Edebiyatımızın önemli adlarından Erendiz Atasü, yalnız roman ve öykü değil, makaleler, denemeler, günlük siyasi yorumlar, kadın hakları ve laik toplum düzenini savunan incelemeler, okuduğu ve etkilendiği kitaplar üzerine yazılar da kaleme aldı.
Atasü, “Yıllar Geçerken: Hayat ve Roman” adlı kitabında toplumsal yaşama ve edebiyata ilişkin tanıklıklarını aktarıyor. Dört bölümden oluşan kitap, birbirinden ilgi çekici yirmi dört denemeyi bir araya getiriyor. Yazar kitabının hemen başında, “Yazmak benim için beslenmek, su içmek, uyumak gibi yaşamsal bir işlevdir. Yazıya zaman ayırmadığım tek bir gün yok gibidir” diyor ve yazmak üzerine bazı gözlemlerini paylaşıyor:
“Yaş ilerleyip yazma deneyimi derinleştikçe, yazma eylemine düşkünlüğümde bir değişiklik olmadı. Değişen başka şeyler: Yazmanın mutluluğu azaldı. Gerçekten de, özellikle kurgusal metinler kaleme almanın, ancak mutlu bir aşkın sunabildiği doyumla kıyaslanabilecek kendine özgü bir sevinci, bir hazzı vardır. İşte bu haz azaldı! Yazmanın endişesi çoğaldı!”
Kitabın ilk bölümünde yazar, çocukluk anılarına, çocukluğunun Ankara’sına götürüyor bizi. Ankara yazarın doğduğu kenttir. Melih Cevdet’in, Ataç’ın, Orhan Veli’nin, Külebi’nin ve daha nicelerinin yaşadığı ve ürettiği bu kent için yazar “İçimi acıtıyor, yüreğime dokunuyor” diyor ve başkentin şehir olmaktan nasıl çıkarıldığını anlatıyor bize. Karnı delik deşik, bağırsakları dışarı dökülmüş, can çekişen bir canlı gibi çaresiz uzanan sokakları, kaldırımları, caddeleri gördükçe gerçeği mi gördüğünü yoksa korkunç kehanetler içeren bir bilim kurgu filmi mi izlediğini çoğu zaman bilmediğini belirtiyor. Başkent Ankara’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin kolektif intiharının hızlı bir göstergesi olduğunu vurguluyor ve “Türkiye uygar bir ülke mi?” sorusunu yöneltiyor.
İkinci bölüm kitabın en kapsamlı bölümü. Atasü bu bölümünde roman konusunu enine boyuna ele alıyor, romanın kaynaklarına götürüyor bizi. Romanın öncelikle tarihsel bir olgu, tarihselliğin roman yapısının, roman dokusunun ayrılmaz bir öğesi olduğuna dikkat çeken yazar, tarihsel ve tarihsel olmayan romanları inceliyor. Bireyselliğin ve bireysel özgürlüğün yok olduğu; sınırsız, sorumsuz, azgın bir kapitalizmin egemenliği altına girmiş bir dünyada romanın geleceğine bakıyor ve şu görüşleri öne sürüyor: “Günümüzün politik ve tarihsel gerçekliği tek bir insanın yaşam ve yazı deneyimine sığamayacak kadar genişledi, çeşitlendi, parçalandı, katmanlaştı. Bence romanın en büyük sorunu budur. Postmodern çağ bir tür olarak romanın sonunu mu getirecek? Belki evet, belki hayır. Sonunu getirecekse bile, romancıya düşen teslim bayrağını mı çekmektir, vuruşarak çekilmek midir?”
Bu bölümde yazar ayrıca, romanda olmazsa olmaz dediği iki şeyden, yapı ve derinlikten söz ediyor. Bunun yanı sıra, kadın yazar ve cinsellik, nehir roman, müzik ve roman, izlenimci roman gibi konulara uzanıyor. Oblomov romanını inceliyor.
Faşizmin Kıyısında başlığını taşıyan üçüncü bölümde yazar, sayısız büyük sanatçının, bilimci, edebiyatçı ile filozofun yurdu ve aydınlanmanın vatanı olmasına karşın Nazizm’in de yuvası olan Almanya’ya götürüyor bizi. Alman faşizmine karşı durmuş, hayatının sonlarına doğru sürgün acısını tatmış dev bir edebiyatçı, namuslu bir aydın olarak nitelendirdiği Thomas Mann’ı yapıtlarıyla birlikte ele alıyor. Bernard Schlik’in Okuyucu adlı romanını masaya yatırıyor. Nazizm’in yükselişinin ipuçlarını arayan yazar, bu bölümü Adolf Hitler’in yaşamından kesitlerle noktalıyor. Kitabın son bölümü 21. Yüzyılda Kaygı başlığını taşıyor. Bu bölümde yazar, Türkçenin, ilginç ve hazin serüvenini anlatıyor. Günümüzde Türkçenin can çekiştiğini ve herkesin buna seyirci kaldığını söylüyor. Türkiye’nin sanatı destekleyen ve sanatı ilgisiz siyasetçilerine dikkat çekerken, sanatla muhafazakârlık ilişkisine değiniyor.
Erendiz Atasü, bu yapıtında, hayranlık uyandıran edebiyat bilgisini aydın sorumluluğu ve bilinciyle birleştiriyor. Edebiyatın gücünü gösteriyor, kurmaca yapıtlarının ardındaki düşünce dünyasını merak edenlere eşsiz bir fırsat sunuyor.
YORUMLAR