Bugünün sosyal ve düşünsel yapılarında ve insanın kendisi tarafından oluşturulan geleceğinde görülen her şeyin kaynağını, yaklaşık üç milyon yıl süresince, bizden önce gezegenimizde yaşamış seksen milyar atamızın düşsel birikimi oluşturuyor. Bize bin bir değişik yöntemle bırakılan bu işaretler arasında en önemlisi, en dikkat çekeni, en evrenseli ve bununla beraber bugüne kadar en az açıklanmış olanı labirent kavramıdır.
Jacques Attali, “Labirentin Tarihi” adlı kitabında, labirentin dokunaklı ve evrensel bir anlam taşıyan inanılmaz varoluşunu anlatıyor. Labirentin evrensel varlığının rastlantısal bir olay olarak kabul edilemeyeceğini, çok temel bir anlatım şekli olduğunu ve hatta dinler tarihinin en önemli kilit noktalarından birini ortaya koyduğunu belirtiyor. Ardından geleceğin ekonomik, politik, bilimsel, estetik ve felsefi boyutlarını anlamada bize nasıl yardımcı olacağını açıklıyor. Sonra bu gelecek üzerine etki yapmamıza nasıl olanak verdiklerini, sonuçta böyle öğretici yolculuklardan ne bekleyebileceğimizi ve labirentleri düşünmeyi nasıl öğreneceğimize ilişkin ilginç görüşler ileri sürüyor.
Bütün uygarlıklarda labirent öncelikle bir simge yazıdan önce icat edilen bir dil, karmaşık bir anlatım biçimi gibi bir şeydi. Sonra bir efsanenin dayanağı ve son olarak da bir haberleşme yolu oldu. İnsan aklının ürettiği bu en eski şekil, insanlığın en temel dramlarının yaşandığı yerlerde hep var olmuş. Eskiden beri her yerde; İskandinavya’da, Rusya’da, Hindistan’da, Tibet’te, Yunanistan’da, Britanya’da, Amerika’da ve Afrika’da birbirine şaşırtıcı derecede benzeyen binlerce çizimlere rastlanmıştır.
Mısır’da labirent, ruhun izlediği yolu temsil eder. Akdeniz bölgesinde ayinsel danslara rehberlik eder. Amerika ve Çin’deki tüm geç kültürlerde ise kendi gerçekliğinin peşindeki bir insanın iç yolculuğunu anlatır. Hıristiyanlığın gelişiyle beraber, inançlı insanların, merkezi Kudüs’ü simgeleyen taştan yapılma bir labirent boyunca emeklemek suretiyle hayali bir haçlı seferini az bir emekle tamamlamalarına imkan tanıyan bir yöntem haline gelir. Akıl çağında labirent, hem düşman hem de savaşılması gereken karanlığın bir örneği olarak görülür. Labirent öncelikle bir hikâye anlatır. Genellikle bir yolculuğun, ilk göçebe insan topluluklarının ya da saklanmış bir cinayetin, gizlenmiş bir suçun, zorlu bir kaçışın, bastırılmış düş kırıklıklarının, saklanmış hazinelerin, zorlu baştan çıkarmaların, kurtarılması gereken kızların, vaat edilmiş toprakların, keşfedilecek yenidünyaların hikâyesini anlatır. Zamanın başlangıcından bugüne dek gelen, insanlık halinin gizli yollarının hikâyesidir bu. Kötülük karşısında savunma, ölüm karşısında ise korunma içgüdüsünü ve hayatı öteki dünyadan ayıran o zayıf çizgiyi algılamasına ve somutlaştırmasına, dolayısıyla ölümsüzlüğe ve sonsuzluğa hazırlanmasına imkân verir. Aynı zamanda bilgiye ulaşmanın her türlü yolunu anlatır ve gelecek kuşaklara bu bilginin ulaştırılmasını sağlar. İnsanın, gücünü, inancını, bilgisini ve kara bahtı karşısındaki sabrını kullanarak, kaderini ve yolculuğu bitmeden önce bir ideale ulaşma umudunu kendi kendine anlatmasına yardımcı olur. Sonuçta labirentlerle ilgili tüm efsaneler şu veya bu şekilde dört hikâyeden bahseder: bir yolculuk, bir sınav, bir inisiasyon ve bir dirilme. Hepsi kahramanın ölümünü, onun kurban edilmesini, öğretici bir gizemi keşfetmesini, değişimini anlatır.
Jacques Attali’ye göre labirent, toplumun bilinçaltının, öteki dünyaya gönderilen bir mesajın somutlaşmasıdır. İnsanın yazgısının anlamlarından birinin ve dünyayı düzene koyma arzusunun ilk soyutlamasıdır. Evreni, hem önceden tahmin edebilen hem de önceden tahmin edilemeyen yönleriyle tarif eder. Bu öyle bir evrendir ki, ondaki yolculuk, tıpkı hayattaki yolculuk gibi hem özenle araştırılır, hem de ondan korkulur. İşte labirentler bu yüzden her uygarlığın, hayat, ölüm, öteki dünya, dünyanın yaratışı ve insanın kimliğiyle ilgili sırları çözme yöntemini anlamamızı sağlarlar.
Jacques Attali, yerleşik kültüre dayalı uygarlığımızı bir labirentler labirenti olarak görüyor. Uygarlığımızın kendisini anlaması ve açıklayabilmesi için hala labirente ihtiyacı olduğunu savunuyor. Her birimizin kendi zihinsel labirentini yaratmasını, aklın bir çeşit günlük egzersizi içinde gözleriyle labirent yollarını izlemesini ve herkesin kendi labirentini yapmayı öğrenmesi gerektiğini öğütlüyor:
“Orada cesaret gerekecek, çünkü insan her labirentin çıkışında, her zaman başka labirentler bulacaktır. Labirentlerin labirentleri. Kimileri orada Tanrı’ya, kimileri gerçeğe, kimileri ise alaycı bir kuşkuculuğa ve panik içinde bir umutsuzluğa rastlayacaklarına inanacaklar. Ve sonunda, kimileri, orada, bilgeliğe doğru giden gizemli ve kırılgan yolu bulmayı ümit edecek.”
Jacques Attali, bir labirent gibi inşa edilmiş bu kitabında, insanlığın uzun ve dolambaçlı tarihinde bir yolculuğa çıkıyor ve bu tarihin içinden çekip çıkardığı bilgilerle bizi şaşırtıyor. Her öğrenme arayışında olduğu gibi, bu kitapta da, hem kaybolmayı, hem görünmeyen bir merkeze doğru durmaksızın ilerlerken başlanılan noktaya geri gelmeyi göze almamız gerektiğini söylüyor.
Orhan Tüleylioğlu
YORUMLAR