Görüntüyle gerçek birbirine ne vakit karışsa; yaşamak ve umut üzerine öykünen kurbağanın, büyük bir gayretle kulenin tepesine çıkışını anımsamalı…
“Kendimden koparak bir birey olduğumu, yabancıların gözünde yabancı bir birey olduğumu kavradığım o anlarda, günlük hayatın içinde ya da tesadüfen karşılaşıp konuştuğum insanlara fiziksel ve hatta ahlaki açıdan nasıl göründüğümü hep merak etmişimdir…” diye yazmış Fernando Pessoa
Bir uğultu ama daha çok çığlık, kulağı tırmalayan ses…
Kalabalık içinde yaşanan o yalnızlık…
Bir denizin ortası, kıyıları uzaklaştıran yapay dalgalar…
Duyarlı bir bilincin bile belli bir mesafeden uzattığı ikircikli el…
“Rüyamda; bir kâse dolusu suyun içinde
Rengârenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz…” diye haykırıyor Didem Madak
Bir evrenin geleceği, insanların yaşama olan bağlılıklarını denetler durmadan… Sunmak istediği etkiyi takip eder bir bakıma…
Doğa ve bitmeyen çevre tahribatları…
Evren bir yakarışla yoklar daima…
Sayfaları aşmayan uzun ve çalışılmış cümleler…
Şairler
Yazarlar,
Söyleşiler…
Alkışlar ve ardı ardına ıskalanan kırılgan bilinç…
Satrancı sadece bir oyun kalıbına sığdırmak en büyük hakaret olsa gerek… İnsanı da öyle…
Çünkü bir sesin tarifini yapmak en kolayı bence…
İnsan olmak demek, hayvan olmak demek, doğa olmak demek diye başlayan…
Tüm yaşamı kırılgan bir kaygıya indirgeyen bir ağ, bir sanal oyuk, sanal karakterler…
“Kırgınım, saçılmış
bir nar gibiyim
git dersen giderim
kal dersen kalırım…” diye araya giriyor Behçet AYSAN
Aslında garip bir tekerleme, düşlerime hükmediyor durmadan.
Konuştuklarımdan da yazdıklarımdan da umut çıkaran bir tekerleme…
Hayatı bir hece işçiliğinin sınırında yaşamak nasıl bir umutsa o.
Bir süreliğine bir çocuğun oyuncağı olabilmek…
Bir süreliğine bisiklet olmak örneğin,
Kaydırak ve daha birçok…
Bir canlının yüzündeki o masum gülücük olmak…