Annem öldüğünde 24 yaşındaydım. Beni en çok şaşırtan hayatın “bu kadar hiçbir şey yokmuş gibi” devam etmiş olmasıydı. Bir cenaze arabasının ön koltuğunda Kuşadası sokaklarında ilerlerken alışverişini yapan, ayaküstü sohbet eden, gülüşen insanları, okullarına giden çocukları -biraz da şaşkınlıkla- izledim. Uzun süredir kendimizi hazırladığımız bir ölümdü. Bir fırtına kopmamış, bayraklar yarıya inmemişti. Cami avlusunda toplananlar da olmasa, hayat nerdeyse kaldığı yerden devam ediyor gibiydi. Bu kalabalık geçen gençliğimin ortasında insanoğlunun o derin ve muhteşem yalnızlığıyla ilk kez karşılaştığım andı sanırım. Sonra hiçbir şey aynı olmadı.
Six Feet Under’ın ilk bölümünde (Blu tv’de mevcut) Nate, yılbaşını geçirmek için ailesinin yanına döner ve babası onu havaalanından almak için yolda giderken kaza geçirir ve ölür. Nate yıllardır uzak kaldığı ailesine şaşırmakla ve cenaze denilen ritüele isyan etmekle meşgulken, kendi duygularıyla ilgilenemez. İlk bölümün sonunda bir sabah koşu yapmak için kendini dışarı atar ve babasını görür karşı kaldırımda; adam kanlı canlı otobüs durağında oturmaktadır. Nate koşmayı bırakır, durur ve gelen otobüse binen babasını izlemeye başlar. Baba otobüse biner, bir koltuğa oturur ve uzaklaşırken oğluyla göz göze gelir, gülümser ve ona el sallar. Nate sonra sokaktan geçen insanları izlemeye başlar. Hayatın onun varlığını asla umursamayan büyük akışını. Artık büyüme zamanı gelmiştir.
Bazen gerçeklerle karşılaşırız ve onu içimize sindirmeden, bir süre başkasına ait bir çanta gibi yanımızda taşırız. Özellikle büyümekle ilgili olanları. Yakınlarımızı kaybettiğimizde hayatla ilişkimizi baştan tanımlamamız gerekir, yeni sorumluluk alanları oluşur, artık -en azından başa çıkmak için- büyümemiz gerektiğini biliriz. Güzel günler bitmiş, parti sona ermiştir. Bizi yeni bir yaşamı keşfedeceğimiz çok uzun bir yolculuk beklemektedir. Tabii şansımız ve sabrımız varsa… Çoğumuz için çoğu zaman hayat, gittikçe küçülen bir şeyin içine sığışmaya çalışmak gibidir. Ve çoğumuz çoğu zaman doğru hissederiz aslında…
Şubat’ta büyük deprem olduğu sabah İstanbul’un üzerine çökmüş karanlık bulutları izleyerek bir senaryo yetiştirmeye çalışıyordum. Erken saatte ayakta olmak, oradaki yakınlarımızla hızlı iletişim kurmamı sağladı. Önce öğlene kadar olayın büyüklüğünü idrak ettik, sonra bir an, sadece bir an, depremin o an yapmakta olduğum işe etkisini düşündüm. Ne kadar ayıp ve utanç verici değil mi? Bencillik… Değil aslında… Yaşamın çağrısı bu. İçimizde her türlü felakete rağmen yürümeye, devam etmeye ayarlı bir mekanizma var. İnsana dünyayı 7 kere baştan kurdurmuş olan o büyük saatin tıkırtıları. Başımıza ne gelmiş olursa olsun, yaşam bizi geri çağırır, bundan utanmamak lazım.
Annemin ölümüyle başa çıkmada yaptığım en doğru şey onun hakkında uzun uzun konuşmak ve yazmaktı sanırım. İnsanlar konu ölüm olunca bir çeşit saygı duruşunu, sessizliği, “tevekkülü” tercih eder ve bunu üstü kapalı olarak, yası tutan kişiye de dikte ederler. Neyse ki bunu umursamamaya erken karar verdim. Ve ne zaman yas tutan birini görsem onunla, acısıyla ilgili uzun uzun konuşmaya çalıştım. Önce ilgili kişinin gözünde beliren “Aa konuşmak istiyor” şaşkınlığı, sonra karşılıklı yaşanan o derin, özel yaşam deneyimi, son derece boş şeyleri konuştuğumuz şu günlerde, herkese tavsiye ederim. Ölümle başa çıkmanın en kolay ve etkili yolu acını, anılarını anlatmak, yazmak, bunu birileriyle paylaşmak ve bu konuda ölçülü olmaya çalışmamaktır fikrimce.
George Michael’in “You’ve been loved” şarkısı, ölen arkadaşları için toplanan bir grup eski dostu anlatır. Şarkının bir yerinde “bu zalim bir dünya” der George… “Kaybedecek çok şeyimiz var. Ve aslında nadiren seçtiklerimizi yaşarız.” Hayat bize üzerimize fazla yük almak için uygun olmadığımızı, ne gidende ne gelmekte olanda çok da değiştirebileceğimiz bir şey olmadığını kimi başımızı okşayarak, kimi böyle acımasız deneyimlerle tekrar tekrar söyler. Bunca acının ortasında bir gün biri komik bir şey söyler, güleriz, iyi bir yemek yer “Buraya bir daha gelelim” deriz, ya da güzel, neşeli bir şarkıda ayağımızla ritim tutarken buluruz kendimizi. Bu yaşamın çağrısıdır, yaşamın geri dönüşüdür ve er geç uyarız. Aslına bakarsanız yaşamın akışına, o kalabalık ve sürprizli otobana defalarca geri dönmek, geri dönebilmek insanoğlunun en cesur yanlarından, en muhteşem gizemlerinden biridir ve bunu tekrar tekrar deneyimlemek yıllar geçtikçe belki daha zor, ama şu “zalım” dünyaya, korkunç ve çekici küreye dayanmanın tek yoludur.