Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Eski Bakandan Hatay örneği

‘Bir Suriye Eleştirisi’ Ertuğrul

‘Bir Suriye Eleştirisi’

Ertuğrul Günay: “Altı ayda bitecekti, 7 yıl oldu. Milyonlarca insan toprağını terk etti, öldü, sefil oldu. Katar ve Suudi’ler tek mülteci almadı. Rusya asırlık rüyasına kavuştu, Akdeniz’e yerleşti.”

500 bine yakın Suriyeli sığınmacının yarattığı kalabalık noktasında, aradan geçen 7 seneye rağmen ciddi bir toplumsal adaptasyon sıkıntısı yaşayan Hatay ve diğer şehirler başlığında ‘yarının neler getireceği’ henüz net değil, ancak Suriye’de izlenen politik rotanın yanlışlığında duranlar eleştirilerini paylaşmaya devam ediyorlar. Bu isimlerden biri, Kültür ve Turizm eski Bakanı Ertuğrul Günay oldu.
Konuya ilişkin açıklamasında, diplomasinin dünden bugüne aldığı hali de gündemine taşıyan Günay, “Oysa Türkiye, dünya savaşının eşiğinde -tek silah patlamadan- Hatay’ın vatana katılmasını başarmış bir diplomasi geleneği ve birikimine sahipti” derken, 2011’den bu yana izlenen politik tavrın yarattığı maliyete ve sıkıntılara işaret etti.
-BEDEL ÖDÜYORUZ-
Yanı başındaki İdlib’te, 15-20 km’lik, silahlardan arındırılmış tampon bir bölge oluşturulması çabasını izleyen Hatay adına ayağa kalkıp ara ara konuşanların, toplumsal ya da ekonomik, son 7 senedir Suriye’de yaşananların fatura yükünü dile getirmesi çok şey değiştirmedi. Hatay, nakliye ağırlıklı ekonomisinde ciddi kriz dönemleri yaşadı, birçok sıkıntıyı ise sindirdi. Yaşanan bu süreci genel tabloda değerlendiren eski Bakan Günay’ın ifadeleri ve saptamaları mı? Şöyle:
“Çok bilinen bir erkan-ı harp sözüdür… ‘Harbin başında yapılan yığınak hatası harbin sonuna kadar etkisini sürdürür.’ Biz Suriye olaylarının başlangıcında yığınak hatası yaptık, yedi yıldır bedelini ödüyoruz. Daha ne kadar ödeyeceğimiz de belirsiz.
21. yüzyılın ilk on yılı sona ererken dünya Kuzey Afrika’daki Arap diktatörlerini alaşağı eden halk hareketleriyle karşılaştı. Tunus’ta Binali’nin, Mısır’da Mübarek’in, Libya’da Kaddafi’nin otoriter yönetimlerine kısa sürede son veren bu hareketler, ‘Arap Baharı’ adıyla nitelendi ve bu ülkelerde çoğulcu demokrasinin ayak sesleri olarak umutla karşılandı. Sonuç öyle umulduğu gibi olmadı.
On yıllardır saltanat süren diktatörler devrildi ama, hemen hiçbirinin ardından Arap coğrafyasına ne istikrar ve hele ne de demokrasi gelebildi. Çok geçmeden yeni darbeler, yeni kargaşalarla tam bir kaos ortamı oluştu; dünya, Arap çöllerine gelenin bahar değil, bir ‘sonbahar’ olduğunu -nice acı bedeller sonunda- görmüş oldu.
Arap diktatörlüklerinin hızla devrildiği ve demokrasi umutlarının henüz küllenmediği günlerde, Suriye de bu bahar (!) rüzgarlarının etkisine girdi.
Gerçi yakın tarihlerde Arap Yarımadasında Bahreyn ve Yemen’de de benzer hareketler görülmüş, ama Suudi Arabistan’ın katkılarıyla sonuca ulaşması imkansız hale getirilmişti.
Bu kez Suudi Arabistan, ABD ve Avrupalı ortaklarının arkaladığı ‘Suriye’nin demokratikleştirilmesi’ girişimini destekliyordu. Suudi’ler ve Körfez Emirlikleri içinde petrol zenginliğiyle öne çıkan Katar diktatörlükleri, Esad rejimini devirerek Suriye’yi ‘demokratik’ bir yönetime kavuşturmakta kararlıydılar.
Suudi’ler ve Katar’ın demokratik ülkeler olmadığı, insan haklarının esamesinin bile okunmadığı kimseyi çok da rahatsız etmedi. ‘Para her şeyi meşru kılar’dı, burada da öyle oldu.
ABD ve Suudi Ortak Operasyonuna Türkiye bigane kalmadı. Mısır’da yönetime İhvan ve Mursi gelmiş (henüz getirdiği Genelkurmay Başkanı tarafından askeri darbeyle devrilmemişti); Kaddafi kısa sürede devrilmiş, Türkiye tereddütlü tutumu nedeniyle iş alanında bazı zorluklarla karşılaşmıştı.
Suriye’de taraf olmaya itiraz edenlere* verilen yanıtlara göre Esad “altı aya kalmadan” devrilecek, yerine yeni bir rejim gelecekti. Yeni rejim kurulurken masada olmamak olmazdı.
Oysa ABD, benzer bir senaryoyu 90’ların sonunda Irak’ta sahneye koymaya çalışmış, 2000’lerin başında da, askeri güç kullanarak bu ülkeyi işgal etmişti. (Sonra biliyorsunuz, dönemin İngiltere Başbakanı Blair askeri güç kullanma gerekçelerinin haklı ve doğru olmadığını itiraf edip özür diledi).
Irak’ta Saddam’ın devrilmesi ve ABD işgali bu ülkeyi daha yaşanır kılmadı. Kaos, kargaşa önce fiili ve giderek hukuki bölünme getirdi. Irak hem bütünlüğünü kaybetti, hem de daha huzursuz, yoksul ve güvensiz bir toprak oldu. ABD karşısında yenilen Irak Ordusunun bazı mensupları ve ağır silahları radikal cihatçı grupların çekirdeğini oluşturdu.
Irak’ta felaket tablosu yaşanmışken ABD’nin Suriye’de benzer bir hamleye kalkışmış olması, sanırım 21. yüzyılın diplomasi tarihine büyük bir öngörüsüzlük ve basiretsizlik örneği olarak geçecektir.
Suriye’de, rejim karşıtı koalisyonun yeterince bilmediği ya da yanlış olarak önemsemediği bazı olgular, evdeki hesabın çarşıya uymadığını tez zamanda gösterdi. Suriye yönetimi -bazılarının sandığı gibi-sadece bir mezhebe dayanmıyordu.
Suriye, Baas Partisinin (Hizb-ül Baas el Arabiya) en güçlü olduğu Arap ülkesiydi. Baas bir mezhep örgütlenmesi değil, kurucuları arasında Sünni/Şii Müslümanların yanısıra Hıristiyanların da bulunduğu bir Arap milliyetçiliği örgütüydü.
Beşer Esad’ın babası Hafız Esad, bu ülkeyi onlarca yıl geniş bir muhaberat ağı içinde acımasızca kontrolde tutarak yönetmiş, ülkede muhalif isim ve akımların güçlenmesine izin ve imkan vermemişti.
Bu durum, rejimin yıkılması halinde kitlelerin bildiği, güvendiği, ardına düşeceği kişi ve kurumların olmaması demekti. Dışardan lider ve güç devşirerek yönetimin yıkılmasının zor, hatta imkansız olduğu yaşandı, görüldü.
Suriye, uluslararası platformda da yalnız değildi. Rusya ve İran’la geçmişe dayalı ilişkileri, işbirlikleri vardı. BM Güvenlik Konseyi’nin Daimi Üyesi Çin de Rusya’nın yanında yer alınca işler umulduğu gibi hızlı ve kolay yürümedi.
Türkiye, 2011 yılında olayların başlangıcında Ortadoğu’da hemen bütün taraflarla görüşebilen, müzakere edebilen, hakem ve hakim olabilecek konumda tek ülkeydi.
Ne yazık ki, bu konumunu güçlendirerek dünyada saygınlığı gittikçe artan bir diplomasi sürdürmek yerine, taraf olmayı seçti.
Avrupa Birliği yolunda zor ve engebeli yürüyüşünü sürdürmek yerine, Arap coğrafyasında etkili ve belirleyici olmak gibi bir ham hayalin ve ‘stratejik yanlışlığın’ derin kuyularına düştü. ‘Altı ayda biteceği’ söylenen Suriye iç savaşı, bugünlerde yedinci yılını dolduruyor. Bu süreçte milyonlarca Suriyeli ülkesini terk etti, Türkiye’ye, Ürdün’e ya da ülke içinde başka yerlere göçtü. Varlıklılar Avrupa’ya geçti, yoksullar, yaşlılar, çocuklar yollarda öldü, sakat kaldı; açlığın ve çaresizliğin türlü olumsuzluk ve onursuzluklarına maruz kaldı.
Suriye’ye ‘demokrasi’ getirmeye kararlı Suudi ve Katar Arap yönetimleri, -hizmet sektöründe hep dünyanın yoksullarını çalıştırırken- ülkelerine tek mülteci almadılar. Kaosun, kargaşanın, kirli iç savaşın Suriye’den sonra -milyonlarca mülteci, terör olayları ve bozulan güvenlik ortamıyla maddi manevi- bedelini en fazla ödeyen Türkiye oldu.
Suriye olayları başladığından bu yana, -ne hikmetse- Ortadoğu’da iki devletin hiç başı ağrımadı: Suudi’lerin ve İsrail’in. Rusya ve İran bölgede askeri ve siyasi varlığını güçlendirdi. Rusya, 18. yüzyıldan bu yana sürdürdüğü hayalini gerçekleştirme olanağı buldu. Çakma Osmanlı hayalperestleriyle ‘çak’ yaparak Suriye’yi çözeceğini sanan Hillary Clinton’un ve ardından Trump’ın sayesinde, Akdeniz’e oyun kurucu bir güç olarak yerleşti. Yanlış hesap bu kez Bağdat’a kadar gitmeden, Şam’dan döndü.
Oysa Türkiye, Suriye iç savaşının olabildiğince dışında kalsa, rejimin de, ayaklanmacıların da şiddet kullanmasına kararlılıkla karşı çıksa, Türkmenlerin olduğu kadar rejimin ve cihatçıların saldırılarına maruz kalan Suriye Kürt’lerinin de hukukunu korumak için BM’de ve tüm platformlarda ayrımsız bir dil kullansa, bizim için de, tüm bölge halkları için de daha sağlıklı bir zeminin oluşmasına katkı yapabilirdi. Dahası dünyada etkinliği ve saygınlığı artardı. Şimdi kah ABD, kah Rusya ile mekik dokuyarak, gerginlikler yaşayarak, komşumuzun sorunlarının bize daha fazla zarar vermemesi için Washinton ve Moskova’da çare arıyoruz. Suriye iç savaşının geldiği boyutlar, milyonlarca insanın çektiği acıların yanı sıra, Türkiye için bir güvenlik ve çok kullanılan tabirle ‘beka sorunu’ oluşturdu.
Oysa Türkiye, Dünya Savaşının eşiğinde -tek silah patlamadan- Hatay’ın vatana katılmasını başarmış bir diplomasi geleneği ve birikimine sahipti.
Çok bilinen bir erkan-ı harp sözü vardır: Harbin başında yapılan yığınak hatası, harbin sonuna kadar etkisini sürdürür. Açıktır ki biz, Suriye olaylarının başlangıcında yığınak hatası yaptık, yedi yıldır bedelini ödüyoruz. Daha ne kadar ödeyeceğimiz de belirsiz. Bütün bu musibetten çıkan bir nasihat var elbette: Dış politika zor iş; bilgi, birikim, gerçekçilik ve deneyim istiyor. Hayal ve hamaset, kibir, inat, hele cehalet kaldırmıyor.”
-İDLİB’DE NE OLUR?-
Eski Bakan Günay’ın saptamaları bir yana, yeni dönem, Suriye’nin Hatay sınırına komşu İdlib’i daha fazla gündeme taşıyor ve burada nelere gebe olunduğu gerçeğini! Zira son olarak Hatay Valiliği tarafından paylaşılan bir ‘operasyon’ haberi, Suriye ile bağlantılı radikal grupların Antakya’da dahi yuvalandığını işaret ediyor ve kent genelinde olası başka kalabalıkların olduğunu da…
ki İdlib’in yüzde 60’ını, ‘terörist bir örgüt’ olarak kabul edilen Heyeti Tahrir Şam’ın (HTŞ) yönettiğini bilirken, bu ‘operasyon’ haberi çok daha dikkat çekici bir hal alıyor.
Rusya Uzmanı Akademisyen Dr. Kerim Has’ın İdlib saptaması da buna dair:
“İdlib çevresinde 15-20 km’lik bir tampon bölge kurulması ve cihatçıların, terör örgütlerinin silahsızlandırılması gerek. Bu da 15 Ekim’e kadar. Bu çok kısa bir süre. Mayıs 2017’den beri zaten Türkiye buradaki garantör ülkelerden biriydi ama tek başına değildi, Rusya ve İran da vardı. Ama Soçi’den sonra artık tek başına sorumlu.
Bir buçuk senedir muhalif grupları terör gruplarından ayrıştırma ve o bölgedeki ateşkesin sürdürülmesi görevi başarılı olarak yerine getirilemedi. Dolayısıyla bir buçuk sene içerisinde sağlanamayan bu hususta, 15 Ekim’e kadar başarı sağlanması çok zor. 15-20 km’lik bir tampon bölgenin kurulması yüksek bir ihtimal değil.
Velev ki böyle bir tampon bölge oluşturuldu. Bu durumda da o bölgedeki cihatçı örgütler veya terör örgütleri, 15-20 km daha Türkiye sınırına yaklaşacaklar. Türkiye sınırına daha fazla yığılacaklar. Bu, İdlib’deki güvenlik risklerinin iki gün öncesine göre bugün daha fazla arttığı anlamına gelir.”
-HATAY SORUYOR!-
Özetle… Olası bir tampon bölge, korunması gerekli siviller için hayati önemde, ama! Aynı tampon bölge içinde ‘silahlarıyla’ ya da ‘silahsız’ yer alacak ‘radikal grupların’ kontrolü nasıl olacak? Gelecekleri nasıl şekillenecek? Uzun vadede yaşamları hangi coğrafyada kök bulacak? Mevcut kalabalıkların toplumla adaptasyonunda sorunlar yaşanırken, bu gruplar nasıl bir sürece tabi tutulacak? Peki, bunun başarı yüzdesi ne olacak? -Tamer Yazar-