Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Jozef Naseh Dr. Tuğçe Tezer ile röportaj yaptı

Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Kent Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Saadet Tuğçe Tezer:

“RUHUMU ANTAKYA’DA BIRAKTIM”

Mimar Sinan Üniversitesi Güzel

Doktora tezini kadim Antakya’nın yerleşme tarihi, sosyo-kültürel ve fiziksel değişimi, nüfus artışının kentsel yaşama etkisi konusunda yapan Dr. Tuğçe Tezer Hocamızla, kadim Antakya’nın, deprem öncesi ve sonrasını konuştuk. Üç saat süren söyleşişimizin önemli dipnotlarını sizlerle paylaşmak istedim.

NASEH: Değerli Hocam ben sizi yakından tanıyorum. Okurlarımız için, kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

TEZER: 2010 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden mezun oldum. 2013 yılında aynı bölümden, “Kentsel Mekân Organizasyonu ve Tasarımı Programı”ndan yüksek lisans derecemi aldım. 2019 yılında ise, 2013 yılında İTÜ’de başladığım doktora eğitimimi “Yerleşme Tarihi Analizi İçin Bir Çerçeve: Antakya Örneği” başlıklı doktora tezimle, MSGSÜ Şehircilik Programı’nda tamamladım.

NASEH: Neden Antakya?

TEZER: Antakya’yla ilk defa, bundan seneler önce Antakya’dan Beşiktaş’a gelen bir kolinin içindeki biberli ekmekle yaptığımız bir kahvaltıda tanıştım. Biberli ekmek ve vadettiği kültürel çeşitlilik öyle güzel ve merak uyandırıcıydı ki, o kahvaltıdan birkaç hafta sonra Doktora başvurumu, Antakya konusu üzerine yapmıştım bile. Bu zamandan sonra birçok yerde karşıma Antakya’yla ilgili kaynaklar çıkmaya başladı. Sürekli dolaşmayı sevdiğim sahaflar çarşısında, İstanbul-Ankara uçağında önümdeki koltuğun sırt cebindeki dergide, tesadüfen aldığım gazetenin turizm tanıtım ekinde… Sonra giderek Antakya kaynaklarını arayıp bulmaya çalıştığım bir döneme girdim ve Antakya’ya ilk defa geldiğimde, ona dair çok okumuştum. Hatta arkadaşlarım, Antakya’yı gözümde çok büyüttüğümü, bu nedenle hayal kırıklığına uğramamak için beklentimi düşürmem gerektiğini söylediler. Antakya’ya girdiğim ilk ânı hatırlıyorum. Gaziantep’ten bindiğim bir minibüsle, eski otogara yanaşmıştık. Çok sevdiğim bir arkadaşım beni oradan aldı ve hemen tarihi Antakya’ya götürdü. “Hayatımda hiç böyle bir şey görmedim!” hissimi hatırlıyorum. Güzelim avlulu kafelerden birinin üst katında, elimiz avludaki limon ağacının yapraklarına dokunurken içtiğimiz süvari kahvenin tadını bugün hâlâ hatırlıyorum. Dünyanın hiçbir kentinde görmediğim; birbirinin içine girmiş ve birbirinden beslenen, kültürel, sosyal, ekonomik ve inanca dayalı paylaşımın sahnesi müthiş bir kent dokusuyla karşılaştım. Gözümü 21. yüzyılda kapatıp, 19. yüzyılda açabiliyordum ve bu durum, Antakya için oldukça sıradandı. Arıklı sokaklarında gezerken geçen zamanın her saniyesini zihnime kaydetmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Gitmeden önce okuduğum kitaplarda geçen büyük yapıları, avlulu konutları, dar sokakları ilk gördüğümde; Antakya’yı o güne kadar beklemiş olmama kesinlikle değdiğini hissettiğimi hatırlıyorum.

NASEH: Hayal kırıklığına uğramadınız yani?

Aksine, hayal kırıklığına uğramaya çok uzaktım! Hayatımda gördüğüm en güzel şeyle karşılaşmıştım. Doğasıyla, yapılarıyla, tarihiyle, kültürüyle, insanıyla, suyuyla, müziğiyle, … hayatımda gördüğüm en güzel yer Antakya. Yıllar içinde Antakya’nın hayatımdaki önemi doktora tezimi çok geride bıraktı ve Antakya, her şeyiyle hayatımın merkezine yerleşti. Dışarıdan Antakya’ya gelen bir araştırmacı olarak, bir gün bile kendimi Antakya’nın dışında hissettiğimi hatırlamıyorum. Orada olduğum süre içinde her gün selamlaştığım esnafı, sokak müzisyenini, ertesi gelişimde yine yerinde bulmak; bu huzurun büyüklüğünü ve önemini -özellikle de depremden sonra- artık tarif etmek çok mümkün değil. Fakat her koşulda, seneler içinde Antakya’nın sokaklarını her adımladığımda, Köprübaşı’nda sırtımı Habib-i Neccar Dağı’na yaslayıp Meclis binasını ve eski müzeyi izlerken Asi Nehri’nin esintisiyle her serinlediğimde, Uzunçarşı’nın kendine özgü baharat, limon ve zanaat kokan havasını her soluduğumda, sohbetimiz Harbiye şelalesinin bazen yükselen sesiyle her kesildiğinde, Meydanköy’ün denizinde yüzerken kıyının hemen ardından başlayan dağın sınırını her fark edişimde, Vakıflı köyünün vadilerini sarmış portakal ağaçlarının kokusunu her içime çekişimde; aklımdaki Antakya ruhu ve imgesi, oluştu, bütünleşti ve beni de kendisinin bir parçası haline getirdi. “Ruhumun aradığı kent bu!” dedim, bu hayatta ya da çok daha önceki zamanlardan beri aradığım kent bu.

NASEH: Kadim Antakya’da, üretim ve tüketim ilişkileri sosyal dokuyu nasıl etkiledi?

TEZER: Antakya’nın farklı uzmanlıklar tarafından yapılan tanımlarında, “çok katmanlı” bir kent olmasına dair bir uzlaşı söz konusu. Bu çok katmanlılığın yönetimsel, ekonomik, sosyal ve kültürel yönlerinin yanında oldukça önemli fiziksel yansımalarına kentin pek çok yerinde rastlarız. Üretim ve tüketim ilişkileri ise, Antakya da dâhil olmak üzere pek çok kentte farklı üretim türleri, hammadde ilişkileri ve ticari akışlarla ilişkilenen temel konulardan biridir. Antakya’da tarihsel süreçte tarımsal üretimin narenciye (özellikle portakal ve limon), hububat ve zeytin üretimi üzerinden ilerlediği, zanaat üretimi açısından tarımla ilişkili olarak zeytinyağı ve defne sabunu, zeytinyağı üretiminin yanında, ipek böcekçiliğinin uzun yıllar boyunca önemli bir geçim kaynağını oluşturur. Bu üretimin ilişkileriyle ortaya çıkan ürünler, Antakya kentinin İskenderun Limanı ve Halep kentinin dâhil olduğu bir ticaret ağıyla uluslararası ticarete entegrasyonunun başlıca kaynağını oluşturur. Üretim ve ticaret ilişkileri, kır-kent ilişkisinin yanı sıra farklı üretim bölgeleri arasında ilişkilerin gelişmesini, dolayısıyla sosyal dokuda hem zanaat ve üretim yöntemlerine dair bir değişme ve gelişme sürecini hem de bu üretim ve tüketim ilişkilerine katılmak üzere yer değiştirerek Antakya’ya göç eden nüfusları beraberinde getirir. Bu göç ve uzmanlaşma adımları, sosyal dokuda belli bir değişimi beraberinde getirir.

NASEH: Antakya’nın, 1910-1960 yılları arsındaki kentsel ve yaşamsal dokusunu incelediniz. Bu süreci kısaca anlatır mısınız? Fransız işgali yıllarında, kent planlaması yapıldı mı? Yapılan planlamanın temel amacı nedir. Paris kentinin kent planlaması örnek alındı mı?

TEZER: Antakya pek çok istisnanın buluştuğu bir kent. Bunlardan biri de yönetim tarihiyle ilgili. 1910 yılında Osmanlı’nın son döneminde Osmanlı idaresinde bulunan Antakya, 1920 yılında Birinci Dünya Savaşı’nı takiben Fransız idaresine girer. 1938 yılında başlayan Bağımsız Hatay Devleti Dönemi, Antakya’nın Hatay’ın Merkez ilçesi olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne dâhil olmasıyla 1939 yılında sonlanır. Böylece Antakya, 50 yıl içinde dört farklı yönetimin idaresinde kalmış olur. Bu süre içinde öncelikle Osmanlı son döneminde başlamış olan Tanzimat hareketleriyle başlamış olan modernleşme süreci, Antakya için Fransızlar döneminde kentsel mekânda bazı somut değişiklikler üzerinden izlenir. Bu döneme kadar yalnızca Asi Nehri’nin doğu yakasında gelişmiş olan kent, Fransızlar döneminde tarihi Roma köprüsünün karşı yakasına geçer, bugün Köprübaşı ya da Cumhuriyet Meydanı olarak andığımız kamusal mekân, onu çevreleyen kamu yapıları ve batı yönünde giden yollar ile etrafındaki kent dokusu oluşmaya başlar. 18 haritadan oluşan Fransız kadastral haritalarının da hazırlandığı bu dönemde tarihi Herod Caddesi’nin izini takip eden Rue Jadid (bugünkü Kurtuluş) Caddesi de açılır. Tarihi kent için Kurtuluş Caddesi’nin açılması dışında korumacı bir yaklaşım benimsenir. Aynı zamanda çok sayıda eğitim yapısı, büyük sağlık tesisleri, Saray Caddesi üzerinde konut ve ticaret yapılarının inşa edildiği dönemin ardından 1939 yılı itibariyle Antakya için Cumhuriyet döneminin başlamasıyla, Fransız döneminde başlamış olan modernleşme hareketleri sürdürülür ve geliştirilir. Fransız döneminde yapılan mekânsal değişiklikler, Danger Planı’na temellenirken, Türkiye Cumhuriyeti döneminin Antakya’daki ilk kent planları Asım Kömürcüoğlu ve Gündüz Özdeş planlarıdır. Bu dönemde Antakya’nın nüfusunda yine kozmopolit bir yapı söz konusuyken, Fransız idaresinin yöneticileri ve memurları ile yabancı mimarlar da, bu dönemin sosyal dokusunun belirgin bir parçasını oluşturur. İzleyen dönemde idari kadrolar Türkiye Cumhuriyeti yönetimi tarafından görevlendirilirken, 1950’lere kadar yabancı mimarların Antakya’daki kamu yapıları ve diğer önemli yapılardaki mimari faaliyetleri devam eder.

NASEH: Deprem sonrası, yapılacak planlama varoluş sürecimizi nasıl etkileyecek? Bu konuda çalışmalar yaptığınızı biliyorum. Önermeleriniz var mı? Bu süreç nasıl işleyecek? Ayrıca, Antakya’nın depremden sonra planlanması sürecinde yerel halkın katılımına dair düşünceleriniz nelerdir?

TEZER: Depremden sonra en büyük yıkımın yaşandığı kentlerden biri, ne yazık ki Antakya oldu. Antakya’nın bütünü ve tarihi kent için yıkım ve hasar oranı, yaklaşık olarak %85 olarak açıklandı. Böyle büyük bir oran, bugüne kadar Antakya için yapılmış tüm planlama, imar ve ruhsat süreçlerini, yapılaşma ve denetim süreçlerini, aynı zamanda yapıların fiilen oluşmasını takip eden kent yaşamı içinde yapıların maruz kaldığı müdahaleleri yeniden düşünmeyi gerekli kıldı. Bu açıdan, öncelikle Antakya’daki yıkımın nedenlerinin araştırılması gereklidir. Yapılan incelemelere göre Antakya’da yıkımın öncelikli nedenleri; yerleşime uygun olmayan, depremsel açıdan zayıf nitelikte, alüvyal zemin üzerine yerleşilmesi, planlama süreçlerinde verilen yüksek yapılaşma hakları, inşaat sürecinde yapılan usulsüzlükler, yanlış teknik ve zayıf malzeme kullanımı, yapı denetimi sürecindeki aksaklıklar olarak tespit ediliyor. Ayrıca 2018 yılında çıkarılan “imar barışı” da, ruhsatsız pek çok yapının gerekli teknik inceleme yapılmadan yasallaşmasına neden olduğu için, önemli zafiyetlerden birini oluşturuyor. Böylesi bir durumda Antakya’nın depremden sonra yeniden planlanması sürecinde; öncelikle mikrobölgeleme çalışmalarının tüm kent için yeniden yapılması, Antakya’nın kırsal bölgesi ve Hatay bütünüyle birlikte, bütünsel sistemin bir parçası olarak ele alınması, yerleşilebilirlik, ulaşım, ekonomi, üretim türleri, sosyal, kültürel ve fiziksel yapıya dair tüm analizlerin deprem sonrası dönem için yapılması ve bu analizler üzerinden geliştirilen sentez doğrultusunda bir planlama yaklaşımı geliştirilmesi gerekir. Sürecin bugünkü işleyişine bakıldığında, öncelikle Hatay için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Hatay Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyeleri yetkili. Depremden sonra Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından görevlendirilen DB Mimarlık Ofisi ve oluşturduğu ekip Hatay bütünü, Antakya ilçesi ve beş ilçe için “master plan” çalışmasını yapmaya devam ederken, “riskli alan” olarak ilan edilen 307 ha büyüklüğündeki alan (Antakya kentsel sit alanı, kuzeyinde yer alan arkeolojik sit alanı, Asi Nehri’nin batı yakasında Vali göbeğine kadar uzanan alan) için Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Türkiye Tasarım Vakfı ile yapılan protokolle yine DB Mimarlık Ofisi’nin oluşturduğu ekibin bir Koruma Amaçlı İmar Planı hazırlamakta olduğu biliniyor. Öte yandan depremden sonra ilan edilen üç ay süreli OHAL döneminin sonlanmasının ardından Hatay’ın farklı ilçeleri için depremden önce hazırlanmış olan Nazım ve/veya Uygulama İmar Planlarının herhangi bir değişiklik olmadan askıya çıkarılmış olması, yakın tarihin ülkemiz ve yakın coğrafyamız için en büyük depremlerini henüz yaşamışken oldukça düşündürücü. Depremin yedinci ayı dolmak üzereyken, bu çalışmaların başlamış ve sürmekte olması gerekli ve olumlu olmakla birlikte, tüm bu planlama süreçlerinin özellikle Antakya gibi yerel aidiyet, sahiplenme ilişkileri ve inisiyatifin yüksek düzeyde gelişmiş olduğu kentlerde yerel halkın planlama sürecine katılımı, planlama sürecinin “başarılı” olabilmesi için olmazsa olmaz koşuldur. Antakya’yı “Antakya” yapan esas özgün niteliği olan sosyo-kültürel yapısının “yerinde” korunması, ancak bu şekilde mümkün görünmektedir. Burada söz konusu olan gereksinim; yalnızca sivil toplum kuruluşları, idari kurum ve meslek odalarının temsiliyetinin ötesinde, yerel uzmanların ve yerel halkın farklı bileşenlerinin doğrudan katılımının sağlanmasıdır. Öte yandan, önemli bir bölümü Antakya’da depremden sonraki mevcut yaşam koşulları nedeniyle buradan göç etmek zorunda kalmış olan yerel halkın bu süreçte burada yaşamını sürdürebileceği nitelikli, sağlıklı, güvenli geçici barınma alanlarının ve yaşamlarını sürdürebilmeleri için çalışma, sosyalleşme, sağlık ve eğitim alanlarının sağlanması, büyük bir önem taşıyor.

NASEH: 2021 yılında, Antakya’nın tarihi merkezine odaklanan “Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi” isimli bir çalışma yapmıştınız. Bugün Antakya’nın kültür mirasının yıkım durumunu düşününce, bu çalışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

TEZER: 2021 yılında SALT Araştırma Fonları’nın desteğiyle hazırladığım “Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi”, benim açımdan tarihi ve kültürel nitelikleri olan bu güzel kentin somut ve somut olmayan varlıklarıyla korunması için, onu tanımak ve sahiplenmeye dair bir araç öneriyor. Yürünebilir tarih rehberini, Antakya’nın önemli tarihi yapıları üzerinden geçmişle bugün ve gelecek arasında bağ kurmanın bir aracı olarak tasarlamak istedim. Bunun için, Antakya’nın Antik dönemi, Osmanlı dönemi, Fransız dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde inşa edilmiş yapılarının işlevsel ve yapısal sürekliliklerini (ve değişimlerini) inceleyerek, akademik ve/veya nitelikli yerel kaynakça başta olmak üzere yazılı ve görsel referanslarla bir rehber hazırladım. Portekiz’de geçen 2022-2023 yılı Şubat ayları arasını kapsayan araştırma dönemimde, Türkiye’ye döndüğümde Nisan 2023 itibarıyla Antakya’da, Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi’yle turlar düzenlemek ve bir süre sonra bu çalışmayı bir mobil uygulama hâline getirmek niyetindeydim. Fakat 6 Şubat ve 20 Şubat depremleriyle birlikte Antakya ve hayat önemli ölçüde değişti. Dolayısıyla şu anda Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi’nin potansiyel yolculuğunda da bazı değişiklikler olduğunu söyleyebilirim.
Antakya’nın tarihi kent merkezi bugün büyük ölçüde yıkılmış durumda. Dolayısıyla, Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi’nde önerdiğim dönemsel rotaların odak noktalarını oluşturan yapıların büyük bir kısmının da yıkıldığını söylemeliyim. Tarihi Meclis binası, Adalı Konağı, Ortodoks Kilisesi, Sarımiye Camii, Ulu Camii, Habib-i Neccar Camii, Affan Kahvesi, Antakya Lisesi önemli ölçüde yıkılırken, geleneksel Uzun Çarşı, eski Müze yapısı, Saray Caddesi ve Kurtuluş Caddesi büyük bir hasar gördü. Rehberin önemli bir parçası olan St. Pierre Kilisesi ise depremde neredeyse hasar almadı. Antakya kadim bir kent. Yalnızca Türkiye’nin değil, dünya tarihinin farklı dönemlerinin en önemli kentlerinden biri.

Tarihin izlerini günümüze ve geleceğe taşıyan tarihi, kültürel açıdan nitelikli yapılarının bu düzeyde bir hasar alması büyük bir üzüntü kaynağı. Öte yandan, bu yapılar Antakya’nın yerel halkının yanında Antakya’yı ziyaret edenler için olduğundan daha farklı anlamlar taşıyor. Varlıklarıyla kent hafızası, kentte yönünü bulma, aidiyet ve sahiplenme ilişkisinin nirengi noktalarını oluşturuyor. Bundan sonraki süreçte Antakya’nın ve yerel halkın iyileşebilmesi ve rehabilitasyonu için bu yapıların aslına uygun şekilde onarılmasının çok büyük bir önem taşıdığına inanıyorum. Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi’yle bu süreçte Antakyalıların yerel tarihi ve kültürel hafızasını canlı tutmak için bazı düşüncelerim var, yakında uygulamaya yaklaştığımda, sizi mutlaka haberdar edeceğim.