Kitabını da okuyabilsin…
19. Yüzyılda inşa edilen 2 katlı eski bir Antakya evini, Hatay Valiliği’nin “proje” sahipliğinde ve Gıda Tarım ve Hayvancılık İl Müdürlüğü’nün “sorumlu kurum” kimliğinde -Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Müzesi- olarak yeniden hayata döndüren proje, eksiğini tamamlıyor…
Açıldığı günden bu yana, istendiği ve beklendiği gibi ilgi görmediği konusunda eleştirilerin hedefine oturtulan “Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Müzesi”, bu eleştirilerden bazılarını ‘telafi’ etme adına yeni projeleri hayata geçirmeye hazırlanıyor. Hazırlanırken de, sadece bir ‘müze’ değil, yaşayan ve nefes alan bir tarihin parçası olarak kent hayatına ve insanların trafiğine katılmaya yönelik
adımlar atıyor.
-DEĞİŞİM ŞART!-
Tam da bu noktada duran düne dair haberimizin ilk cümlesi şuydu… “2 binden fazla bitki türüne sahip olan Hatay, bu zenginliğini, 19. yüzyılın son döneminde yapıldığı ifade edilen tarihi bir Antakya yapısı içinde -2012 senesinde- hizmete soktuğu Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Müzesi ile taçlandırsa da, yaşanan -tartışmalı- aksaklıklar, bu merkezin ne kadar doğru kullanıldığı sorusunu da akıllara getiriyor…”
Düne dair söylenenlerin eleştirisi ise şuydu… “Geleneksel bir mimari, kocaman bir avlu, müthiş bir bitkisel zenginlik… Peki, tüm bunlar neden misafirlere ikram edilmiyor? Burada bulunan bazı bitkiler, gelen misafirlere sıcak bir şekilde ikram edilebilir aslında. Bu hem ilgiyi arttırır hem de Müze’yi canlı tutar. Zaten bunca masa sandalye ile bir kafe havası verilmek istenmiş buraya, insanlar otursun ve vakit geçirsin istenmiş. Bence bu uygulama ile bu bina da bu müze de yeniden ruh bulur. Çünkü fazla sessiz ve sahipsiz gibi…”
Bugün mü? Bu eleştirileri ortadan kaldırmaya hazırlanan çalışmalar sessiz sedasız yürütülüyor. Aldığımız bilgiye göre, bu çalışmaların başında, ‘endemik’ zenginliğin orta yerinde duran Antakya adına ‘bir fincan bitki çayı içer misiniz?’ sorusu geliyor. Ancak bu soru dün kadar ‘cevapsız’ değil. Yakın bir zamanda, Müze’de bulunan bitkilerden oluşan bir menü, gelen misafirleri karşılamaya hazır hale gelecek. Bu ise, ‘sabit’ müze algısı yerine, içinde olduğu kentle ‘yaşayan’ ve ‘soluk’ alan bir müze gerçeğini Antakya ile tanıştıracak.
-RAFLARDA KİTAPLAR-
Yapılacak diğer bir düzenleme ise, Müze’deki bitkisel zenginliği farklı yönleri ile anlatacak ‘zengin’ bir kütüphane… Sadece bakmak ve incelemek yerine, var olana ait detayları okumak isteyenlerin oldukça ilgisini çekmesi beklenenler için konuşan bir vatandaşın söyledikleri, hizmetin ‘yaptım-oldu!’ kısmından ‘yaptım-oldu mu?’ kısmına geçenler için gelsin…
“Bir kez gittim. Ardından şehir dışından gelen misafirlerimle beraber bir kez daha. Ama her ikisinde de Müze adına bende kalan his değişmedi. Sıkıldım desem. O muhteşem Antakya evinin boş avlusuna bakan odalara istiflenmiş kuru bitkilerin kalabalığından sıkıldım. Açık ve net… Tek tek odaları gezdik ve çıktık her defasında. Orada ekstradan durmamıza neden olabilecek bir şey bulamadık. Bu anlattıklarınız hayata geçerse eğer, yine gitmek isterim. İşte o zaman, hem görmek hem de gördüğümden keyif almak için gitmek isterim. Merak ettim! Hangi bitkilerin çayları olacak acaba? Hangisi olursa olsun, bu iyi bir değişim olacak. Hem dünün Antakya evinde hayata geçen bir Müze için, hem bu Müze’deki bitki zenginliğini anlatmaya çalışanlar için, hem de bu kentin insanları dışındakilerin merakında bir çekim merkez yaratmak için…”
-KOPUKLUK VAR!-
Ekonomik anlamda yaşadığı sıkıntıları en çok da turizm sektöründe biriktiren bir kent olan Antakya, kent yaşamını, sahip olduğu tarih ve kültür ile birleştirmekte dün olduğu kadar bugün de zorluk çekiyor. Aslında, kimilerinin söylediği gibi, bu noktada ciddi bir kopukluk da yaşıyor. Çünkü bir tarafta akan ‘bugün’ var, ancak diğer tarafta kendi kaderine teslim bir başka tarih, dün… Oysaki bu konuda bir ‘iç içe’ geçmişlik yaratılamaz mıydı?
Bu soruya başka bir vatandaş cevap versin…
“Ara ara Antakya’nın Saray Caddesi’nin trafiğe kapalı kısmında oturup kahvemi yudumlarım. Tek bir şey söyleyeceğim… Bir tane Roma kalıntısı var hemen caddenin girişinde. Etrafı kapatılmış olan hani… Ama açık söyleyeyim. Beğenmedim. Restorasyondan önceki halini bilen biri olarak, sonrasını hiç beğenmedim. Ama konu dağılmasın, dediğinize geleyim… Aslında, cadde ile iç içe bir yaşam kültürü yaratılabilmiş olsaydı, çok farklı bir cadde atmosferi yaratılabilirdi burada.
İnsanların kahvelerini yudumlarken o tarihle iç içe olduklarını düşünsenize. Bugün, sadece trafiğe kapalı ‘sıradan’ bir cadde olan burasını, dünyada konuşulan bir hale getirirdiniz. Zor mu? Değil. Ama uğraşmak gerek. Uzman görüş gerek. Vizyon gerek. Uzun vadeli düşünüp, bu kentin tarihine yatırım yapmak gerek. Tarihten para kazanmanın, onları sadece dört duvar arasında biriktirmekten öte olduğunu anlamak gerek. O yüzden de, ‘şehir içindekileri şehir yaşamına nasıl katabilirim?’ sorusuna sahip çıkmak gerek.
Ya da olanı olduğu gibi bırakmak! Sanırım bu daha kolay. Kim uğraşacak şimdi onca şeyle. Hem zaten Uğur Mumcu’da çıkan tarihi eserlerin ‘bilinmezliğini’ izleyip durmuyor muyuz? Ne olup bittiği bu kadar saklanan başka bir ülke var mı? ‘Çıkan nedir, ne değildir, nasıldır’ diye soranlara başka bir ülke olsa çoktan cevap verilmişti. Ama burası Türkiye. O yüzden siz unutun söylediklerimi.”
Vatandaşın dediği gibi, unutsak mı? Yoksa, bu kentin dünü ile bugününü ‘barıştırmak’ noktasında ‘başarısız’ olanlara ‘uyanın’ mı desek?
-Tamer Yazar-