Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Antakya’ da yaptığım bir konuşma

Sabahattin Yalkın Buraya gelirken,

Sabahattin Yalkın

Buraya gelirken, yolda yalnız yürüyordum. Lise yolunda, binlerce kez geçtiğim yolda yalnız…

“Ben yürürken, Antakya olurum” diyordum bir şiirimde. Neydi bunun anlamı? Yolda yalnızdım, ama yanımda, benimle beraber yürüyen bir sürü anı vardı… Sayısız sesler vardı… Sayısız sözler vardı… Sayısız yüzler vardı… Ölülerle diriler, koca bir kalabalık… Yaşımdan çok daha büyük bir Antakya ile yan yana yürüyordum. Ben buna “Yalnız Kalabalık ” diyorum. Ben, buranın bir parçasıyım; buraya aidim. Bu söylediklerim, burada doğmuş, büyümüş birinin kentini önemsemesi yönünden çok özel bir durumdur. Antakya’nın önemi bu sözlerle kanıtlanamaz. Başka şeyler, herkesin paylaşacağı şeyler söylemem gerek. Şimdi onlara geçiyorum.

Arkeolojik kazılardan, bulunan alet parçalarından anlaşılan şu ki, Homo Sapiens denilen “Alet kullanan akıllı insan” kalıtları, Antakya ve çevresinin yerleşim yeri olması, binlerce yıl gerilere uzanmaktadır. Şimdiki Samandağ – Çevlik yöresinde yaşamış olan insanlar, 10 bin yıl öncesinde ölülerini mağaralara eşyaları ile gömdüklerine göre, ölümden sonra dirilme inancı içindeydiler. Bu, önemli bir düşünsel durumdur. İnsanlar, bir yere yerleşirken, ilkin karınlarını nasıl doyuracağını düşünürler. Yeme – içme başta gelir. Bu nedir? Toprak – su – dağ… Toprağı ekecek, nehirden suyunu alacak ve ormanda avlanacak, yakıp ısınacağı odunu sağlayacak, araç gereç yapacak… Şimdiki şehirlerin hemen hemen hepsi, bunları içeren yerlerde görülüyor. Sonra güvenlik sorunu ortaya çıkıyor. Güvenlik, genellikle kenti bir dağla nehir arasında kurmakla doğal, etrafı surlarla çevirerek yapay olarak sağlanıyor. Antakya, bu özellikleri taşıyan, çok elverişli bir yerdir. Bu nedenle binlerce yıldır bir yerleşim yeri… Pek çok savaş, sayısız zelzeleler, yangınlar insanları yıldıramamış, bu topraklardan vazgeçirememiştir…

Bu tür kentler; tarihsel olayların, tarihsel kişiliklerin ve de efsanelerin iç içe görüldüğü, yaşandığı yerlerdir. Bunların sonucu, insanları sanata götürüyor. Edebiyat, resim, heykel, müzik, raks, türlü gösteriler, oyunlar ve bunların bütünü “Sanat” oluyor. Özetle sanat, kent kökenlidir… Özellikle tanrılarla insanların iç içe yaşadığı efsaneler, sanatın en görkemli özelliklerindendir. Biliyorsunuz, Defne efsanesi Harbiye’de geçer. Tanrıların tacizine uğrayan güzel bir kızın, yürek burkan direnişi…

Hele tanrılar tanrısı Zeus’un, göz koyduğu güzel kız Leda’yı kandırmak için kuğu kılığına girmesi hem edebiyata, hem de resim ve heykele konu olmuştur. Bunlara benzer birçok efsane, şiirsel zenginliklerle doludur. Antakya, bunları yaşamış bir kenttir…

Kentlerin yaşamında savaşlar çok önemli yer tutar. Dünyanın büyük savaşlarından biri, Kadeş Savaşı ( İ.Ö. 1286), Asi Nehri kıyılarındaki düzlüklerde geçer. Anadolu Hititler’i ile Firavun’un Mısır ordusu arasında geçen bu savaşın galibi, tarihçiler arasında tartışma konusudur. Gerçekte hiçbir savaş kazanılmış sayılamaz… Savaşlarda askerler bilinir de, orduyu ayakta tutan sivillerden pek söz edilmez. Oysa bir ordu, gereksinimler sonucu pek çok hünerli sanatkarı da beraberinde taşır. Başta silahçılar olmak üzere, köprücüler, yol yapımcıları, at bakıcıları, nalbantlar, demirciler, aşçılar, giysiciler, ayakkabıcılar…Ve de çeşitli tamirciler. Bunlar saymakla bitmez. Bir de seyyar genelevleri olur orduların. Ordunun kadın ihtiyacı göz ardı edilemez; isyan çıkar. Savaş bitince ne olur? Talanlar, tecavüzler, çalıp çırpmalar sonunda, asker ve sivillerin çoğu, oralara yakın kentlere yerleşirler. Antakya, tarihsel süreç içinde dünyanın çok çeşitli insanlarının yerleşim merkezi olmuştur. Çok dil, çok din ve de çok hünerli kişiler… İşte Antakya’yı hep ayakta tutan nedenlerden biri budur.

Makedonyalı Büyük İskender, kendiliğinden kapılarını açmadığı için, Antakya’yı İ.Ö. 330 da kan dökerek alır. B. İskender, hocası Aristo’ nun önerilerine uyarak, her aldığı yerde olduğu gibi Antakya’ya da komutanlarından birini bırakır; Komutan Antiochus… Antakya’ya adını veren kişi. Ve Seleucuslar dönemi başlar. Yakılıp yıkılan Antakya yeniden yapılandırılır, yeniden kurulur. Sırtını Silpius Dağı’na (Şimdiki Habibneccar Dağı) dayayan yeni kent ve Orontes – Asi Nehri’ne dek uzanır. Antakya’nın önemi, Doğu’dan ve Batı’dan gelen yolların düğüm noktasında ve de Arabya’ya gidecek yolun tek geçit yeri olması ( Belen Geçiti )… Burası bir ticaret merkezi; güvenli bir kent. Ulaşım olanakları çok… Denizden, karadan ve nehirden yararlanma kolaylığı var. Ayrıca kentin sularının bolluğu, verimli toprakları (Amik Ovası ), ılıman iklimin getirdiği yaşam kolaylığı içinde olması… Ve en önemlisi, kent halkının yabancılara karşı hoşgörü ve cana yakın davranması… Çevre dillerinin rahatlıkla konuşulması ve dinsel baskıların görülmemesi…

Romalılar, Roma’dan daha sevimli, daha çekici, daha yaşanılır gördükleri Antakya’yı hep baş tacı etmişlerdir. Antakya, Roma İmparatorluğu’na katılır ve “ Açık Şehir “ ilan edilir. ( İ.Ö. 64 ) Kentte amfitiyatırlar, tapınaklar, saraylar, yollar, su kemerleri, köprüler, heykeller yapılır. Varlıklı kimseler evlerini mozaiklerle süslerler. Jül Sezar Antakya ziyaretinde şehri çok sever. Birçok yeni yapı ile kentin daha da görkemli hale gelmesini sağlar.(İ.Ö. 47 ) Agoralar ( Biri halk için ticari, bir diğeri siyasal arena ),  hamamlar, Asi üzerindeki adada saray, kütüphane…

Antakya’nın, şimdiki Samandağı’nın sekiz km.lik eşsiz kumsalları ve denizi, Cleopatra ile sevgilisi Antonius’a, eğlence ve tatil yeri olur. Kumlar, Cleopatra’nın siyatik ağrılarına iyi gelir.

Antakya, Olimpiyatlara ev sahipliği yapmış bir şehirdir. ( İlk Olimpiyat oyunları İ.Ö. 195 yılında ) Savaşlar ve depremler nedeniyle ara verilen oyunlar, August Dönemi’nde ( İ.Ö. 31 – İ.S.14 ) yeniden ve dört yılda bir yapılmaya başlanmıştır. Olimpiyat ne demektir? Binlerce insanın, bu gösterileri izlemesi, eğlenmesi, yiyip içmesi, yatıp kalkması, Olimpiyat dönemin turistik olayıdır. Paradır, ticarettir, kazançtır. Antakya, günden güne zenginleşmektedir. Yenilip içilen, spor yapılan, eğlenilen, sevişilen “Hamam Kültürü “ yayılmaktadır. Görkemli yapılar, kenti süslemektedir. Sanat, her dalda gelişmektedir. Heykelcilik, mozaikçilik, tiyatro, müzik, edebiyat, felsefe ve dinsel arayışlar…

Ve önemli bir olay: Hz.İsa çarmıha geriliyor. Yahudiler, onun vaizlerinden hoşnut değiller. Romalılar, ayrımcılıklara yol açacağı korkusuyla tedirgindirler. O’nu yok etmede anlaşıyorlar. İsa’nın çarmıha gerilmesi, yoldaşlarını korku içinde bırakıyor. Aziz Piyer ( Saint Pierre ) öncülüğündeki planlı kaçış, Antakya’da noktalanıyor. Bu, yeni bir dönemin başlangıcı oluyor. Bu yıllarda Antakya halkı, dinsel olarak, Roma Tanrılarına inananların yanında, Yahudi, dinsiz ya da hepsine inanan insanlarla, paganlarla dolu. Hz. İsa Yahudiliği eleştiren bir Yahudi aslında. Tek Tanrılı bir inanç içinde. Antakyalı düşünür Habib Neccar (Habib-i Neccar ) da tek tanrılı düşünceler içindedir. Antakyalılarca saygın bir kişidir. Ve de İsa’nın vaizlerinden haberdardır. St Piyer’le ilk ilişki kuran Antakyalı Habib Neccar, bir takım kentli tarafından uyarılır. Özellikle tutucu Yahudiler tarafından. Bu sürtüşme, Habib Neccar’ın öldürülmesiyle yeni bir aşamaya gelir. Bu arada Kudüs’ten kaçanlar, İsa’nın vaizlerini toplamakla meşguller. İlk İncil olan Barnabas’ın İncil’i bu şekilde yazılmıştır. Ve Antakyalılar onlara ilk olarak “ Hristiyan “ demektedir. Bu, Hristiyanlığın Antakya’da biçimlendiğinin ilk kanıtıdır. Yahudilerin yanında Hristiyanların, çok tanrılı dindarların, paganların bir arada görüldüğü yıllarda, Roma İmparatoru Vespasian ( İ.S. 69 – 79 ) Harbiye’de bir tiyatro ile mabetler yaptırıyor. Bunlar, Afrodit, Zeus – Artemis mabetleridir. Ayrıca Harbiye’den Antakya’ ya su getiren kanallar açıyor, su kemerleri yaptırıyor. Bu, Antakya’nın önemini hep koruduğunun kanıtlarıdır.

Antakya, zamanla Hristiyanlığın önemli merkezlerinden biri oluyor. Diğerleri; Kudüs, İskenderiye, Roma ve İstanbul… Antakya’nın Hristiyanlık bakımından önemi, Bizans döneminde daha da yükselecektir. 4. Yüzyılda tarihçi Ammianus: “ Hiçbir kent, ne topraklarının zenginliği, ne de ticaret bakımından bu kenti geçemez!” demiştir.

ORİENTİS APİCEM PULCRUM – Doğu’nun Kraliçesi

Bu tarihlerde Antakya’nın nüfusu, 300 bin ile 600 bin arasında değişmektedir.

Burada önemli bir Antakyalı’dan, Libanius’tan ( İ.S. 314 – 394 ) söz etmek gerekir. Antakya Akademisi’nin kurucusu ( İ.S. 354 ) bu seçkin kişi, sofist, din yorumcusu, hatip ( söylevci ), tarihçi ve bir düşünürdür. Atina’da, Nicomedya’da, Constantinople’de dersler vermiştir. Antakya’da uzun yıllar, önemli söylevler, demeçler vermiş, konuşmalar yapmıştır. Antakya’nın, Olimpiyatları organize eden, güçlü ve köklü bir ailesinden gelmektedir. Yakın arkadaş olduğu Bizans İmparatoru Julian’ın akıl hocalığını yapmış, onu Pagan düşüncelerine yaklaştırmaya çalışmıştır. İmparator Julian’ın ölümünde de cenaze töreni konuşmasını üstlenmiştir. İ.S. 355 – 365 yılları arasında 1296 mektup yazmıştır. Çeşitli konulardaki bu mektupların Türkçeye çevrilmesi gerektir ve de şarttır kanısındayım. Bunlar, Antakya’nın tarihsel geçmişine ışık tutacak belgelerdir.

Antakya, pek çok deprem yaşamıştır. İ.S. 526 – 29 Mayıs depreminde 250 – 300 bin insanın öldüğü söylenir. (Matalas ) İmaprator Justinianus ve Theodora yardımlarda bulunsa da, Antakya, bir daha eski görkemli günlerine ulaşamamıştır.

Antakya, Roma döneminden sonra sırasıyla; İran-Sasaniler (611). Handanoğulları (944), Selçuklular (1084), Haçlılar (1098), Memlükler (1268), Timur (1394), Türkmenler (1411), Osmanlılar (1516), Fransızlar (1919), Hatay Devleti (1938) dönemlerini yaşadı. 23.Temmuz.1939’da Türkiye Cumhuriyeti’ne katıldı. Antakya, inişli çıkışlı da olsa, ticaret ve yaşam yönünden önemini sürdürmeyi başarabilmiştir. Ticaret, insanlar arasındaki ilişkileri hep ayakta tutmuş, tüm kavga ve gürültülere değin, hoşgörülü olmak zorunda bırakmıştır.

Sözlerimin sonunu bir öneri ile bağlamak istiyorum. Biz, Devlet kurmuş bir kentiz. Fransızlarla olan Hatay çekişmeleri, kavgaları, başta Antakya olmak üzere bütün Hataylıların başarısıdır. Burada, Mustafa Kemal Atatürk’ün üstün çabalarını da şükranla anmak gerekir. Fransızlarla olan mücadelelerini övgüyle karşıladığım Antep, Maraş, Urfa kentlerinin adları haklı olarak Gaziantep, Şanlıurfa, Kahramanmaraş olmuştur. Şimdi soruyorum: Hatay olarak halkımız mücadele etmedi mi? Çete savaşı vermedi mi? Yani bizler Fransızlara göbek mi attık? Hiçbir şey bilmiyorsam bile, şunu biliyorum: Enver Paşa’nın büyük yanlışı sonunda, 90 bin Mehmetçiğin tek kurşun sıkmadan Allahuekber Dağları’nda donarak yaşamlarını yitirmesinde, ayakları donan ve narkozsuz kesilen dedem Topal Zeki’nin Beberte köyünde ( Babatorun ) çetelere kurşun yetiştirmek için güneş altında kurşun doldururken, güneş çarpması sonucu ölmesini biliyorum. Şimdi nereye gelmek istiyorum? Hatay’ımız, niye ASİ-HATAY olarak adlandırılmasın? Hataylıların buna hakları yok mu? Unutmayalım ki, Kurtuluş Savaşı’nın ilk kurşunu, Dörtyol’da, Hatay’da sıkıldı. Hatay’ı, Antakya’yı seviyorum.

BEN SEVERKEN ANTAKYA OLURUM

Hepinizi saygı ile selamlarım.