Acının, Çaresizliğin, Kaderin Șehri Antakya

Hakikaten bahtsız topraklarda yaşıyoruz. Siyasi, ekonomik stres ve depresyon yanına bir de asrın felaketi eklendi. Bir yıl doldu, 6 Șubat gece yarısı, Antakya’da insanlar yataklarında uyurken oldu deprem. Evler insanların tepesine yıkıldı, birçok kişi göçük altında kaldı. İlk önce depremle birlikte, pijamaları ile dışarıya çıkabilen insanları, buz gibi havada, gökgürültülü sağnak yağış bekliyordu. Bu yeterli […]

Hakikaten bahtsız topraklarda yaşıyoruz. Siyasi, ekonomik stres ve depresyon yanına bir de asrın felaketi eklendi. Bir yıl doldu, 6 Șubat gece yarısı, Antakya’da insanlar yataklarında uyurken oldu deprem. Evler insanların tepesine yıkıldı, birçok kişi göçük altında kaldı. İlk önce depremle birlikte, pijamaları ile dışarıya çıkabilen insanları, buz gibi havada, gökgürültülü sağnak yağış bekliyordu. Bu yeterli gelmedi, yağış doluya döndü. Arabanız evin önünde ve hasarsızsa, içinde benzin varsa, ha bide pijamanızın cebinde anahtar varsa, içine geçip sıcacık ortamda depremin ve yağmurun durmasını bekleyebildi. Maalesef küçük şanslı bir azınlık dışında herkes; sırılsıklam, tirtir titreyerek, yakınlarına ulaşmaya çalışarak, enkazlardan gelen çığlıkları dinleyerek, yardım gelmesini bekledi. Enkaz altında kalan kızının elini saatlerce bırakmayan bir baba…“Gelecektiniz. İmdat istedi, soğuktan donarak öldü yavrum benim. Niye gelmediniz hiç biriniz?” diyen annenin gözyaşları. “Antakya yok, Hatay yok, devlet yok, terk edildik” diyen haykırışlar, bu ülkeyi yöneten ve yönetecek siyasetçinin ne yapması gerektiğini bugüne kadar tüm sağır kulaklara sıcak kurşun gibi döküyordu.

 

Büyük bir acı ve büyük bir doğal afet…. 330 bin metrekare alanda 5 milyon 649 bin 317 konut vardı. Çoğu yerle bir oldu. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya 53 bin 537 vatandaşıyaşamını yitirdiğini söluyorsada, ölü sayısının aslında daha fazla olduğunu Allah biliyor, kullar da şahit (AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanı adayı eski Çevre, Șehirlik ve İklim Deyişikçiliği Bakanı Murat Kurum, iki gün önce konuk olduğu bir TV programında 130 bin olduğunu itiraf etti).  Deprem yine ülkemizin Güneydoğu’sunu ve etrafını vurmuştu. Depremde sarsılan 11 kentin yüzde 60’ı kaçak yapıydı [Dün (01/02/2024) Hatay Cumhuriyet Başsavcısı, adliye binasında düzenlenen iletişim ve değerlendirme toplantısında, “Antakya ve Defne ilçelerinde 17 bin 615 vefat olayının yaşandığı 1759 binadan 975’inin (yani yüzde 56’sı) ruhsatsız olduğun tespit edilmiştir” dedi]. Asında deprem öldürmüyor. Çürük, kaçak bina öldürüyor. Sınır tanımayan bir doğa var. Sınırlar siyasi; doğa ise siyasetin ötesinde öylecene canlı bir şekilde hareket ediyor. Başlarına felaket gelenler, evleri yıkılanlar, altında kalanlar, canlılar ve cansızlar… Depremin ilk gününden beri binlerce aile enkazların başında çaresizce bir kurtarıcı ekip bekledi. Bir anne bağırıyordu, ağlıyordu “Evlat yetiştirmek kolay mı ?” diye. Kendisinin emekli öğretmen olduğu anlaşılıyordu. Gözünden sakınarak, yılların emegiyle yetiştirip doktor olan oğlu enkaz altındaydı. İlk günden beri enkaza bakılsın, arama kurtarma yapılsın diye yalvar yakar olmuştu. Gözyaşları içinde. “Evladımın canlısından geçtim, hiç olmazsa bedenini çıkartsınlar, gömüp dua edeyim arkasından” diyordu. Hepimizin boğazı düyümleniyordu izlediğimizde. Böyle ne kadar çok acı, ne kadar çok insan vardı kim bilir?

 

Depremin ikinci günü akşam yayında Habertürk’ün sahadaki görevlisi Mehmet Akif Ersoy anlatıyordu : “Gece karanlığında Hatay’ın en büyük caddesinden geçiyorum. Her yer zifir karanlık. Mezar sessizliği var. Her taraftan yıkılmış binaların enkazından “Bizi duyan yok mu ?” diye sesler geliyordu. ” Mehmet Akif Ersoy “Açık ve net” şunu söylüyordu : Burada müdahale edilen enkaz sayısı edilmeyenlere göre çok çok daha az”dı ikinci günün akşamında.

 

***

Ne yapalım, başa gelen çekilir, çok şükür bir havaalanımız vardı. Neredeyse tüm STK’ların oraya havaalanı yapılması uygun değil demesine rağmen yapılmıştı. Antakya’ya aynı gün, uçaklarla her türlü yardım, arama kurtarma ekibi gelebilirdi. Ama, koca deprem bölgesinde havaalanı kullanılamaz durumda olan tek şehir Antakya’ydı. Maalesef hava yolundan gelebilecek yardımı kaybetmiştik.

 

Hiç sorun değil, Hatay’da Türkiye’nin en büyük limanlarından biri vardı, İskenderun limanı. Oradan her türlü yardımı alabilirdik. Ama, depremle birlikte limande başlayan yangın 3-4 gün boyunca söndürülememişti. Yakıt tankerleri ve yardım gemileri limana yanaşamıyordu. Deniz yolundan gelecek desteği de kaybetmiştik.

 

Tamam, olabilir ama panik yapmaya gerek yoktu, çünkü yeni hizmete açılan 4 şerit gidiş, 4 şerit geliş otobanımız vardı. Destek oradan gelebilirdi. Ama böyle bir olasılık zaten yoktu. Çünkü koca otoban, BELEN’de tek şeride düşüyordu. Yani planlayıcılar, Antakya gibi bir şehire, giriş ve çıkış için tek şeridi yeterli görmüşlerdi, otoban İle Belen geçidini by-pass etmeye gerek duymamışlardı.

 

Artık Havayolunu, deniz yolunu kaybeden, kara yolu zaten yetersiz olan, yerlebir olmuş Antakya yardım bekliyordu. Gelen arama kurtarma ekiplerinin sadece İskenderun’dan, 60 km mesafedeki Antakya’ya ulaşması 6-8 saat sürüyordu. Her gelen ve tek umudumuz olan, destek ve yardım konvoyları, durumu daha da kötüleşiriyordu. Artık şehre ulaşmak mümkün değildi. Maalesef yaralıların tahliyesi de yapılamıyordu.

 

En kritik saatler hızla kaybediliyordu. Depremin duyulduğu anda normal olarak ilk 2 saat içinde vatandaşa yardıma koşması gereken asker mi?…. Sinirleri alınmış, reflexleri yok edilmişti.  Ordunun kimyası değişmişti, davranış şekli bu değildi.  Öyle ki, o kritik süreyi neden kışlada geçirdiklerini kendilerine bile açıklayamıyorlardı. Artık deprem bölgesindeki en yüksek ölüm sayısına Hatay’da ulaşabilirdi. Artık bu cehennemi yaşayanlar için yakınlarının cenazesine ulaşmak ve onları defnedebilmek tek gayeye dönüşmüştü. Bunu başarabilmek tek mutluluk kaynağıydı. Gelinen noktada, kainatta yapayalnız ve çaresiz bırakılan bizlere, sadece “KADER”e inanmak kaldı.

 

***

Acımız çok büyük. Geçmişte yaşadığımız depremlerden ders almadığımız için kahroluyoruz.  Akılla değil duyguyla, bilimle değil cehaletle, bilinçle değil hurafe ve önyargıyla, yasayla değil kısa vadeli çıkarla, planlamayla değil günü kurtaran tercihlerle davranmanın sonuçlarını yaşıyoruz. Haklının değil güçlünün yanında olmayı, aklımıza sesleneni değil duygularımıza hitap edeni yeğlediğimiz için başımıza geliyor bunlar. Toplumsal hafızamız zayıf doğal afetler karşısında. Sorumluları ve suçluları çabuk unutuyoruz. Hatırlamıyoruz.

 

Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürkten, Cumhuriyet Aydınlanmasından, akıl ve bilimden kopmanın sonuçlarını yaşıyoruz. Cumhuriyetin, en temel, en belirleyici niteliklerinden olan kamuculuk ve planlamaya sırt çevirmenin, siyasetin oy deposu olan şehir rantıyla zenginleşmenin bedelini ödüyoruz. Yanlış yapıyoruz.

 

Önce AKP, ardından AKP ve MHP “Șahsim Devleti Cumhurbaşkanlığı” iktidarları, bu toplum tabanının bilimsel eğitim, yani hem bilgi hem de laik ahlaktan koparak dinle uyuşturdu, avantacılığı artırdı, cehaleti özenle yayarak seçmen kitlesini genişletti. Cehalet, bağnazlık, kötülük üçlüsü, örgütlü ve kurumsal. Birbirlerini besliyor, birbirinden besleniyor. Geliışmış toplumlar ve bireyler, başkalarının başına gelenlerden ders alırken; daha az gelişmış olanlar, kendi yaşadıklarından ders çıkarırken; gelişmemiış olanlar, ne başkalarının yaşadıklarından ne kendi yaşadıklarından ders alabiliyor.

 

Geçen yılın Ağostos’unda Karar gazetesinde yayınlandı: 23 Kasım 2022’de Düzce’de meydana gelen 5,9 büyüklüğündeki depremin ardından AFAD tarafından hazırlanan Etki Analiz Raporu’nda şunlar kaydedilmiş:

 

‘Koordinasyon sağlayamadık’, ‘Toplanma alanı yanlış seçildi’, ‘Yardımlar geç geldi’, ‘Çadır takibini yapamadık’, ‘Görevli personelin takip ve koordinesini sağlayacak birim yoktu’, ‘Koordinasyon birimi oluşturulamadı’, ‘Yemek dağıtımında sorunlar yaşadık’, ‘Nakliye personeli ancak 2 gün sonra Düzce’ye ulaşabildi’, ‘Deprem sonrasında zarar tespit sürecinde bile yetersiz kaldık’, ‘Düzgün bir zarar tespit ekibi kuramadık.’

 

Aynı sorunları 6 Șubat falaketi’nde de yaşadık. Günlerdir deprem bölgesinden yayın yapan haberciler, “Organizasyonsuzluk – Koodinationsuzluk”tan bahsediyorlar. Habercilerin nerede ise bütün şehirlerinden bildirdikleri 6’ıncı gün raporunda “tuvalet bulunmadığı ve insanların büyük sıkıntı çektiği” anlatılıyordu. Soğukla mücadele, çadır, enkazdan canlı çıkarmak, içinde canlı ümidi kalmayan enkazın kaldırılması, cenaezelerin defni… Sağ kurtulanlardan kimin nerede olduğu… Sahipsiz kalan evler…. Yağmalar… Yol kesmeler…

 

Bölgeye ülkenin her yanından on binlerce insan gelmişti, her türden yardımlar yağmıştı, ilk iki-üç günden sonra devlet de oradaydı, ama bütün bu varlığı insanı kurtarmak için sefezrber edecek bir “organizasyon becerisi” yoktu. AFAD yönetimi iktidar partisi önde gelenlerinin yakınları doldurmuştu. Kızılay yönetimi de hısım akraba ile parti çiftliği olmuştu. Kızılay’ın deprem günlerinde “çadır ticareti yaptığı” ortaya çıktı. 10 yıl önce “yıkılır, güçlendirmek gerekir”raporu bulunan hastane de çüktü. Sağlıklarına kavuşmaya gelmiş hastalara hastene mezar oldu. Deprem oldu; 300 saat geçti. Enkaz altı cansız hayatlarla doluydu. Yargı delilleeri toplayamadan kepçeler eyleme geçirildi. Ölü bedenlerinin bulunduğu enkazları kürüyüp attılar. Bu olay dünya basınında, “Bir depremde bu kadar çok sayıda insanı öldüren toplum (yönetim) gerçekten tefessüh etmiş (çürümüş) sayılmalıdır” diye yazıldı.

 

***

“Deprem / doğal afet, felakettir, yıkar, öldürür, hangi iktidar olursa olsun” denilebilir. Oysa “Depremin felakete dönüşmesini sağlayan faktörleri, sistemlerin politika ve uygulamalarında aramak gerekir. Şehirleşme ve inşaat süreci deprem olgusu dikkate alınarak yapıldığında deprem, pekâlâ bir felakete yol açmadan, bir doğa olayı olarak kalır.

 

Deprem milyonlarca sene önceden beri bu topraklarda oluyor, olacak da. Bu topraklarda kalacaksak bir gece bu kadar insanımızı telef edemeyiz. Daha şimdiden deprem dirençli yerleşim alanları oluşturmak suretiyle bir Japonya’ya bir bir Meksika’ya İtalya’ya dönüşmeliyiz. Bunun başka yolu yok. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, idari olarak kentlerin deprem dirençli olması için altyapıyı oluşturup, yasalarla bu işi teşvik etmelidir.

 

Yerel yönetimlerin “Kentsel Risk Yönetimi ve Planlama” amaçlı örgütlenme yapısı sakınım planlarını oluşturmak ve dirençli yerleşimler oluşturmaya yönelik eylemler için yeniden düzenlenmelidir. Sakınım planlarının uygulamalarında baş etme kapasitesinin arttırılmasına ve afetlere dirençli mekanlar oluşturulmasına yönelik çalışmalara, öncelikle yoğun nüfus ve dayanıksız bina stokları olan mahallelerden başlanmalıdır.

 

TBMM bir an önce yapı müteahhitliği ve yetkin mühendislik yasalarını gündemine almalı ve uygulamaya koymalıdır. Yapı denetim yasası yenilemeli ve tüm bu yasalara mesleki sorumluluk sigorta sistemi eklemlenmelidir.

 

Afet risklerini azaltan ve dirençli şehirler oluşturamayan imar mevzuatı, kayıpları en aza indiren çağdaş bir afet yönetimi anlayışıyla en kısa zamanda yenilenmelidir.

 

Kentsel dönüşüm uygulamaları, alt ve orta gelir grubu hak sahipleri için öncelikli olmalıdır. Kentsel dönüşüm, gayrimenkul geliştirme ve hasılat paylaşımı gibi, bugün büyük şehirlerde gördüğümüz bazı uygulamalar üst gelir grubuna yönelik ticari projelere dönüşmemelidir.

 

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

 

Bordeaux, Cuma 2 Șubat 2024

 

Exit mobile version