Geçmişin mekanlarında, sokaklarında gezerken önce biraz hüzünleniriz. Bu aynı şeyleri bir daha yaşamayacak olmanın verdiği insanı bir histir. Sonra bulunduğumuz yerle arasındaki mesafeyi ölçeriz; Nereden nereye gelmişizdir? Oradan ayrılmakla doğru mu yanlış mı yapmışızdır? Oysa ki böyle soruların cevabı yoktur; Şartlar bizi bir yerlere sürüklemiştir işte ve büyük ihtimalle ve genelde başka seçenek kalmamıştır. İnsanın kendisine yaptığı en büyük eziyet hayatın seçimlerden ibaret olduğu yanılsamasıdır. Çünkü değildir, genelde sürükleniriz.
Geçmişin insanlarıyla buluşunca önce bir şey değişmedi zannederiz. Ama bu kısa sürer; Yüzde, seste, duruşta, alnına eklenen bir çizgide, değişen ayrıntıları fark etmeye başlarız.
– Çünkü eski dostlar bunu hemen fark eder- Eskilerden konuşulmaya başlanır. Sonra sohbetin içine bir telefonla, bir tv haberiyle, bir üçüncü kişiyle “hayat” sızar. Güncel hayat.Bugünkü hayat. Artık sizin içinde olmadığınız hayat. Sizin hatırınıza bir iki saat yokmuş gibi davranılan, sizden sonra yaşanmış olan hayat. Ve yavaş yavaş fark etmeye başlarsınız;Bir şeyler değişmiştir çoktan, kartlar yeniden dağıtılmış, rulet topu çoktan dönmeye başlamış, yeni oyunda siz yoksunuzdur.Masada bir ölüyü çeşitli yerlerinden çekiştirdiğinizi anlarsınız.Ağzına nefes üfleseniz de, elinize alıp bir kukla gibi konuştursanız da, onun yaşamayacağını bilirsiniz. Sonrası zaten kısa süren bir iyi niyet gösterisidir. ( Bu duygu durumunun 6 Şubat depreminden sonra Hatay ve Hataylılar için, sevdikleri şehirden zorunlu göç edenler için ne denli zorlu olduğunu, duyumsandığını hayal bile edemiyorum)
İstanbul beni boğuyor ve rahatsız ediyor artık. Zorunlu olmadığım tek bir saat bile kalmak istemiyorum. Taşranın bir takım lükslerine alışınca bu araba, insan ve binayla şişirilmiş obez şehir gerçekten bir kabusa, kurtulunması gereken bir gaz sancısına dönüşüyor.
Metroyla şehrin içine doğru ilerlerken Karaköy’de inip vapurla Kadıköy’e geçmeyi hesap ettim. Bu hesapları yapabiliyordum çünkü hala bildiğim, 20 yılımı geçirdiğim İstanbul’du burası. Ama her gelişimde bir şeyler değişecek ve bir gün yabancı hissedecektim kendimi.
Şehirler de insanlar gibi giderler miydi?
Önce bu duygu biraz içimi sızlattı. Belli ki bu aşkta henüz ölmemiş bir şeyler vardı. Sonbaharda hava koyu bulutlarla kaplanır, ufaktan yağmurlar yağmaya başlar. Pazar günleriTaksim boş olur, köpekler, sinyalciler ve sanat erbabıyla akşamdan kalanlar, çorba içenler, sadece içinde yaşayanlarınbildiği bir ruh iklimi oluşur, tek başıma Taksim’deki sahafları gezer, Kuledibine kadar yürür, orada Radikal gazetemi okuyup hayatımla ilgili düşünür, notlar alır, akşam Cafe de Pera’da gönüllü djlik yapardım. Gecenin sonunda tüm masalar birleşir ve birlikte şarkılar söylenmeye başlar, birbirini tanımayan insanlar birlikte eğlenir ve sonra evlerine giderlerdi. Asıl özlediğim şehirden çok bir zamandı yani, bir dönem. İnsanlar, kahkahalar, tesadüfler ve mucizelerle örülü uzun, büyülü bir yolculuk. İstanbul sadece bir dekordu. Ama çok yakışıklı bir dekordu, o kesin. “O ünlünün şimdiki halini görünce çok şaşıracaksınız” haberindeki ünlü gibiydi şimdi. Botokslu dudaklarını pembe diliyle parlatıyor, ama bir türlü çekici olamıyordu.
Çocuğumu havaalanından aldım ve ertesi gün ilk 5 yaşını geçirdiği Moda sokaklarında gezdirdim. Bazı şeyleri benden farklı hatırlıyordu. Aynı evde bile olsa farklı hikayeleri olması insanların, ne garipti. Yolda onu büyüten Sema hanımla karşılaştık, şimdi bir başka çocuğun büyümesine eşlik ediyordu. Hayat yanlış iliklenmiş gömlek gibiydi; herkes başkasının derdini çekiyordu. Eski sokağımıza gittik, komşumuz Ertan abiye el salladık, “ne kadar büyümüş?” Dedi pencereden, “balkona halı sererdi Sema hanım, kızınız Deniz orada yuvarlanır dururdu.” Karşılıklı gülümsedik. Ne yapılabilir ki başka? Böyle anlarda bir kapı açılır, küçük bir esinti gibi zamanın hüznü geçer konuşmaların içinden, insan ne diyeceğini bilemez, o yüzden değerli bulurum ama kısa tutmaya çalışırım böyle karşılaşmaları.
Yıllarca yaşadığım evin yanından geçmek bana gene iyi gelmedi. Pandemide, çok yakın bir evde kalırken başımı çevirip bakmamıştım bile, umursamadığımdan değil, bakmak istememiştim, sanki beni öfkelendiren bir şeyler duruyordu orada, bir yaranın kabuğunu kaldırmak gibi, dokunmak istemedim. Yazdığım şeylere de hiç dönüp bakamam, hep hataları görürüm. Senaryosunu yazdığım “Martıların Efendisi”ni en son galada izledim mesela, yazdığım iki kitabı da basıldıktan sonra hiçokumadım. Tek bir sayfalarını bile. Garip bir şey bu, kendi yaptıklarımdan uzak durmak. Bana ait olana tereddütle yaklaşmak. Bunun içimde ters yöne çalışan bir mekanizma olduğunu biliyorum. Kendime yaptığım haksızlıklardan sadece biri. İnsan en çok kendi hakkını yiyor galiba, ne acayip.
Sonra dostlarla buluştum, iki ara bir dere, kafamda yaptırmamız gereken check up ve binmemiz gereken Kuşadası otobüsü(Otobüs bir pişmanlıktır, bunu unuttukça bana yeniden hatırlatıyor) Rakılar doldu, kadehler vuruldu. Daha çok iş konuştuk, belki zamanın ruhu bu, ya da o gece öyle denk geldi, bilmiyorum.
Kendimizi camdan heykeller sanıyoruz, oysa rengarenk oyun hamurlarıyız, gittiğimiz yerler, karşılaştığımız insanlar, zaman yoğurup duruyor bizi. Hem büyülü, hem de trajik olan bu.
Bir otobüsün içinde, İstanbul’dan artık 11 yaşına gelmiş kızımla uzaklaşırken “acaba” dedim, bu içki masaları, bu ara sıra düştüğüm, birkaç ay süren sigara nöbetleri, karanlığın elleri, geçmişe özlem mi? Bu masalara arada dönmek geçmişi bırakamamak, vedalaşamamak mı? Artık hiçbirimiz belki deoralarda değil miyiz? Uzun süredir bir cesedin ağzını mı öpüyoruz? Birbirimize saygımızdan sevgimizden mi zorluyoruz bu eski ritüelleri?
Belki de artık hem geçmişi hem kendimizi rahat mı bırakmalıyız?
Yeni bir hayata yer açmanın belki de tek yolu bu mu?
YORUMLAR