Emily yalnız bir kızdı. Ölümünden kısa bir süre sonra, kız kardeşi Lavinia ablasının odasında kilitli bir çekmecenin içinde, titizlikle düzenlenmiş binlerce şiirin varlığını keşfederek derin bir şaşkınlığa düşüyordu. Bu olay, yaşadığı yıllarda hemen hemen hiç kimsenin tanımadığı bir şairin dünyayla tanışma sürecinin de başlangıcını oluşturacaktı.
Şiirlerinde yalnızlığın doğasını keşfetmeye girişen bu şair, Emily Dickinson’tan başkası değildi. Emily, başkalarıyla birlikteyken erişemeyeceği bir derinliği tek başınalıkla bulmuştu. Ondan kalan büyük miras 1775 şiirdi.
Emily Dickinson 10 Aralık 1830’da Amherst’te doğdu. Austin adlı bir erkek ve Lavinia adlı bir kız çocukları daha olan Dickinson’lar, bu küçük New England kasabasının önde gelen ailelerinden birini oluşturuyordu. Mr. Dickinson, katı ve en iyi haliyle bile mesafeli bir babaydı. Dickinson kardeşler birbirini seven çocuklardı. Bununla birlikte Dickinson’ların evi neşeli bir ev değildi.
Amherst Academy’de Latince, Fransızca, tarih, retorik, botanik ve felsefe çalışan Emily Dickinson, 1847’de Mount Holyoke Female Seminary adlı kız okuluna girdi. Burada günün dinsel tartışmalarına tanık olan Emily, hiçbir zaman çok iyi olmayan sağlık durumunun da etkisiyle Amherst’ü merkez alan, kendi üzerine kapalı bir yaşama biçimi seçti. Böylece, bahçe, mutfak ve odası arasında yaşıyor, yemek pişiriyor, yün örüyor, ağabeyinin evine gidiyor, yüzlerce şiir ve her biri şiir sayılan yüzlerce mektup yazıyordu.
Emily, kapı çalındığı zaman evin içlerine kaçan ve yıllar geçtikçe daha az kişiyle görüşen biri olmuştu. Toplumun getirdiği “yoksulluğu”, yalnızlığın getirdiği “zenginlikle” savuşturmaya çalışan şair, kaderinin kendi başınalıktan geçtiğini çok erken bir çağda sezmişti. Emily, yaşamını yönlendirirken acılarının yükünü yalnız başına çekecekti.
Yalnızlığın acısını belirli bir noktaya kadar yaşayan şair, zamanla yalnızlığına da hükmetmeye başladı ve onu, yaratıcı yönüyle beslemek için kullandı. Şiirleri, kısa, çarpıcı ve inanılmaz derecede yoğun duygularla dolu küçük mücevherler gibiydi…
Güzün geliyor olsaydın
Savuştururdum yazı-
Yarı gülümseyerek-yarı tahkirle
Bir sineğe yaptığı gibi-ev hanımlarının-
Bir yıl sürseydi seni görmem
Aylardan yumak yapardım
Ve ayrı bir çekmeceye koyardım her birini
Korkudan-karışır diye sayıları
Yüzyıllar sürseydi bile, gecikme
Ellerimle sayardım onları -çıkarırdım-
Ta ki Van Dieman’ın ülkesine
Düşene dek parmaklarım
Kesin olsaydı eğer, bu hayat bittiğinde
Var olacak senin ve benim yaşamımız-
Fırlatırdım onu bir kabuk gibi
Ve sonsuzluğu alırdım-
Ama şimdi, süresinden
Kuşkulu, arada kalmak
Batıyor bana
Yaban arısı gibi tıpkı- göstermeyen iğnesini
(Çev.:Oğuz Cebeci)
Orhan Tüleylioğlu
YORUMLAR