Antakya Günlükleri – IV

Ve depremin üzerinden sekiz ay geçti… Özellikle Antakya kent merkezi ve tarihi dokunun yaşadığı yıkım… Enkazın ardından ortaya çıkan geniş boşluklar Hemen her yerde iş makineleri Göç Belirsizlik Moloz Toz Asbest Yağmur Ve konteynerlerdeki yaşam mücadelesi… Ancak bu şehir, her şeye rağmen öznesi güçlü bir cümleye tanıklık ediyor… Geçmişiyle var olan bir ezgiye Birlikteliğe Çok […]

Ve depremin üzerinden sekiz ay geçti…

Özellikle Antakya kent merkezi ve tarihi dokunun yaşadığı yıkım…

Enkazın ardından ortaya çıkan geniş boşluklar

Hemen her yerde iş makineleri

Göç

Belirsizlik

Moloz

Toz

Asbest

Yağmur

Ve konteynerlerdeki yaşam mücadelesi…

Ancak bu şehir, her şeye rağmen öznesi güçlü bir cümleye tanıklık ediyor…

Geçmişiyle var olan bir ezgiye

Birlikteliğe

Çok kültürlü bir yapıya

Ve bu renk, yeni bir şehir umuduyla dokunuyor insana…

Yeni bir tını

Her dilden ortaklaşan daracık sokakların özlemiyle dokunuyor…

 

İnsanlar mı şehri, şehir mi insanları yaratır diye sormadan edemiyor insan?

Ve bu sorunun cevabı ne olursa olsun, her yaşanan kuraklıkta yeniden yeşeren bir ağaca benziyor Antakya…

İnsanların ona olan ilgisini karşılıksız bırakmayan bir çekiciliğe sahip.

Mekân olmanın çok ötesinde,

Konuk ettiği insanların yaşamını yönlendiren,

Kişilik kazandıran mitolojik bir gizem barındırıyor topraklarında…

Bu gibi şehirler, inanç, kültür, sanat, edebiyat, gibi kültürün beslenmesine ev sahipliği yapmak üzere kurulur sanki…

Böylelikle tarihe tanıklık ederken, çoğu kez insan geçmişinin zikzaklarına dayanır.

Onun gibi anlaşılmayı bekler bir bakıma…

Popüler kültürün bir reklam aracı olarak kullandığı hoşgörü sözcüğünün çok ötesinde, yaşanmış ve öğrenilmiş bir barış kültürüyle sarmalar toprağı…

Bir Antakya evinin avlusunda kurulan yer sofrasında her dilden söylenen şarkılar,

bir şehrin direngenliği, insanların yaşama olan bağlılıklarını denetler durmadan…

Yaşamın umutsuzluğa bırakılmayacağını fısıldayan bir denetim…

Sunmak istediği büyünün yarattığı etkiyi takip eder bir bakıma…

Çünkü bir kara parçasını şehir yapan olgu, yükselen binalar ve uğuldayan insanların karmaşasından ibaret değildir…

Geçmişin ensenizde hissedilen nefesi sizinle var olmadıkça, acısından, mutluluğundan ders çıkaramadığınız yapay kentler büyütmekten öteye gidemezsiniz…

Oysa Antakya’nın dar sokakları, bu yapaylığa müsaade etmiyordu…

Dolayısıyla insana ait olma, sorumluluk gibi duygularla sesleniyor yaşama…

Yaşanan birçok olumsuzluğa rağmen, üzerinde kaynaşan toplulukla bağlarını koparmıyor… İnşa ettiği mitolojik doku, gülümseyen bir ivmeyle konuyor kulaklara…

Arzuladığı yaşamın mavisiyle, farklı insanların yaşamayı kabullendiği kendine özgü bir tarih yaratarak, toprağa döşenen gelişigüzel taşlarla ulaşıyor feryadınıza…

M.Ö 5000 yıllarına dayanan bir geçmiş, Hititler’le başlayıp, Asur, Babil, Pers, Makedon, Roma, Grek, Bizans, Arap, Osmanlı ve günümüz Türkiye’sine ev sahipliyi yaparken, yaşanmışlara kapılmadan onları dönüştürüp kaynaştırabilen bir kent…

Asi’nin hırçın görünümünü esnetmek isteyen yumuşak bir doku…

Aynı dilden konuşabilen değişik renkleri harmanlayıp, gülümseten şehir…

Tarihsel, siyasal, ekonomik ve coğrafi etkileri nedeniyle farklı dil, kültür ve inançların ortaklaştığı yaşam…

Belki bunların çok üstünde yaşayan, büyülü bir çatıya seslenir Antakya…

Akdeniz’in çıplak güneşini

Eksiksiz bırakıyorum anaç toprağına

Tanığım ol Antakya’

Sabahattin Yalkın “Tanığım ol Antakya” isimli şiirinin sonunda böyle seslenir âşık olduğu kente…

Bu sesleniş, yeryüzünde önemi kavranmış kadim şehirlerin kökenine inen çığlıklara benzer bir bakıma…

 

Exit mobile version