, en azından eski müze binasında bekleyenler için can sıkan bir noktada!
-GELİŞİGÜZEL!-
Hatay gibi ‘deprem’ kuşağında olan bir coğrafyada tarihi eserlerin korunma şekli, en fazla sorgulanan başlıklardan bir tanesi. Çünkü hep dendiği ve tekrar edildiği gibi… Depremler, yalnızca müze binaları için değil, müzelerde sergilenen ve depoda korunan eserlere karşı da ciddi bir tehdit oluşturur, ki bazı müzeler için (Hatay bunlardan biri…) fazla sayıda kültürel ve tarihi nesne barındırıyor olmak, bu anlamda sorunları da beraberinde getirir. Depolarda korunan nesneler, aşırı yoğunluktan ve çoğu zaman da güvenli depolama teknikleri ile ilgili bilgi eksikliğinden kaynaklanan yanlış depolama koşullarından dolayı deprem zararlarına çok daha açık olabilirler.
Eldeki son fotoğraf karesi de buna mı dair? Taşınmayı bekleyen mozaikleri, kaldırım döşemede kullanılan kilit taşlarının üst üste birikmesinden oluşan ufak bir tepecik üzerine gelişigüzel koymak da buna mı dair?
-6700’ÜN BEKLEYİŞİ-
33 bin metrekare kapalı alana sahip yeni Arkeoloji Müzesi’nin normal şartlarda 11 bin 700 metrekarelik sergi salonunun sadece 5 bin metrekaresinin ziyarete açık olduğu düşünülecek olursa, eldeki bekleyişin ‘neden’ olduğu daha iyi ortaya çıkacaktır aslında. Peki, bu bekleyişin ‘uzman’ ekiplerin ‘kontrollü’ denetimleri eşliğinde ilerlemesi ve eldeki görüntünün aslında hiç ‘yaşanmamış’ olması da gerekmiyor mu? “Müze binalarının deprem güvenilirliğine ilişkin yapısal kaygının ötesinde, birçok müzede eserlerin deprem sırasında dengede kalmalarını sağlayacak şekilde sergilenmedikleri ve depolanmadıkları görülmektedir” diyenler haksız mı?
-SORUMLULUK KİMDE?-
Durumu izleyen ve fotoğraflayan yabancı bir gazetecinin buna dair ifadesi oldukça dikkat çekici:
“Türkiye, Kültür Bakanlığı eliyle her sene çok ciddi bir uluslararası tarama gerçekleştiriyor. Anadolu’dan kaçırıldığı iddia edilen eserlerin takibini yapıyor. Aslında bu takibi çok da sıkı yapıyor ve sonunda o takip ettiği şey ne ise alıyor. Bir taraftan bu çabayı izleyen bizler, burada şahit olduğumuz şeye ise şaşırıyoruz. Aslında şaşırmamak mümkün değil. Bakıp da ‘bu gerçek mi?’ diye sormamak mümkün değil.
Bu bir mozaik. Hangi dönem bilmiyorum ama, Müze’nin geçmişi ve bu toprakların eskiye dayanan derinliği itibariyle, Roma olma ihtimali yüksek. Yani eşsiz bir şey olmalı. Hikâyesi ya da kendisi… Ama baktığınızda, birkaç taş üstünde duruyor. Taşları nasıl olup da böylesi bir ağırlığın altında dengede tutabilmişler, merak ettim. Ama korkmamışlar mı? Ya da korkmuyorlar mı? Olası bir sarsıntı bu mozaiğin düşüp kırılması demek. Parçalara ayrılması ve yok olması demek. Bunun için her hangi bir güvenlik önlemi dahi alınmamış. Belli ki yeni müzeye taşınması için bekletiliyor. Ama bu bekleyiş olması gerekenin çok ötesinde. İş bilmeyen biri bunu yapsa anlarım ama, Antakya gibi bu kadar medeniyeti taşımış bir kentin uzmanlarının böylesi bir görüntüye izin vermemesi gerekirdi. Haksız mıyım? En azından ben böyle düşünüyorum. Üzücü. Başka da bir şey söylemek istemiyorum.”
-İLK İŞLEVDEYİZ!-
2012 senesinde, Aysun Altünbaş ve Çiğdeni Özdemir tarafından hazırlanan “Çağdaş Müzecilik Anlayışı ve Ülkemizde Müzeler” başlıklı makale biraz da buna dair. En çok da, Antakya noktasında tartıştıklarımıza ve eleştirdiklerimize dair. Koruma noktasında ‘ne yapıp’ ne ‘yapmadığımıza’ dair… Peki, söylenen mi?
“Müzenin en önemli işlevi korumaktır. Bu işlev, klasik müzecilikte olduğu kadar, modern müzecilik anlayışında da birincil öneme sahiptir. Bu çerçevede, eserlere hangi faktörlerin zarar verebileceğini anlamak ve koleksiyonların gelecek nesillere aktarılabilmesi için sağlıklı muhafaza koşullarını oluşturmak, öncelikli adım olmaktadır.”
Devamı mı?
“Müzecilikte eserlerin ‘korunmasında’ depolama tekniği de büyük önem arz etmektedir. Teşhirde olmayan eserlerin ‘uygun’ ekipmanlar yardımıyla dış etkilere karşı ‘korunarak’ muhafazası, etkin bir depolama sistemiyle mümkün olmaktadır. Depolama sisteminin zemini ‘yerden en az bir metre yüksekte’ bulunmalı, duvarları sağlam, nem ve ısı geçilmeyecek şekilde dizayn edilmelidir. Depolar su baskınlarına karşı korunaklı olmalı, madeni raflar paslanmaz çelikten yapılmalı, biyolojik tahribata karşı da cilalanmalıdır. Rafların boyanmasında kullanılacak ürünler, eserlere zarar vermeyen asitsiz türden olmalıdır. Raflar, objelerin özelliklerine göre farklı yükseklikte ayarlanabilir olmalı, duvara desteklerle sabitlenmelidir. Duvara asılan veya yerden ayaklı vitrinler seçilmelidir. Ayrıca, modern müzecilikte eserlerin bakım ve onarımlarının yapılarak en uygun koşullarda saklanması için ‘konservasyon ve restorasyon’ ekipleri kurulmaktadır.”
Eldeki detayların resminden çıkıp kendi resmimize tekrar bakalım mı? Üst üste istiflediğimiz kaldırım taşları üzerinde yükselttiğimiz mozaiklerin duvara yaslanmış hallerine son bir kez bakıp, ‘bu böyle olmaz’ diyelim mi? -Tamer Yazar-