Fotoğraf eleştirmeni Samih Rıfat, “Bir kenti fotoğraflamak, bir kentin romanını şiirini, türküsünü söylemek gibi bir şeydir” diyor. Gerçekten kentler sanatçıların yapıtlarında yaşar.
İstanbul’u Orhan Veli’nin şiirleriyle Sait Faik’in öyküleriyle, Ara Güler’in fotoğraflarıyla tanır, severiz. Aynı şekilde Antakya’yı Ali Yüce’nin şiirleriyle, Ayla Kutlu’nun, Burhan Günel’in öyküleriyle, İsmail Güzelmansur’un Fotoğraflarıyla, Yusuf Altunay’ın tablolarıyla tanırız. Bu sanatçılar sayesinde bizler kenti daha fazla sever onunla bütünleşir ya da ondan nefret ederiz.
Kültür ve sanat birikimini günümüze taşıyan, yaşamını bu kentle bütünleştirmiş değerlerimizi yeterince sahiplenebilmiş miyiz? İşte bu biraz tartışılır.
Oysa Antakya’nın tarihi ve kültürel dokusunu Ayla Kutlu’nun “Sen de Gitme Triyandafilis” kadar güzel yansıtmış bir yapıt yoktur bence.
Hatay Büyükşehir Belediye başkanımız Sayın Doç. Dr. Lütfü Savaş büyük bir değerbilirlik göstererek çok sayıda ustamızın adını sokaklarda, parklarda yaşattı. Ali Yüce, Cemil Meriç, Cevher İhsan Miskioğlu, Mehmet Güneş, Davud el-Antaki aklıma gelenler.
Her yıl bu kentin bir değerini onore eden Altın Defne Edebiyat Ödülü’ne sahip çıktı. Sayın Başkanımız.
Elbette ki bu çalışmaları artırmak gerek.
Geçtiğimiz Çarşamba günü, Antakya Gazetesi yazarı Mehmet Özgün ve bir grup edebiyatçı üyemizle birlikte Ali Yüce Parkı’nı ziyaret ettik.
Parkın görünümü hiç de hoş değil. Bir kere, ismin altındaki özgeçmiş yazısı sökülüp alınmış.
Park, pislikten geçilmiyor. Parkın bir köşesinde üç kadın domates salçası kaynatıyor. Kadınların ifadesine göre iki ay öncesine kadar sürekli bir görevli vardı. İki aydır bu görevli alınmış.
Şaka yollu kadınlara kirlilik için sitem ettiğimizde kadınların yanıtı çok düşündürücü: “Bu park bizim değil ki. Gece biz bu parka giremiyoruz.”
Sayın Başkandan bu parklara el atılmasını ilk ziyaretimizde elbette rica edeceğiz.
Uzun yıllar kentimizde görev yapmış, İlköğretim Müfettişi, yazar Sayın Hasan Güleryüz anlatmıştı: “Ben sınıfa girdiğimde önce öğretmene iki kişiyi sorardım. Ali Yüce ve Cemil Meriç. Ne yazık ki öğretmenlerin çoğundan olumsuz yanıt alırdım.
I. Antakya Edebiyat Günleri (2003) kapsamında hazırladığımız plaketi ona sunduğumda, “Ben Antakya için ne yaptım ki? Henüz bu ödülü hak etmedim” şeklinde rahatsızlığını ifade etmişti. Ona Antakya Çarşıları, Şeytanistan adlı yapıtlarını anımsatmıştım.
Ali Yüce, Düziçi Köy Enstitüsü çıkışlıdır.
“Oğlak çobanı iken henüz ot yemeyi bile beceremeyen bir oğlak, ağanın ekinine girmişti. Hemen koşup çıkarmıştım. Ama kaşla göz arasında ağa, at üstünde yetişip beni kırbaçlamıştı.
Yetmiş yaşıma geldim; çektiğim bütün çileleri, sıkıntıları, acıları unuttum ama o derebeyi kalıntısının kırbacını unutmadım. Kırbacın kabarttığı boynum hep ağrıyor. Ölünceye dek ağrıyacak.” diyor bir yazısında.
Ali Yüce’nin “O benim künyemdir.” dediği Şeytanistan adlı bir romanı vardır. Çocukluk ve Düziçi Eğitim Enstitüsü yıllarını anlattığı bu romanı herkesin ibretle okuması gerekir. Romanın başında bir şeytanlarla savaş sahnesi vardır ki, trajikomiğin doruklarında çizilmiştir. Yoksul halk, sofrasından aç kalkışı, lokmasına şeytanların ortak oluşuna yorar.
“Ali Yüce sanat yaşamı boyunca Anadolu insanının acılarını, sevinçlerini, umut ve özlemlerini, sömürülüşünü, ezilmişliğini, özgürlük ve mutluluğa susamışlığını çağdaş bir aydına yakışır biçimde dile getirmiştir. Onun şiirinde çalışmak, emek ve emekçi, emeğini alın teriyle kazanan, üreten yaratan halk en yüksek yerde oturur.”
Ali Yüce, Cemil Meriç, Süleyman Okay, Ayla Kutlu….. gibi değerler kolay yetişmiyor. Bu bakımdan bu aydınlık çınarları sahiplenmek gerek.
Ali Yüce’nin bir sözü vardır: “Her kitabım yayımlandığında yeniden doğarım ben.” Bu amaçla biz, dernek olarak değerli büyüğümüzün en son dosyasını (SAKSI ÇİÇEKLERİ) yayımladık..
Bir kenti sevmenin bir ölçütü de, o kentin yetiştirdiği değerlere sahip çıkmaktır.