Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Antakya’da Kültür-Sanat

Hazırlayan: Mehmet Karasu Antakya

Hazırlayan: Mehmet Karasu

Antakya Kitaplığı: Gece İle Sabah Arasında Yolculuk/ Rafik Schami
Arabistan’ın en zengin mimarı Nabil Şahin, kansere yakalandığını ve çok az ömrünün kaldığını öğrenir. Bunun üzerine, çocukluk arkadaşı Valentin’i, yöneticisi olduğu sirkle birlikte ülkesine davet eder. Sirk ülkede ücretsiz temsiller verecek, karşılığını da fazlasıyla alacaktır. Zamani Sirki Almanya’dan yola çıkar. Bu yolculuk, aynı zamanda Valentin’in gençliğine doğru yöneldiği, daracık Arap sokaklarında gerçek babasının izini aradığı, Nabil’in içindeki ölümü yenmeye çalıştığı, sirk artistlerinin ve izleyicilerin her gün binbir gece masallarını aratmayan, acı tatlı, neşeli hüzünlü olaylarla karşılaştığı, geceyle sabah arasında hayatını kazanma kaygısıyla sürdürülen yaşamla ölüm arası bir yolculuktur. Bir öykü ustası olan Rafik Schami, bu kitabında da, kimi yerde keskin bir gözlemci, kimi yerde acımasız bir yergici, kimi zaman da bir Doğu masalcısı gibi, iç içe geçmiş birçok öykü anlatarak okurlarını sürprizlere boğuyor.(Tanıtım Yazısı)

Konuk Yazar: Antakya Asi ve Ben/ Hatice Elveren Peköz
Habib-i Neccar dağların eteklerinde Antakya, geçmiş zamanlardan geleceğe doğru alabildiğine uzanır gider.
Orda bir ben vardım bir de Asi…
Tüm zamanların tütsülü kokusu sinerken saçlarıma, dağların eteklerinde eski köyleri anımsatan mahallelerden geçiyorum. Yorgun aç ve susuz…
Kapısız iki söz ve iki dağ arası güneş değmeyen evlerde, yaşama tutunma sanatını yazıyorum. Sevgiyi iki yürek arası hasretle yâd ederek, geçmiş zamanlardan kalma kırık dökük eski aşk masalları anlatıyorum Asi’nin çocuklarına.
Merdivenli, yokuşlu dar sokaklarda yürürken çocuklara gülümsüyorum sessizce! Asi ise Defneye karşı kollarını açarak, sevgiyle sarıp sarmalıyordu.
Antakya’nın dar sokaklarda yürürken, tütsü kokulu sandıklar açılıyor ağır ağır.
Dağlara yaslanmış sırt sırta, bel bele vermiş mahallelerden kopup eski mekânlara dâhil oluyorum. Sonra yolumun üzerindeki cami ve kiliselerin önünden geçip, yüzümü Asi’nin rüzgârına çevirerek içimdeki çocuğun peşi sıra koşuyorum.
Hiçbir şey görüldüğü gibi değil aslında.
Bir yandan dilencilere söylenip, ötede simitçilerle söyleşerek yürüyorum. Boyacı çocuğun gözlerindeki derinliğe bakarken önümden araçlarla insanlar, seller sular gibi akıp gidiyor.
Köprübaşında, yer çekiminin son noktasında gibi dünya.
Orada küçük bir kız çocuğunu, koşar adım el-kol çırparken görüyorum kendimi. Çakmak çakmak ateş parçası kızın gözleri. İçimdeki çocuk onunla el ele tutuşarak, Asi’ye doğru koşuyoruz. Ona gizlice gülümserken, Asi gâh sakin gâh coşkulu…
Antakya, Defne ve ben duvarları ahşap kaplı, gömme dolaplara sarınmış eski mekânlarda yaşıyoruz. Eski zaman bayramlarında adaklar adayıp Ezan Çan, Hazan sesleriyle şuha kalkıyoruz. Sonra birlikte yapılan ayin ve dualar sonrası, törensel şenliklerde birlikte ağlayıp birlikte seviniyoruz.
Geçmiş zamanların tınısından gelen eski bir şarkıyı fısıldıyor bahar…
Eski Antakya’nın arka sokaklarında dolaşırken, az ötelerde ikindilerden bir ilahi okunuyor. Matem yüzlü kadınlar ebediyete gidenin ardı sıra yürüyorlar ağır ağır. Ama elimden ne gelirdi? Gidenlerin kalanlara bıraktıkları bir tutam düş, bir tutam zamandı. Hepsi bu.
İçimde bir Asi vardı, bir Antakya. Bir de boyacı çocuğun Asi renkli gözleri…
Bir an içimden uzunca bir şarkı tutturarak, Uzun Çarşıya uzanıyorum. Çarşı buram buran reçine, baharat kokulu… Sanki dileklerimin kabul olduğu bir zaman dilimindeyim? Ellerim havada, dillerim duadadır.
Kanatlarımın altında Antakya, Asi ve bir de Habib-i Neccar dağları…
Çocukların içinden geçenleri, gözlerinden okuyorum. Her biri ayrı bir dünya, ayrı bir tarih diliminden fırlamış gibi? Kimi ağlıyor, kaygılardan uzak gülümsüyor kimi.
Antakyalı kızların saçları defne kokulu, oğlanların gözleri Asi yeşili…
Defne ve ben, Asi boyunca Harbiye’den geçip şalelerin hayat suyunda yıkanarak, Akdeniz’e erişiyoruz. Her yer çağlayan ve her yerde zeytin ağaçlarının gölgesi düşüyor akşamların üstüne.
Derken kayısı, erik, asma ağaçlarının en uç dallarına yeniden doğuyor güneş. Hayatın bir ucunda elma, portakal, üzüm, nar taneleri; bir ucunda Ceviz, badem, incir… Yetmiş yedi efsunlu tat, yetmiş yedi renk basıyor tüm dallarımızı. Antakya, Defne ve ben yetmiş yedi şuhu kız gibi her daim bekliyoruz Asi’yi?
Orada bir ben vardım, bir de küçük kızın bal rengi gözleri vardı…
Gün doğarken ağır ağır gözlerimi kapayarak, iki söz ve iki dağ arasında gözlerden uzak bir kaçışı yaşıyorum. Sonra gün görmeyen evlerden kopup, güneşli balkonlardan sarkan sardunyaların özlemiyle yanıp tutuşurken, Akdeniz sahillerinde buluyorum kendimi.
Antakya, Asi ve ben eski evlerin mermer kaplı, çini işlemeli avlularından geçiyoruz. Oradan şarap mahzenlerine iniyoruz ağır ağır! Eski duvarlar ardında, mekânların gizli köşelerinde eski ruhların uğultulu sesleri, gülüşleri, hüzün ve sevinç çığlıkları duyuluyor sanki? Sesler gizli mahzenlerin duvarlarına sinmiş, sevenlerini bekliyor gibi? Kimi pişmanlığın yakıcı ateşiyle dönenip dururken, çığlıkları eski duvarlarda yankılanıyor. Sesler sevgisiz ve içli…
Bir yanım Asi’ye tutsak, bir yanım dağlara dayalı…
Asili kadınlarla kederimiz bir, sevincimiz birdi. Oysa tandır ekmeği ve eski evlerin yeraltındaki buğday ambarları adına, gizli tünellerden geçmek gerekliydi. Çiftin, çubuğun peşi sıra koşan yorgun insanların, kan-ter içinde nasırlı elleriyle hasat edip, dar günler adına saklayıp yiyemediği ambarlar bereket dolu…
Antakya, eski zamanlardan kalma büyülü şiir…
Eski mekânların tütsülü kokusu gerdek odalarına, gelinlik kızların saçlarına sinmiş.
Geçmiş zamanların dar ve taş döşeli sokaklardan geçiyoruz usulca.
Kimi altın kafeslerde yaşarken, kiminin üstünden yıllar bir silindir gibi geçmiş.
Mekânlar, geçmiş zamanların şatafatlı yaşamından izler taşıyordu hala.
Taş duvarlar, ketum ve gizli tanıklar gibi sessizliğini koruyor.
Derken bir duvar dibinden geçip, eski mekânlarda asma katlı, cumbalı konaklarda bir kahve molası veriyoruz.
Antakya, dünyaca ünlü bir marka ve uygarlıklar beşiği şehir…
Antakyalı, Ezan-Çan-Hazan sesleriyle tüm zamanların ilahi ve dualarıyla şuha kalkarken, Defne ağaçlarının gölgesinde yenibaharlara uyur ve uyanırdı. Sonra zeytin ağaçlarının yetmiş yedi rengi gölgesinde dünyaca ünlü altın markaya dönüşürken, Amik Ovası başak sarısına keserdi.
Dünyada kimse Antakyalı gibi tasarlayıp düşünemez aslında. Ama Antakyalılar herkes gibi düşünür. Yaşamın doğal döngüsü içinde, sevgi sarmalıyla barışı taçlandırıp tasarımı sanata dönüştürenlerdir. Düğün ve şenliklerde bir bütünlük içinde aynı şarkıları söyleyip, aynı duaya amin denir.
Antakya Asi ve ben umuda uyuyup ve uyanıyoruz.
Yüzyıllar geçse de değişen bir şey yoktu aslında. Barışla sevgi adına ödün verilemezdi asla. Yalnız bazı zamanlarda kiminin adı yoğa yazılırken, sosyoekonomik gücü olanlar ve olmayanlar arasında derin uçurumlar, keskin mesafeler olması olasıdır. Bu açıdan birileri ejderha azgınlığıyla suyun başını tutmuş ve kan emicilerini doyurmaya çalışa da, Antakyalı ile Şairleri, inadına inadına şuha kalkarak barış şiirleri okumaktadır.
Defne kızın tütsü kokulu saçlarına ömrümüzü adamışız bir kere.
Antakya, Asi, Defne ve ben yeni güne gülümserken, Habib-i Neccar’ın duvarları ardında dualar ederek el ele yürüyoruz. Yürüdükçe duvarları ahşap kaplı, gömme dolaplarla sarmalanmış mekânlara dâhil oluyoruz.
Antakyalı geçmişten geleceğe uzanan ellerin dostça kenetlendiği büyülü şehir…
O eller bir o kadar cömert, bir o kadar bereketli. Kepekler dualarla açılıp kapandıkça, Ezan, Çan, Hazan sesleri arasında bütün Antakya şuha kalkardı. Bayramlarda adaklar adayıp, birlikte yapılan ayin ve dualara eşlik ederek, törensel şenliklerde birlikte ağlayıp birlikte seviniriz.
Gün akşam kızıllığına boyanmak üzeredir.
Antakya, Asi, Defne ve ben, Zeytin ağaçlarının gölgesinden geçiyoruz, ağır ağır. Defne çiçeklerini Asi yeşili sulara bırakarak, Antakya’nın taş döşeli dar sokaklardan geçip asma katlı ve cumbalı konaklarda bir kahve molası veriyoruz.

Haftanın Şiiri
Hikâye: Cahit Külebi

Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!

Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!

Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!

Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!

Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!

Haftanın Sanat Gündemi
Sennur Sezer ödüllerine başvurular devam ediyor
Gıda-İş Sendikası ve Manos Kitap tarafından Şair Sennur Sezer anısına düzenlenen “Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir ve Öykü Ödülleri”ne başvurular devam ediyor. Ödüle aday olmak isteyenler dosyalarını 16 Mart’a kadar “Gıda-İş Genel Merkezi, Bağlar Çeşme Mah. Doğan Araslı Bulvarı, Örnek İş Merkezi, No: 133/57 (34517) Esenyurt/ İstanbul” adresine göndermesi gerekiyor. Değerlendirme sonuçları 1 Mayıs’ta açıklanacak ve ödüller Sennur Sezer’in doğum yıldönümü olan 12 Haziran’da yapılacak törenle sahiplerine takdim edilecek.
BİRİNCİ OLAN DOSYALAR BASILACAK
Şiir dalında Şükrü Erbaş, Orhan Alkaya, Nalan Çelik, Gülce Başer ve C. Hakkı Zariç jüri üyeleri arasında bulunurken Adnan Özyalçıner, Ayşegül Tözeren, Zeynep Uzunbay, Türker Ayyıldız ve Jaklin Çelik öykü dalındaki juri üyeleri arasında yer alıyor. Yarışmada şiir ve öykü dalında yalnızca birincilik ödülü verilecek, kazanan dosyalar Manos Kitap tarafından yayımlanarak kitaplaştırılacak. Jürinin gerek görmesi durumunda “Jüri Özel Ödülü” de verilebilecek. Seçici kurul üyeleri ve onların birinci derecedeki yakınları, Manos Kitap çalışanları ve birinci dereceden yakınları, Gıda-İş Sendikası Yönetim Kurulu üyeleri ve birinci derece yakınları ödüle katılamayacak.
KİTAP OYLUMUNDAKİ DOSYALARLA BAŞVURULACAK
Ödüle daha önce dergilerde yayımlanmış olsa da kitap olarak yayımlanmamış ve daha önce herhangi bir ödül almamış öykü ve şiir dosyaları katılabiliyor. Ödüle başvuracak şiir ve öykü dosyalarının kitap oylumunda olmaları, şiir dosyalarında 64 sayfa (4 forma), öyküde 128 sayfa (8 forma) olması gerekiyor. Öyküler ve şiirler 1,5 satır boşluğu bırakılacak şekilde 12 punto ile bilgisayarda yazılacak ve dosyalar A-4 formatında 5 nüsha iletişim adresine kargo ya da postayla ulaştırılacak. Elden ya da e-posta yoluyla yapılan başvurular ise kabul edilmeyecek. Ödüle katılan eser sahipleri dosyanın herhangi bir yerine açık kimliğini belli edecek isim, rumuz ve işaret kullanmaması gerekiyor. Katılımcılar dosyalarıyla birlikte iletişim bilgilerini bir zarfın içinde ayrıca göndermelidir. Ayrıntılı bilgi için [email protected] adresine veya 0546 42457 51No’lu telefondan Zeliş Irmak’a başvurabilir. (EVRENSEL KÜLTÜR SERVİSİ)

Orhan Kemal Müzesi tabelası tekrar yerinde!
Orhan Kemal Müzesi yön tabelası sökülüp yerine İBB Cihangir Cihannüması Sosyal Tesisleri tabelası yerleştirilmişti. Tepkiler sonrası tabela yerine kondu.
Bu hafta başında Cihangir’de bulunan Orhan Kemal Müzesi yön tabelası sökülüp yerine İBB Cihangir Cihannüması Sosyal Tesisleri tabelası yerleştirilmişti. Çıkan haberlerlerin ardından gelen tepkiler üzerine tabela tekrar yerine konuldu. Müze tarafından yapılan açıklamada, “Tüm basın kuruluşları ve duyarlı halkımızın ilgisi sonuç vermiş yön levhası eski yerine konularak ziyaretçilerin müzeye kolayca ulaşması sağlanmıştır” ifadeleri kullanıldı. (CUMHURİYET)
Orhan Kemal Kültür Sanat Koordinatörlüğü’nün katkılarıyla açılan Orhan Kemal Müzesi’nde, yazarın, çoğu Ara Güler tarafından çekilmiş özel yaşamıyla ilgili 70 fotoğrafı, ailesiyle ilgili fotoğrafları, kitaplarının orijinal ilk baskıları, özel mektupları, hakkındaki yazılar, makaleler ve doktora tezleri, çalışma odası, yazarın kullandığı daktilo, yatak, diş fırçası, kalem gibi özel eşyaları ve öldüğünde yüzünden alınan yüz kalıbı gibi çeşitli materyaller bulunuyor. Üç kattan oluşan binada bir de kafe yer alıyor.

Yapı Kredi Yayınları’nın 5 bininci kitabı Nâzım’dan
Yapı Kredi Yayınları’nın 5 bininci kitabı, Nâzım Hikmet’in 1937-1942 yılları arasında İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa hapishanelerinde tuttuğu 6 cep defterinden yola çıkarak hazırlandı.
Kitap, Nâzım Hikmet’in 1937 – 1942 yılları arasında İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa hapishanelerinde tuttuğu 6 cep defterinden yola çıkarak hazırlandı.
“Nazım’ın Cep Defterlerinde Kavga, Aşk ve Şiir Notları” kitabı, bir grup araştırmacının ve editör olarak Yücel Demirel’in Memet Fuat Arşivi Piraye Koleksiyonu üzerinde birkaç yıllık çalışmasının sonucu oluşturuldu.
Farklı boyutlardaki 6 defter, tıpkı basımların yanı sıra şairin notlarında yer alan bazen bir tek kelimenin, yarım kalmış bir cümlenin, bir mısranın, adresin ya da rakamların çağrıştırdıkları döneme ait açıklama metinleri de eklenerek 6 kitap haline getirildi.
Nâzım Hikmet’in şairliğini, âşık ve mahkûm hallerini gösteren 6 cep defterine ek olarak belge ve fotoğraflar da 7. kitap “Zeyl”de toplandı.
Erden Akbulut, Yeşim Bilge, Handan Durgut, Mehmet Ulusel’den oluşan Piraye Koleksiyonu Çalışma Grubu tarafından hazırlanan kitap, şairin 116. doğum yılında okurlarıyla buluştu.

Gülten Akın doğumunun 85. yılında anılıyor
Doğumunun 85. yılında Gülten Akın, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ve Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Araştırmaları ve Uygulama Merkezi işbirliğiyle hazırlanan bir söyleşiyle anılıyor. Özge Şahin’in (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı) moderatörlüğünde gerçekleşecek söyleşiye şair Mehmet C. Doğan, Olcay Akyıldız (Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü) ve Ruken Alp (Sabancı Üniversitesi Kültürel Çalışmalar Programı) konuşmacı olarak katılacak. Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi’nde düzenlenecek söyleşi yarın saat 18:30’da başlayacak.(Evrensel)

Belleğimizdeki Kadınlar: Gülten Akın
5 Kasım 2015’te yaşamını yitiren şair Gülten Akın, edebiyata 1956’da Rüzgâr Saati’yle güzel, güçlü ve doğru bir ses olarak girdi. Daima anlamın izini sürdü; Türk şiirinin içerik ve biçimini, etik ve estetik kaygılarını hep yukarıya taşıdı. Kitaplarından Sığda’yla (1964) Türk Dil Kurumu 1965 Şiir Ödülü’nü, halk kaynağından beslenen ve bir Kurtuluş Savaşı’nı anlatan “Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı”yla 1970 TRT Başarı Ödülü’nü aldı. Ağıtlar ve Türküler’le 1976 Yeditepe Şiir Armağanı, Sevda Kalıcıdır’la 1991 Halil Kocagöz Ödülü, Seyran’la 1992 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü Memet Fuat’la paylaştı. 1998 Truva Folklor Ödülü, Sessiz Arka Bahçeler’ile 1999 Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülü verildi. 2004 yılında Tüyap İstanbul Fuarı’nca Onur Şairi seçildi. (EVRENSEL KÜLTÜR SERVİSİ)