Geçtiğimiz hafta sonunda, bir etkinlk nedeniyle, Mersin’den üç konuğumuz vardı: Şair Ferhat İşlek, araştırmacı yazarlar, Saadet Bilir ve Ali Bilir.
Her üç arkadaş, Antalya’dan Hatay’a kadar, hayatta olan Köy Enstitüsü mezunlarıyla ilgili bir belgesel hazırlığı içindedirler. Bu amaçla kentimizin iki değeriyle görüşme olanağı buldular: Haydar Demirtaş ve Ömer Güler.
Haydar Demirtaş, Ali Yüce, Ömer Güler ve Şevket Yücel Düziçi Köy Enstitüsünde aynı sınıftalar.1946 yılında girmişler bu okula.
“272 No’lu Ali Yüce, kendilerinden 7-8 yaş büyük ve derslerinde de çok başarılı olması nedeniyle her ikisinin de Ali Ağabeyleridir. Okuldaki bu abi-kardeş ilişkileri okul bittikten sonra da hep sürmüştür.
Ali Yüce okulda çok okuyan bir öğrencidir. Öyle ki kütüphanede hangi kitap hangi raftadır gözü kapalı bulmaktadır. Haydar Demirtaş olsun, Ömer Güler olsun kütüphaneden kitap alıp okuyacakları zaman abileri Ali Yüce’yi bulurlar, o da hem kitabı alıp getirir, hem de kitabın içeriği ile ilgili bilgi verir.”
Ömer Güler,”daha neyin ne olduğunu bilmiyordum, çok küçüktüm, tarihin tanımını ben Ali Yüce’den öğrendim” diyor.
Haydar Demirtaş ise “Enstitüye gittiğimde ilk kez musluktan su içtim, ilk kez elektriği orada gördüm”diyor.
1990’lı yıllarda kentimizde müfettişlik yapan eğitimci, yazar Hasan Güleryüz’den dinlemiştim: “Girdiğim sınıfta öncelikle öğretmene iki kişiyi sorardım; Ali Yüce ve Cemil Meriç. Hataylı iki değer. İkisinin de ünü ülke sınırlarını aşmış. Birincisi ozan, ikincisi düşünür. Ali Yüce Köy Enstitüsü çıkışlı, Cemil Meriç ise yaşamını kütüphanede kitaplar arasında geçirmiş bir aydın.” Ve ne yazık ki meslektaşlarımın tamamına yakını bu iki değerimizi hiç tanımıyormuş.
Yazar, akademisyen Ahmet Cemal, Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan bir köşe yazısında, Haldun Dormen’den bir alıntı yapmıştı. “Gençlerde kültür diye bir şey kalmadı. Bunun en büyük nedeni, Köy Enstitüleri’nin kapanmış olması” diyor Haldun Dormen.
Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940 tarihinde çıkartılan bir yasayla kurulmuştu. Köy Enstitüleri’nin ne olduğunu anlamak isteyenlere ben Sayın Ali Yüce Hocamın Şeytanistan adlı romanını okumalarını öneririm.
“Okul ve kazma! Kravat ve toprak! Türkiye’de ilk olarak yan yana geliyordu bunlar! Babalarımız, dedelerimiz iş yapana değil, buyruk verene, ağzı düzgün laf edene saygı gösterilerdi. Üstü başı tepeden tırnağa ütülü, boynu kravatlı kimselere şapka çıkarırlardı. Ancak böyle olanlar insan idi. İş yapmak ayıptı. Böyle koşullandırmışlardı onlar. İzinli gittiğim zaman anamın “Ya bre gözel yavrum, ya bunca dirsek çürttüğüne göre, şöyle yüksek bir adam olsan da… Şöyle bir nahya midiri filan? Ne biliyim, yani deycim kene şöyle essahçi bir hökümet mamuru olsan? deyişi bundandı”
“Şu yapının harcında, şu ağacın yeşilinde, şu kirecin kokusunda ben vardım. Yeşil yeliş gülen ağaçlarda, çiçeklerin alında, morunda benim alın terim vardı. Ben yurdumu, yurdumun insanlarını sevmeyi, türkülerini söylemeyi burada öğrenmiştim.”
Tonguç’a göre “köylüye bir şey öğretebilmek için, ondan birçok şey öğrenmeli”ydik. Şöyle diyor:
“Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına münevver insanın mezar taşı dikilmedikçe, bu köyün sırlarını anlayamayız. Köy[lüy]ü anlayabilmek,… duyabilmek için onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lâzımdır. Onun içtiği suyu içmek, yediği bulguru yemek, yaktığı tezeğin ifade ettiği sırları sezebilmek ve yaptığı işleri yapabilmek gerekir. Bizim köyün ne olduğunu evvelâ büyük âlimler, artistler değil kahramanlar anlayacaklar, sonra âlimlere ve sanatkârlara anlatacaklardır. Türk köyü, daha belki yirmi beş yıl âlim değil, kahraman isteyecektir. Bataklığı kurutmak, sıtmalıya kinin rejimi yaptırmak, trahomlunun gözüne ilâç damlatmak, okul binasını yapmak, yaralının yarasını sarmak, gebeye çocuğunu doğurtmak, pulluğun nasıl kullanılacağını veya tamir edileceğini öğretmek, bozuk köprüyü yapmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak, fidan dikerek onu büyütmek ve step köylüsünün ‘dal’ diye adlandırdığı ağacı hakikaten ağaç hâline getirmek; ulemanın işi değil, kahraman teknisyenler ordusunun işidir… O [köylü] bu kahramanları içinden yetiştirmeğe mahkûm. Bütün felâketlere katlanarak, ıstırabı zehir yutar gibi yutarak çalışan ve başlarının üstünde şereflerle örülü birer taç taşıyan bu kahramanlar köyü dile getirecekler[dir]… O zaman yeni sesler duyacağız. Bu seslerden ürkmeden onları dinlemek lâzımdır. Köyden yeni renk ve seda getirenleri saygı ile karşılamak gerekir. Hakiki köyü ve memleketi o zaman anlayacağız…”
Tonguç, köylünün kurtuluşunu, onun kendi gücünde görmektedir:
Köy Enstitülerinde uygulanan eğitim ve öğretim yöntemi, “öğrenciyi merkeze” koymuş ve onun etkin kılınmasını temel almıştı.
Bu kurumların kurulmasında emeği geçen, Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç olmak üzere, Ömer Gülerleri, Haydar Demirtaşları, Ali Yüceleri, Osman Sakallıları….herkesi saygıyla selamlıyorum.
YORUMLAR