Ingeborg Bachmann, gerçek bir kitap tutkunuydu. Bir yazarın okuması gereken ölçüyü daha çok gençken aşmıştı. Bir söyleşisinde, nerede, hangi ülkede yaşadığının bir önem taşımadığını söylüyor, şunları da ekliyordu:
“Önem verdiğim tek şey, içinde mümkünse iki masanın, duvarlarında da bir sürü kitabın bulunduğu, sakin bir oda. … Okumak hiç kuşkusuz, tıpkı müzik dinlemek gibi, onsuz asla olamayacağım bir şey.”
Bachmann, Innsbruck, Graz ve Viyana Üniversiteleri’nde felsefe, psikoloji ve Alman filolojisi okudu. İlk şiirleri 1948-49 yıllarında yayımlandı. 1959-1960 yıllarında Frankfurt Üniversitesi’nde misafir doçent olarak “Çağdaş Yazının Sorunları” üst başlığı altında dersler verdi. 1965’ten sonra Roma’da yaşamaya başladı. Şiir dışında roman, öykü, deneme ve radyo oyunu türlerinde de yapıtlar veren Bachmann, 1973’te evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybettiğinde 47 yaşındaydı.
Avusturyalı yazar, bu olaydan kısa bir süre önce, kendisini konu alan bir belgesel filmde şunları söylemişti:
“(…) İnsan, ancak maddeyi aşan bir şeylere sahip olduğunda zengindir. Ve ben bu maddeciliğe, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada yapılan korkunç şeylere, bizim sırtımızdan zengin olma hakkına sahip bulunmayan insanların böyle zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekten inandığım bir şey var ve ben bunu “bir gün gelecek” diye adlandırıyorum. Ve inandığım şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü bize gelmesin diye hep yıktılar, binlerce yıl boyunca hep yıktılar. Gelmeyecek, ama yine de inanıyorum. Çünkü inanmazsam eğer, artık yazmam da olanaksızlaşır.”
Ingeborg Bachmann, usta bir yazar ve şair, çağına karşı sorumluluğunun bilincinde, duyarlı bir aydın ve düşünürdü. Birçok ödüle değer görüldü. Okura hazır bir mesaj vermekten çok, onu düşünmeye zorlayan, imgelerle yoğrulmuş yapıtları aşkların, umutların, düşlerin büyük dünyasına açılan birer kapı olmuş, büyük yankılar uyandırmıştı.
Söyleşilerinde faşizmin, atılan ilk bombalarla ya da terörle değil, insanlar arasındaki ilişkilerde başladığını sıklıkla vurgulayan yazar, “Savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır” diyordu. Ona göre bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında, gerçekte sürekli bir savaş vardır ve gerçek savaş, her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla doğar. Böyle bir dünyada, yazarın görevi acıyı yadsımak, onun olmadığı yanılmasını yaratmak, acının izlerini silmek olamazdı:
“Tersine, yazar onu somutluğuyla benimsemek ve görebilelim diye bir kez daha somutlaştırmak zorundadır. Çünkü hepimizin isteği, görebilen kişiler olabilmektir. Ve bizi ancak o sözünü ettiğim gizli acı, deneyimlerin karşısına, özellikle de gerçeğin karşısında duyarlı kılar. Bu konuma girdiğimizde, acının üretkenliğe dönüştüğü o uyanıklık konumuna geldiğimizde, çok yalın ve doğru olarak şöyle deriz: Gözlerim açıldı. Bunu bir şeyi veya olayı dışa dönük yönüyle algıladığımızdan değil, fakat göremeyeceğimiz şeyi kavradığımız için söyleriz. İşte sanat bunu, yani bu anlamda gözlerimizin açılmasını sağlayabilmelidir.”
Bachmann, Frankfurt Üniversitesi’nde verdiği derslerde, “Edebiyat bir idealdir” diyor, çağdaş edebiyata derinlikli bir bakış açısı sunuyordu:
“…Edebiyat böyledir, her zaman geçmiş şeylerin ve karşılaşılanların bir karışımı olmasına rağmen, hatta olduğu için, hep umulan, isteğimize göre dağarcığımızdan alıp gönlümüzce donatacağımız bir şey olduğu için – sınırları bilinmeyen, ileriye açılan bir ülkedir.”
Ingeborg Bachmann’ın Malina adlı romanı 1971 yılında yayımlanır. Eleştirmenlerin, Virginia Woolf’un ve Samuel Beckett’in en iyi yapıtlarıyla eşdeğerde tuttukları, yazarın “Ölüm Türleri” ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümü olan Malina, kısa zamanda çoksatar listelerine yerleşir. Öyküsüz bir aşk romanı, diye adlandırılan roman, yazarın öykülerinde dile getirmiş olduğu görüşlerin yeni bir yansımasıdır. Yazara göre, toplum, düşünülebilecek en kanlı arenadır. Bu arenada eskiden beri, bu dünyanın mahkemelerine sonsuza değin kapalı kalan, en inanılmaz cinayetlerin tohumları en kolay biçimde ekilmiştir. 2. Dünya Savaşı’nı izleyen dönem, ilkinden de korkunç olan bir savaşın yaşandığı dönemdir. Bu savaş artık cephelerde, dış dünyalarda değil, insanların iç dünyasındadır; en büyük hedef, insanları iç dünyalarında yıkmaktır. Bu yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil; günlük yaşamımızda yer alır. İnsanın insanı manevi açıdan, sevgisizliklerle, türlü yaralamalarla öldürüşü, gerçek cinayetleri oluşturur, boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli, bu günlük cinayetlerde aranmalıdır.
Ingeborg Bachmann bir gün geleceğine inandığı şeyleri romanında şöyle dile getirir:
“Bir gün gelecek, insanların siyah, ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar, güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar, havalara yükselecekler, suların dibine inecekler, sıkıntılarının ve ellerinin nasır bağlamış olduğunu unutacaklar. Bir gün gelecek, insanlar özgür olacaklar, bütün insanlar özgür olacaklar, kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar. Bu daha büyük bir özgürlük olacak, ölçüsüz ve bütün bir yaşam boyunca sürecek…”
“Bir gün gelecek, insanlar savanları ve bozkırları yeniden keşfedecekler, uçsuz bucaksıza açılıp köleliklerine bir son verecekler, hayvanlar yükseklerdeki güneşin altında insanlara, artık özgür olan insanlara yaklaşacaklar ve dev kaplumbağalar, filler, bizonlar birlik içerisinde yaşayacaklar, ormanların ve çöllerin kralları, özgürlüklerine kavuşmuş insanlarla birleşecekler, aynı kaynaktan su içecekler, arınmış havayı soluyacaklar, birbirlerini parçalamayacaklar, bu başlangıç olacak; bütün bir yaşamın başlangıcı…”
Ingeborg Bachmann dil felsefesini estetik boyutta uygulayan bir düşünür ve sanatçıydı. Yapıtları, kendisinin deyişiyle, değişik yönlerden ve değişik araçlarla aynı noktaya yönetilmiş saldırılar ve keşif yolculuklarıydı. Hayatın anlamsızlığının başlıca nedenlerinden biri olarak dilin yetersizliğini gören Beckett gibi, yeni bir dil olmadan yeni bir dünya kurulamayacağını söyledi. İnsanların bir şeyleri beklemek zorunda kalmayacakları bir dünya düşledi:
“Bir gün gelecek, insanların altın kırmızısı gözleri ve şaşırtıcı sesleri olacak; o gün insanların elleri yeniden sevme yeteneğini kazanacak ve insanlığın şiiri yeniden yazılacak…
… ve elleri iyilik yapabilecek, masum ellerini varlıkların en yücesine uzatacaklar, çünkü onlar, çünkü insanlar sonsuza değin beklemek zorunda kalmamalılar, beklemek zorunda kalmayacaklar…”

YORUMLAR