Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Senarist Yönetmen Meriç Demiray

50 YAŞINI GEÇMİŞ ERKEKLERİN HÜZNÜNE DAİR

Sinema sektörüne ilk girdiğimde 22 yaşındaydım ve iki şeyi çok merak ediyordum:

1. “Erkekler neden 50 yaşını geçince öfkeli ve çekilmez olur?”

2. “Neden iyi yönetmenler ve senaristler 40 yaşından sonra düşüşe geçer ve kendi yaptıkları işlerin karikatürüne dönüşürler?”

Bu iki sorunun cevabının aynı olduğunu o yıllarda henüz bilmiyordum. Şimdi 40’lı yaşlarımın sonlarında, aynı tünelin içinden hemen hemen geçtikten sonra, galiba artık biliyorum.

Konu ilginizi çektiyse, buyurun sohbete.

Gökhan Dabak’ı merak ettim geçen gün. Üniversitede öğrenciyken onun Leman’da yayınlanan absürt çizgi öykülerini kamera karşısına geçip oynar ve sabahlara kadar eğlenirdik. Son derece karanlık, absürt , kanlı, bu memleket için bayağı radikal sayılabilecek bir mizah yapıyordu ve hatırı sayılır bir hayran kitlesi vardı. Geçenlerde uzun süredir adını duymadığımı fark ettim. Bu parlak beyine, yetenekli, cesur adama ne olduğunu araştırdım bir müddet internette ve şaşırmadım; Tabii ki olması gereken şey “olmamıştı” ve gelmesi gereken yere “gelmemişti”. Sosyal medyası da yoktu Gökhan Dabak’ın, ama instagrama adını yazınca bir arkadaşıyla çekilmiş yeni bir fotoğrafı bulunabiliyordu. Gençliğinde de yüzünün neye benzediğini bilmezdik ama yaşlılığı bana biraz hüzünlü geldi. O bakışlar bir yerlerden tanıdık geldi. Alttaki açıklamayı okudum sonra; Ankara’da oturuyormuş, arkadaşı “orijinlerine döndü” diye bahsediyor, demek ki İstanbul’a gelip yeteneklerini korkusuzca sergilemeden önce Ankara’daymış ve “büyük macera”dan sonra onu olduğu gibi kabul eden yere geri dönmüş. Bu hikâyenin doğruluğuna dair hiçbir fikrim yok aslında. Bambaşka bir şey de olabilir. Niyetim Gökhan Dabak’ın hayatının gizemlerini çözmek değil zaten, niyetim o fotoğraftaki bakışın bana çağrıştırdığı şey; çok tanıdık bir şey, erkeklerde olan bir şey, ilkokulda sağlam bir dayak yedikten, ya da lisede bir kızdan reddi yedikten sonra, arkadaşlarımın gözlerinde çokça gördüğüm o bakış… Adına galiba “hayal kırıklığı” diyebiliriz.

50 yaşını geçmiş erkeklere dikkat ettiniz mi? Tamamı değil tabii, ama hatırı sayılı bir kısmı öfkeli olurlar. En ufak bir diyalogda parlama eğilimi gösterirler, göz teması kurmazlar ve kendilerinden başka birini dinlemekten pek hoşlanmazlar.

Son 20 yılın en iyi dizisi olarak kabul edilen “Breaking Bad”de Walter White bir lisede kimya öğretmenidir ve hayatta elle tutulur bir başarısı yoktur. Sonra kimya bilgilerini uyuşturucu sektörüne girmek için kullanır ve aradığı saygınlığa kavuşur. Senaryo gurusu Robert Mckee Türkiye’ye gediğinde bu dizinin başarısını şöyle açıklamıştı: “40 yaşını geçmişler, kendilerini başarısız hissediyorlar, hayata karşı öfkeliler ve çoğu muhafazakâr partiye oy veriyor.” (ABD’nin en az yüzde ellisi bu adamlardan oluşuyor.)

Hayal kırıklığından sonraki anahtar kelimemiz “başarısızlık hissi” yani…

Şimdi çok dağılmadan gelelim konumuza; 50 yaşını geçen adamlar neden öfkeli? Madde madde gidelim, önemliden önemsize sıralayalım:

Birinci sırada sigara geliyor bence. “Hoppala” dediğinizi duyar gibiyim, tam bir aforizma patlatmam gereken yerde sigara da neyin nesi? Ama burası benim için gerçekleri konuşma yeri ve bunu görmezden gelemem. İnsanın enerjisini emiklemede, hayatı bir hayal kırıklığına dönüştürmede sigarayı açık ara birinciliğe koyarım. Bu lanet şey insanın yaşama sevincini elinden alıyor ve kendisinin miskin bir gölgesine dönüştürüyor. Sigara içip de 50 yaşından sonra herhangi bir şey başarabilmeniz, acayip bir hamle yapabilmeniz, ya da hayattan belli bir seviyenin üzerinde zevk almanız hemen hemen mümkün değil. Bunu ara sıra bu batağa girip çıkan eski bir müptela olarak söylüyorum. İkinci sırada bir toksik etki olarak ülkemiz geliyor. Bu ülkede yaşayıp da herhangi bir şekilde umudu ayakta tutmak, yapacağın işe, o işin yerini bulacağına özellikle o işin patronu değil emekçisiysen inanmak, inanmayı sürdürülebilir kılmak, hemen hemen mümkün değil. Karar mekanizmalarını tutan insanlar entelektüel değil, bir yeteneği görüp, onu yerli yerine yerleştirebilecek donanıma, daha önemlisi inisiyatife sahip değiller. Artık herkesin unvanı var ama yetkisi yok. Bu durumda, mesleki başarı çoğunlukla bir şansın gelip sizi bulmasına bağlı oluyor, şansı bulunca da orada kalabilmek için her türlü rezilliğe katlanma sabrınıza tabii. Gittikçe daralan bir alanda ayakta kalmaya çalışıyorsunuz sadece. Bu konuyu başka bir yazıda daha etraflıca işleriz ama böyle bir ortamda arka arkaya 3-4 iş yapıp tutarlı bir dil, yol, tarz, tavır dolayısıyla elle tutulur bir başarı elde etmek olası değil. Ben sanat dünyasının zaviyesinden anlattım ama emekçi haklarının bu kadar ayak altında olduğu bir ülkede eminim her türlü meslek için aşağı yukarı geçerlidir aynı şeyler Neyse bu yüklü konuyu ileride deşmek üzere şimdilik geçelim ve gelelim üçüncü maddeye. Üçüncü maddemiz de bayağı kalın. Ataerkil, erkek egemen düzen ve bunun sadece kadın için değil erkek için de bir kâbus oluşu. Annelerinin kucağından eşlerinin gazlamalarına kadar erkekler başarıya ve iktidara odaklı yetişiyor ve dünya bu iktidarı kabul etmeyince -ki genellikle kabul etmiyor – o uzun konuşan, kimseyi dinlemeyen sinirli abiler çıkıyor işte ortaya. Ortada bir sürü öğrencisiz öğretmen dolaşıyor yani, takımsız teknik direktör, tebaasız kral.

Bundan daha dokunaklı bir görüntü olabilir mi?

Kadınlar yenilgiyle uzlaşmanın bir yolunu bulabiliyor. Daha yumuşak, barışçı bir ilişki kurabiliyorlar hayatla. Sezen’in dediği gibi “geride durabilmeyi” başarabiliyorlar. Hayatın onlara kupa vermek gibi bir borcu olmadığını anlıyor, üstelik garip bir şekilde bu onaya ihtiyaç duymuyorlar.

Ve sonuncu madde olarak da “hayata geçiremediğiniz potansiyelinizle ilgili tuttuğunuz yas” derim. Bundan bende de var sanırım. Ne kadar farklı, güzel şeyler yapabilecekken yapamamış olmanın, bunu bilmenin verdiği hüzün. Bu ülkede yaşamanın kaçınılmaz bedellerinden biri.

Janset kendi yaptığı bir programda sanırım; piyasanın kendisinden çok başka bir şekilde faydalanabileceğini söylerken gözleri dolmuştu, bu ülkede yaşamanın trajedisi, doksanlı yılların en güzel gözlerinden birindeki buğuyla, çok güzel özetlenmiş oldu.

Yönetmenler neden 40 yaşını geçince düşüşe geçiyor peki? Benzer konular işte. Başarıyı sürdürmenin son derece zor olduğu, bir işi başlayıp bitirmenin çok kanlı olduğu bir coğrafyada yaşamakla yeterli erkeksi iktidarı elde etmiş olmanın verdiği gevşekliğin karışımı gibi bir şey. Bir de laf aramızda hiç okumuyorlar doktor. Üniversite zamanı bir miktar okuyorlar, sonra öyle bir salıyorlar ki yani, evlere şenlik.

Sanat, okumayan adamı; Sinema, izlemeyen adamı asla affetmiyor!

Geçenlerde Teoman bir röportajında, “artık müzik dinlemiyorum” dedi. Son yaptığı şarkılarda bu anlaşılıyordu zaten.

Gelelim finale, umutlu bağlayalım: “My Name is Dolemite” Eddie Murphy’nin yıllar sonra çektiği muhteşem dönüş filmi. Netflix’te mevcut, ilk sahne iki “yaşı geçmiş” adamın konuşmasıyla başlar. Snoop Dog’un oynadığı karakter adamımıza “We missed our shot man” der. Meali; “Bizim zamanımız geçti adamım!” gibi bir şey. Bir 10 sene önce olsa buna imza atabilirdim, çünkü o zaman 50 yaş sonun başlangıcı gibiydi gerçekten, şimdi tıpta mı teknolojide mi bizim kafamızda mı bir şeyler değişti, ya da işimize mi öyle geliyor bilmiyorum ama yeniden başlamanın tam zamanı gibi geliyor bana 50’li yaşlar.

Sigara içmiyorsanız tabii, içiyorsanız ve bırakmaya niyetiniz yoksa son cümleyi Aydın lehçesiyle söylemek isterim: “Bundan sonra sal gitsin artık gare!”

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER