ANTAKYA’DA DEPREM ACILARI

Üç haftadır babaocağındayım. Antakya’mı gördükten sonra şunu söyleyebilirim: Ne okuduysanız, ne izlediyseniz hepsinden daha kötüsünü düşünün. İşte Antakya o durumda. Deprem tüm binaları yıkana kadar sallamış. Yıkılan yıkılmış, yıkılmayanlar kullanılamaz durumda. Yıkılan binaların yerine ortaya boşluklar çıkmış. Sadece sokaklar, caddeler, evler, işyerleri, okulları vs değil.. Antakyalarımın tüm anılarını yok edilmiş, yeri doldurulamaz bir boşluk oluşmuş. […]

Üç haftadır babaocağındayım. Antakya’mı gördükten sonra şunu söyleyebilirim: Ne okuduysanız, ne izlediyseniz hepsinden daha kötüsünü düşünün. İşte Antakya o durumda. Deprem tüm binaları yıkana kadar sallamış. Yıkılan yıkılmış, yıkılmayanlar kullanılamaz durumda. Yıkılan binaların yerine ortaya boşluklar çıkmış. Sadece sokaklar, caddeler, evler, işyerleri, okulları vs değil.. Antakyalarımın tüm anılarını yok edilmiş, yeri doldurulamaz bir boşluk oluşmuş. Afeti yaşayanlar psikolojik olarak 6 Şubat saat 4.17’de kalmış…  Ölümlerin, hüzünün ve acının kokusu dağıılmamış, asla dağılmayacak. On binlercemize mezar olmuş bir kentin her hanes’sinden dinleyeceğimiz bir ortak hikayemiz var. Anlatılacak, anlatılacak ve anlatılacak bir acı anlatısı, bir ağıt bu.

 

Antakyalılarım’ın çoğu cennet gibi yerlerde olsa dahi sürgünde. Zaman ve mekan algıları dağılmış. Aileler yok olmuş.  Bırakın evlerini, şehrlerini, yaşam alışkanlıklarını bile terk etmek durumunda kaldılar… Göçebe kuşlar misali bir yerden bir yere savrulan hayatlar artık Antakyalı hemşehirlilerimin sıfatı…  Bu onların tekamülleri … Onların sınavları.  Ama göz göze geldikleri her insanın da sınavı.

 

Koca bir maviye bakıp o maviyi göremediler. Meğer gözler kararınca güneş bile aydınlatamazmış. Aydınlıklar içinde karanlıkta kaldılar… Evleri yıkılanlar, altında kalanlar, canlılar ve cansızlar… Sosyal medyadan enkazın altından bir yerlerden haberler geliyordı. Yerini belirtenler ve yardıma çağıranlar vardı.

 

Depremin ikinci gün akşam yayında Habertürk’ün sahadaki görevlisi Mehmet Akif Ersoy anlatıyordu:

 

“Gece karanlığında Antakya’nın en büyük caddesinden geçiyorum. Her yer zifir karanlık. Mezar sessizliği var. Her taraftan yıkılmış binaların enkazından “Bizi duyan yok mu ?” diye sesler geliyordu. ”

 

Mehmet Akif Ersoy “Açık ve net” şunu söylüyordu : “Burada müdahale edilen enkaz sayısı edilmeyenlere göre  çok çok daha az”dı ikinci günün akşamında.

 

Depremzedelerin enkaz altından çıkarılabilmesi için ilk gün ve ilk saatlerde yapılması gerekenler maalesef yapılamadı. Ekiplerin sayısı ve imkanları mı yetersizdi yoksa yollar mı açılmamıştı ilk gün, tam bilemiyoruz. Ama görüyoruz ki en kritik saatler ve en kritik gün neredeyse boşa harcandı. İlk 24 saatin boş harcamasının ardından ikinci ve üçüncü 24 saatler de değerlendirilemedi. Enkaz altında kalmış insanların “Orada kimse var mı” çığlıklarına dışardan cevap verilemedi. Plansız, ihmalkarlık, organizasyon zaafı, koordination/lojistik eksikliği, günah keçisi arayışları, lafla peynir gemisini yürütme gayretleri maalesef devlet mekanizmasının işlemez hale geldiğini gösterdi. Tek kişiye endekslenen ‘alaturka sistem’ de bu depremle birlikte kelimenin tam anlamıyla enkaz altında kalmış bulunuyor.

 

Her birimzin dilinde biz iyi insanlardık neyle sınandık? Her karesi ayrı hüzün. Misal; evladını kaybeden annenin benim çocuğumun cennette işi yok deyişini mi? Evladının bir parmağını arayan babayı mı anlatsam… Şöyle anlatsam : Bu son günlerde Antakya’mdan bir cocukluk arkadaşımın evinde bir viİdeo izliyorumdum. Depremden 65 gün geçmiş, sabah saat 09.30, bir baba toz toprak içinde, yıkılmış evinin enkaz kaldırma çalışmalarına katılıyor. Herkesin enkaz dediği ama aslında o evini yıntısı, hayatının tepesinde duruyor, bakıyor. Kepçe vuruyor, toz duman uçuyor, ışık tozu sis ediyor, gözleri toprak doluyor. Kalbinin acısı karışıyor gözlerinin acısına. Yakından izleyen komşusu sesleniyor : “Ne arıyorsun ?” diyor.  Kızımdan, karımdan bir şeyler aradğını diyemiyor komşusuna. Ben de videoyu izlerken ağlayamıyorum, kanıma boğuluyor gözyaşlarım. Komşusu diyor ki: “yapılacak hiçbir şey yok !“  Ama komşusunun dediği hiçbir şey o babanın gerçeğini değiştirmiyor. Sesi bulut bulut. Sesi gri. Sesi yasla yunmuş yıkanmış. Özetliyor onca sitemi… Acıyı… Gerçeği…

 

Antakya’mda yaşam yok, çünkü Antakya yok! Baba ocağına geldiğim ilk günden bu yana konuştuğum insanlar “Çekirdek ailesinden bir kaybı olmayanlar, en şanslılarımız” diyor. İkinci en şanslılar, yakınlarının cenazesini teşhis ederek enkazdan çıkarabilenler. Üçüncü şanslılar ise cenazelerini toprağa gömmeden dini gerekliliklerini yerine getirebilenler.

 

Kimliği belirlenemeyen insanların mezarlığına gittim. Narlıca ‘Kimsesizler Mezarlığı’ olarak bilinen otoyol kenarındaki tarlada, binlerce insan gömülü. İsimleri, birer sayıdan ibaret. Mezar başlarına iliştirilmiş tahta üzerindeki sayılar, gömüldükleri sıraya göre yazılmış. Bazılarında gömülen kişinin kadın olduğunu belirten başörtüsü iliştirilmiş. Görevli, aradan iki yıl geçmesine rağmen bugün iki-üç ailenin Adli Tıp uzmanlarıyla kayıp eşleştirmesi için Narlıca Mezarlığı’na geldiği bilgisini veriyor.

 

Evet ; Antakya’m sadece depremi yaşamadı, çaresizliği, sahipsizliği, vefasızlığı yaşarkan kimimiz göçük altında ölürken, kimilerimizde ciğerleri yarıla yarıla acıyı soldu içine…

 

Biliyorum hepimizin acı gerçekleri oldu, olacak belki de olmalı… Ama bir ömre bu kadar acı fazla dedirtti bizlere…

Zaman ve mekan algılarımız yok oldu. Anılar ve gelecek zamanları yendi. Yakınlarımla, tanıdıklarımla yaptığım görüşmelerde, nasılsınız diye sorduğumda, aldığım tüm cevaplarda burukluğu hissettim. Nasıl toplanır bu can kırığı bilir misiniz. Ben bilmiyorum. Antakyalı hemşerilerim de bilmiyor. Bilemiyecek….

 

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

 

Antakya, Perşembe 10 Ekim 2024

 

 

Exit mobile version