Hatay ve Adana’da durdurulan Mit Tırları ile başlayan süreci de, Can Dündar’ı da, Cumhuriyet davasını da, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’yı da, Zafer Çağlayan’ı da, özgürlüklerin tutuklu ve gözaltındaki halini de konuştuk. Yargının herkese eşit ve adil davranması gerektiğini de… Peki, Hatay Barosu Başkanı Ekrem Dönmez’in bugüne ekli ‘yargı’ tespiti mi? Oldukça çarpıcı…
Jean Paul Sartre, “Hayat üç bölümdür: Dünyayı değiştireceğini sandığın, dünyanın değişmeyeceğine inandığın ve dünyanın seni değiştirdiğine emin olduğun…” demiş. Sanırım bizler, Sartre kadar olumsuz değiliz, ki dünyayı değiştirebileceğimize olan inancımızda o yüzden ısrar ediyoruz. İşte bu ‘değişim’ ısrarı noktasında bir araya geldiğimiz isim, Hatay Barosu Başkanı Avukat Ekrem Dönmez oldu. Sorularımız, Türkiye’nin gündem başlıkları arasında en fazla merak edilenlerdi belki ama, cevaplar, en az sorular kadar dikkat çekici ve cesur oldu.
Başlayalım mı?
2012’deki bir konuşmanızda, “Herkese eşit yakınlıkta bir Baro için söz veriyorum” demiştiniz. Bugünkü Hatay Barosu o ‘yakınlık’ noktasında nerede?
2012 yılı, Baro Başkanı olduğum bir yıl değil, ama Baro Başkanlığı için adaylık sürecimin başladığı bir yıldı. O dönem söylediklerimi gayet net hatırlıyorum. Çünkü 2014’te Baro Başkanı olduğum zaman da aynı şeyleri tekrar ettim. Şimdi olsa aynı şeyleri yine söylerim. O anlamda, düşüncemizi asla değiştirmedik. Yakınlığımızı da uzaklığımızı da, eşitlikten kaynaklı olarak, herkes noktasında aynı tutma yönünde bir çabamız hep vardı. Bu çaba aynen devam ediyor.
Cumhuriyet Gazetesi dava duruşmalarını yakından izleyenlerden birisiniz. Özgürlükçü demokrasi ve fikir hürriyeti bağlamında baktığınız zaman, gördüğünüz Türkiye nasıl bir Türkiye?
Türkiye, sadece fikir hürriyeti bağlamında değil, ama ‘hak’ ölçütünde ciddi bir geriye gidişi yaşıyor. İfade hürriyetinden örgütlenme özgürlüğüne ve yaşam hakkından yargılanmanın adil olması gerekliliğine kadar birçok alanda, Türkiye, uzun bir süredir geriye doğru giden bir ivmeyi yaşıyor. Açıkçası, Türkiye’nin daha da geriye gideceğini ve durumun çok daha da kötüleşeceğini bekliyorum.
Bunun örneği nedir? Mesela Türkiye’de, ‘Cumhurbaşkanına Hakaret’ suçu var, ki baktığınızda, Türkiye tarihinde bu durum hiç bu kadar yoğun kullanılmamış. Dünya’da illa ki örnekleri vardır ama, bu kadar yoğun bir şekilde ‘Siyasetçi Cumhurbaşkanı’ algısında yürütülmüş bir tutuklama furyası bu denli yaşanmamış. Düşünün ki bu suç, Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenmiş olmasına rağmen böyle bir suçtan tutuklananı duymadık. Bir Cumhurbaşkanı’nın böyle bir ölçütle korunmaya çalışılması, aslına bakarsanız, toplum noktasında yaratılmak istenen bir baskıdır. Sonuç mu? Dört bine yakın bu alanda devam eden dava…
Cumhuriyet Davası’na gelirsek eğer… Türkiye’de bugün 150’ye yakın Gazeteci hala hapiste. Kimine Dev-Sol’cu dersiniz, kimine PKK’lı dersiniz ya da FETÖ’cü! Sonuçta bu isimler, muhalif kimlikli, iktidara aykırı şeyler yazdıkları için haklarında çok kolay dava açılabilen insanlar.
Açık ve net bir şekilde ifade edersek eğer… Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ifade özgürlüğüne yönelik içtihadı hiçbir şekilde dikkate alınmadan yürüyen bir süreç var burada ve bu sürece yargı da dahil oluyor. Yargı, söz konusu kriterleri göz ardı ediyor ve ‘iktidarın gözünden nasıl bakılması’ gerekiyorsa öyle bakmaya şartlandırmış bir yargı eliyle de bu insanlar gözaltına alınıyor, ardından kolluk gereken takibatı yapıyor, savcılıklar davaları açıyor, mahkemeler tutukluyor ve sonunda, yargılamayı yapan mahkemeler cezayı veriyor.
Tüm bunları yaparken de, benim en çok eleştirdiğim şey oluyor… Yargı, ‘ifade özgürlüğü’ temelinde bütün bu takibatları yaparken, evrensel içtihatları bir kenara bırakıp, iktidar gözüyle ‘nasıl yapılması gerekiyorsa’ o yönde bir taraf tutarak bu işi yürütüyor. Bu da zaten ‘yargı faaliyeti’ değil…
Sürece ilişkin tartışmaların henüz başlarında sizinle konuştuğumuzda, “Can Dündar gibi Gazeteciler iyi ki var” demiştiniz. Bugün hala aynı noktada mısınız?
Evet, bugün hala aynı noktadayım. Hatta bunun daha da ötesini söyleyeyim… Can Dündar, bir savunma yapmıştı mahkemede. O savunma için de ‘altına imzamı atarım’ demiştim. Bugün yine bu yönde düşünüyorum. O savunmanın altına bugün olsa yine imzamı atarım. Can Dündar’ın, birilerine göre FETÖ’cü olarak ilan edilmesinin ya da FETÖ’cü olarak konumlandırılmasının ciddiye alınmayacak bir tavır olduğunu düşünüyorum. Mahkum da edilse, mahkemeler hüküm de verse…
Az önce belirttiğim gibi, bu yargı ile hareket ederseniz eğer, yargılama sonunda asmayacağınız adam kalmaz bu ülkede. Diyebilirim ki, ölçütlerinizin evrensel olmaktan çıktığı anda, evrensel standartları uygulamadığınız anda, herkesi çok kolaylıkla mahkum edebilirsiniz.
Bu anlamda, düne dair söylediklerimi unutmadım. O günkü koşullar bana her ne söylettiyse, bu koşulların aynen ve daha kötü bir şekilde devam ettiğini düşünüyorum. Can Dündar, o zamanlar ‘Ben Gazetecilik yaptım’ dediğinde ve başkaları ‘Hayır, Gazetecilik yapmadın’ dediğinde, ben ‘Gazetecilik yaptı ve Gazetecilik faaliyeti nedeniyle yargılandı ve Gazetecilik faaliyeti nedeniyle de hüküm giydi’ dedim ve demeye devam ediyorum.
Can Dündar, bugün aranan ve yurt dışında yaşamak durumunda kalan bir kişi. Ancak şunu söylemeliyim ki… Koşullar Türkiye’de değiştiğinde, yani Türkiye’de yargının yargı gibi hareket ettiği koşullar sağlandığında ya da iktidar ‘yargı üzerindeki elini’ çektiğinde, Can Dündar gibi adamlar Türkiye’de mahkum olmazlar. Aslında bu gibi davalar topluma da bir mesajdır. Topluma burada, ‘sus, başına aynı şeyler gelir’ mesajı veriliyor. Mesela Selahattin Demirtaş örneği de Kürtler üzerinde benzer bir etki yaratan bir durumdur. Daha da ötesine gidelim… İktidar, aynı sopayı, Türkiye’nin ana muhalefet liderine, ama ‘yargı’ eliyle gösteriyor. ‘Bak, tutuklanırsın’ diyor ve bu mesajı da hiç kimseden çekinmeden çok net bir şekilde veriyor. Yargı hani bağımsızdı? Hani güçler ayrılığı vardı? Dolayısıyla, yapılan şeyin ‘kanuni’, ama hukuki olmadığını düşünüyoruz.
Adli Yıl açılışına eklediğiniz son açıklamanızda, FETÖ’den kurtulmaya çalışan Türkiye’nin, bu defa diğer cemaatlerin ve tarikatların hedefinde olduğuna işaret ettiniz. Türkiye siyasetinin bu garip ‘dinsel’ beslenme alışkanlığı 2. Bir FETÖ için de davetiye niteliğinde mi sizce?
Türkiye, din ticaretini beslediği sürece bu tehlike asla bitmez. O nedenle de FETÖ’nün yerini bir başka cemaatin ya da tarikatın alması çok olası ve çok kolay bu tür durumlarda. Bunun en net örneğini, Menzil Tarikatının alkışları ve tekbirleriyle makamına uğurlanan Sakarya Valisi’nde görmedik mi? Geldiğimiz, ulaştığımız tehlike budur. Ama hemen FETÖ’nün ardından bunun yaşanması çok daha korkunç. Yaşanan onca şeyden insanlar ders almamış olacak ki, aynı anlayışları besleyecek tutum ve davranışları tüm kamuoyunun önünde sergilemekten dahi utanmıyor. Devlet kademesinde bu olan bitene el koyması gereken bir Allah’ın kulu da çıkıp ‘Sen ne yapıyorsun‘ diye sormuyor! Aslında bunu sormayıp, ama bıyık altından da gülerek, yaşananları ‘onaylamış’ da oluyor. Eldeki bu tablo, FETÖ noktasında verilen mücadelenin samimi bir mücadele olmadığını da gösteriyor.
Türkiye’deki cemaatleşme FETÖ gibi yapılanmaları ortaya çıkarırken siz buna ısrarla devam ederseniz, yaşananların benzer sonuçlar çıkarmaması mümkün mü?
OHAL kapsamında yayınlanan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile işlerinden olan Akademisyen Nuriye Gülmen ve Öğretmen Semih Özakça için açıklama yapıyor, Cumhuriyet davalarını ise yakından takip ediyorsunuz. Bugünün Türkiye’sinde, doğru olduğuna inandığınız şeyleri yapmaktan tedirginlik duyuyor musunuz ya da korkuyor musunuz?
Ben bir insanım ve korkmak da dünyanın en doğal duygusudur. ‘Korkmuyorum’ diyen, yalan söylüyordur. Hangi makamda ya da hangi mevkide olursanız olun, eğer insansanız korkarsınız. Ancak, doğru söylediğimizi esas alıyoruz ve evrensel nitelikteki değerlerin Türkiye’de var olmasının mücadelesini veriyoruz. Birileri bundan rahatsız olup, ardından farklı pozisyonlar alıp ve kendi düşüncesine aykırı şeyler söylendi diye bizleri hedef haline getiriyorsa, buna yapacak hiçbir şeyimiz yok. Allah’a bir can borcumuz vardır, onu da öder geçeriz.
Türkiye bu anlamda ne kadar güvenli bir ülke?
Türkiye’nin geçmişinde, insanların, düşüncelerinden ya da fikirlerinden dolayı işlenmiş çok sayıda siyasi cinayetin olduğunun farkındayız. Öyle ki, hoşa gitmeyen şeyler söyleyen herkesin başına bu ülkede mutlaka bir şeyler gelmiştir. Türkiye, ne yazık ki, yaşam hakkı açısından ‘güvenli’ bir ülke değil.
Siz de takip ettiniz… Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın Avukatları, davanın 14 Eylül’deki ilk duruşmasına 2 gün kala gözaltına alındı. ‘Savunma Hakkı’ noktasında ele alırsak konuyu, burada verilen mesaj neydi?
80 darbesi sonrası siyasi tutuklamalar Türkiye’de modaydı. İnsanlar gözaltına alınıyor, nerede oldukları bilinmeden aylarca bir yerlerde tutuluyordu. 80 öncesinde de bu durum farklı değildi. Sonra göreceli olarak bu hak ihlalleri azaldı. Türkiye’deki faali meçhullerin ve gözaltındaki kayıpların sona erdiği bir dönemi yaşadık. Hak ve özgürlükler konusunda göreceli olarak bir artışın olduğunu gözlemledik. Fakat 2010 yılında referandumun yapıldığı tarihten sonra, ki gariptir o da 12 Eylül’dü… Bu tarihten sonra Türkiye’de işler tersine gitmeye başladı. Bugün, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın Avukatlarının başına gelen durum tekrar yaşanmaya başlandı. İnsanlar, belli bir örgüte mensup diye, sabah kapıları kırılarak gözaltına alınmaya başlandı. Eskiden de böyle oluyordu. Türkiye, ne yazık ki, davetiyeyle, insanların hakkını ve hukukunu çiğnemeden bir suç takibini henüz öğrenebilmiş değil. İşte bugün, bu baskı dönemlerine geri döndük.
Bakın şu çok net… Devletin görevi, suç işleyeni yargıya teslim etmektir. Bu takibatı yapmak devletin asli görevidir zaten. Asıl bunu yapmazsa görevini yerine getirmemiş olur. Ama bunu yaparken, hukukun insanlara sağladığı hakları eğer ki hakkıyla yerine getirmez, bazılarına ayrıcalıklı bir pozisyon tanır, yolsuzluğa karışmış Bakanlara, Bakanların çocuklarına bir iltimas sağlar, onların hepsine takipsizlik kararı verir, bazı insanları ifade vermeye çağırmaktan bile imtina eder, ama bazılarının da kapılarına dayanırsanız… Bu yaptığınız şey ‘yargı‘ faaliyeti değil, ama bir ‘öç alma’ faaliyetidir.
Dolayısıyla, duruşmaya iki gün kala Avukatların kapısına dayanıp onları götürdüğünüzde, bunun adı ‘susturma’ operasyonudur. Gözdağı operasyonudur. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’yı ‘avukatsız’ bırakma operasyonudur. Ayrıca bu davayı takip edecek insanlara da ‘bakın yarın sizin başınıza da gelir’ mesajı verme operasyonudur.
Yargı standartları herkes için ‘eşit’ bir şekilde işlemiyor diyebilir miyiz o halde?
Hayır, yargı standartları ne yazık ki Türkiye’de herkes için eşit bir şekilde işlemiyor. Bu insanlara reva gördüğünüz şeyi, suç işleyen bir Zafer Çağlayan için gösteremiyorsunuz mesela… Amerika’da bu kişiye yönelik tutuklama kararı çıkartıldığı zaman, siz kalkıp da ‘Dur bakalım, burada daha ne var’ diye sormak yerine, sorabilecek olan Savcıları tehdit eder gibi ‘Bu işten bir şey çıkmaz’ deyip, bu insanların önüne bariyer koyuyorsunuz. Dolayısıyla, bu örnekler bizde çok arttığı için, ben, yargıdan rahatsızlığımı gizlemiyorum.
OHAL süreci, artık yaşamlarımızın her alanını şekillendirme geleneğinde ilerleyen kanun hükmünde kararnameler ve daha fazlası… Yarına dair umudunu korumakta zorlananlara tavsiyeniz olur mu?
Yarına dair umutlarımızın tükendiği an hepimizin bu ülkeden çekip gitmesi lazım. O anlamda, yapılanın hiç kimsenin yanına kar kalmadığı bir dönemi hepimiz yaşayacağız, bunu bilmemiz lazım. Bunu bir tehdit cümlesi olarak söylemiyorum. Hukukun mutlaka işleyeceği bir zaman dilimi illa ki yaşanacak. Ben, yargının ideolojik ya da siyasi bir bakış açısı, kimliği ya da cüppesi üstlenmeksizin yaptığı her faaliyete kendimi gönül rahatlığıyla teslim edebilirim. Ama bugün hangi birimiz yargıya bu kadar güvenerek gidebiliyor? Ama her şeye rağmen, yarına dair umudum hiçbir zaman bitmedi, bitmez.