Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Antakyalı yazar Tat kitabının gelirlerini depremzedelere bağışlayacak

Antakyalı yazar ve eğitimci

Antakyalı yazar ve eğitimci Burhan Tat 6 Şubat depreminden sonra yazmaya başladığı Antakya ve Antakyalıları anlattığı 3. kitabının gelirlerini depremzedelere bağışlayacağını açıkladı. Antakyagazetesi.com’dan Sinan Seyfittinoğlu’nun Yazar Burhan Tat ile yaptığı söyleşi şöyle:
Burhan Hocam, biraz kendinizden bahseder misiniz? Yazmak, sizin için ne anlam ifade ediyor? Nasıl başladınız?
Antakya’nın “Küçük Moskova” denilen Armutlu Mahallesi’nde doğdum. İlkokulu orada okudum. Hayatıma yön veren ortaokul ve liseyi ise dil, din, ırk, mezhep ve cinsiyet ayırımının yaşanmadığı Kurtuluş Lisesi’nde tamamladım. Eskişehir’de İktisat bölümünü bitirdim. 3. Sınıfa geçtiğimde, ülkenin kalbi olan İstanbul’da hayata atıldım. Muhasebeciliğin yanında otelde gece müdürlüğü yaptım. Eşim, Gemerek’te öğretmenliğe başlayınca onun tavsiyesiyle kurum değiştirip sınıf öğretmenliğine geçiş yaptım. İyi ki de yaptım. Evli, Barış Arda ve Hasan Oğulcan adında iki oğlum var.
İkinci sorunuza gelince, çok çocuklu ve yoksul bir aileden geliyorsanız, ister istemez kendinizi mücadelenin içinde buluyorsunuz zaten. Ekmek kavgası derler ya, işte hayatımız tam da oydu. İlkokuldan beri hem okudum hem de çalıştım. Kendimizi tozlu top sahasında unuttuğumuz yıllarda akşam yemeğini kaçırdığımızda aç girerdik yataklarımıza. Ama olsundu, mutluyduk. Protein adına süt ve peynir eve nadiren gelen misafirlerdi. Haliyle karbonhidrata talim ederdik: Bir kâsenin için çay dök, içine üç kaşık şeker ve bayat ekmeyi ekle, alın size en güzel ve en tatlı yemek…

Türkçeyi 3.sınıfta öğrendim

Ben, dokuz çocuklu bir ailenin sekizinci çocuğuyum. İlkokul 3. Sınıfa kadar Türkçe konuşmayı öğrenemedim. Dersiniz ki, kafa tınne… Bunun nedeni de mahallede kimsenin Türkçe konuşmamasıydı. Ama en önemli etken, aynı soydan gelen müdür yardımcımız teneffüslerde Türkçe değil de Arapça konuştuğumuzda bizi lacivert bir hortumla dövmesiydi. Ağlarken annemizin adını Arapça haykırırken müdür yardımcımız eline lacivert hortumu alıp her tarafımıza vururdu o zaman. Hatta “Ağlarken bile Türükçe konuşacaksın Türükçe” demesiydi sanırım beni yazmaya iten en önemli etmen. İşte yaşamış olduğunuz bazı travmalar sırtınıza bir kene gibi yapışır, yaşamınız boyunca sizi ya rahatsız eder ya da hem rahatsız hem de yazar eder…
Yazma eylemimin bir başka faktörü, ortaokula başlarken çalıştığım Atayolu Gazetesi’nin sahibi Günay Çelenk’ti. Orta ikide kooperatif dersinde ilk kez kopya çekmeye yeltenmiş, yüzüme gözüme bulaştırmıştım. Yakalandığımda ise dersin hocası eşek sudan gelinceye kadar, hatta eşek sudan geldikten sonra bile dövmeye devam etmiş, ben de çareyi okuldan kaçmakta bulmuştum. O sene ailemden habersiz okulu ekip, sokakta simit, stadyumda su ve top toplayıcılık yaptım uzun bir süre. Ama gazeteci Günay amca günün birinde beni karşısına alıp en babacan öğütler vermesi beni derinden kamçılamıştır. Bu arada lisedeki Edebiyat öğretmenim, kafadan salladığım bir kompozisyona çok içten bir tavırla “Harika, sen çok güzel yazıyorsun!” demesini de unutmamam gerekir.

Gönül Dahil’i kitabınızı biraz açar mısınız? Kısa sürede 3. baskıya ulaştı.
İlk kitabım Gönül Dâhil’in ana temasına baktığımızda, elli yıla yakın süren çatışmaların toplumda bıraktığı derin travmalar ve yaraları görürüz. Ülkede bazı sırtlanlar tam da bitiş düdüğü çalacakken, toplumda umudunu yitirmeyen her renkten barışsever insanın da her zaman var olduğunun bir kanıtıdır Gönül Dâhil.
Gönül Dâhil bir yüzleşmedir, bir hesaplaşmadır, bir umuttur, bir gelecektir diğer taraftan. Bazen sokakta, evde, işyerinde insanlara duyulan saygı olurken, bazen de büyüklere karşı olan güven zedelenmesidir. Bir çocuğun gözüyle kaybedilen bir futbol maçının, aslında faşist darbenin insanları ve yaşamlarını nasıl savurduğunu da anlatmaktadır. Kimi öykülerde kapitalist sistem, çoğu insanı teslim alıp itibarsızlaştırmasına rağmen, kimilerinin onurlu ve dik duruşunu görürüz. Ayrıca kitapta son zamanlarda sözüm ona modernlik adı altında yaşanan kimliksiz ilişkilere inat, içten ve tertemiz bir aşkın halen ne kadar önemli olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım.
Gönül Dahil bir umuttur, yaşam biçimidir, demokrasiyi haykırmaktır, kendini var etmektir…

Kısa bir süre sonra Gölgedeydi Güneş kitabınızı raflarda gördük. Sanırım farklı bir yol denemişsiniz yazarken. Gölgedeydi Güneş asıl neyi anlatıyor? Biraz açar mısınız?
Gölgedeydi Güneş kitabı üç öyküden oluşmaktadır. Birinci ve kısa öyküde, büyük abilerden duyduğumuz kimi sosyolojik terimlerin kafalarımızı kurcaladıktan sonra alıp başımızı onların peşinden sürüklendiğimiz zamanlara aittir: Devrim, sosyalizm, demokrasi… Bu terimlerin de zamanla biz çocukların yaşama bakış açısını ve ileride şekillenecek düşünce tarzımızın temelleri olduğunu bilmiyorduk henüz. O zamanlarda solcu gözüküp de “deli olmayan” kanlılardık.
Diğer iki öyküde ise novella denen, kısa roman denemesi yaptım aslında. Ateş ve Kestane öyküsünde kaleme engel olamadım desem yeridir. Bıraksam öyküyü, romana dönecek. Frene bastığım halde altmış sayfayı buldu. Tabi konu sokak hayvanları ve kadın hakları olunca elimdeki kalemin bir hayli haklı olduğunu görüyoruz. İnsan hakları açısından sınıfta kaldığımız zaten ortada. Her gün kadın cinayetleri gazetelerin üçüncü sayfalarından eksik olmuyor. Bu durumda hayvan haklarından nasıl bahsedebiliriz ki? Kadının ortalıkta gözükmesinin bile yasak olduğu ülkenin iç kesimlerinde bir hemşire ile bir kadın öğretmenin dayanışmasına tanık oluyoruz. Ama buradaki anlatıcılar Ateş ve Suskun adlı iki sokak köpeğidir. Nereye giderlerse bizi peşlerinden sürüklüyorlar. Onlarla beraber haykırıyor, dile gelmeye çalışıyoruz.
Köse öyküsünü, kendi kimliğini bulmaya çalışan bir öğrencinin başından geçen sarsıcı olaylar zinciri oluşturuyor. Burada, hapishanelerdeki sübyan koğuşundan tutun da siyasi koğuşlara kadar insanların içeride neler yaşadığını ve nelere tanık olduğunu anlatmaya çalıştım. Halen içerisi siyasi tutukluya dolu zaten.

Sanırım 3. Kitap geliyor. Yazmak ile öğretmenlik aynı anda ilerliyor. Zor olmuyor mu?
Şimdi bir insanın yazabilmesi için evdeki yemekten tutun da temizliğe kadar her işin yapılması gerekir. Eşim Beşey Tat olmasaydı ne iki kitabım çıkar ne de üçüncü kitabı hazırlayabilirdim. İlk eleştirmenlerim de zaten eşim ve çocuklarımdır.
Sendikal mücadeleyle birlikte uzun yıllardır sınıf öğretmenliği yapıyorum ve çok mutluyum. Çocuklara inmek, onları anlamaya çalışmak, bir kitabı okuyup anladıkları zamanki yüz ifadelerini görmek bir harika… Onlarla bazen kıran kırana zorlu maçlarımız oluyor. Kim ne derse desin, bir çocuk için en güzel ders Beden eğitimi dersidir. Zaten diğer dersleri öğretirken öğreniyorsunuz da… Çocuklar gelecektir, çocuklar umuttur…
3. kitabı hemen hemen şekillendirdim. Geneli Antakya’da yaşadığım ve içinde birçok tanıdık insanın olduğu, gözleme dayalı kısa hikâyeler zincirinden oluşacak. Kitabın ana ekseni, bizi var eden Kurtuluş Lisesi olacak. Dil, din, ırk, mezhep ve cinsiyet ayırımının hissedilmediği, birimizin bir yeri kanadığında hepimizin “Ah,” çekiği bir okuldur Kurtuluş Lisesi… Oradaki öğretmen ve arkadaşların payı çok ama çok büyüktür… Söz uçar, yazı kalır… Hepsini saygıyla selamlıyorum…
Umarım bu kitap çıkar da karşılık bulursa kitabın gelirini “dört on yedide” kaybettiğimiz depremzedelere adamak istiyorum.
Depremi unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız. (Sinan Seyfittinoğlu)