Hazırlayan: Mehmet Karasu
Antakya Kitaplığı
Dünya Bir Gölgeliktir/Fethi Naci
“Dünya Bir Gölgeliktir”, Soğan satan adam, Fethi Naci’nin öyküsü… Taşradan kalkıp ‘adam olmak’ için büyük şehirlerin yolunu tutan nice zeki ve yetenekli insanın ortak öyküsü.
Fethi Naci’nin anıları, hayatla yüzleşip onu sorgulayabildiği için sıradan anı kitaplarından çok farklı bir düzeyde
Fethi Naci’nin iki anı kitabı, 1999’da yayınlanan ‘Dönüp Baktığımda’ ile bunun bir tür devamı olan ‘Dünya Bir Gölgeliktir’ apayrı bir yere sahip. ‘Eleştirinin olmadığı’ bir ülkede eleştirmen olmayı başaran Fethi Naci bu kitaplarıyla da anı yazarlığının olmadığı bir ülkede eşsiz bir anı yazarı olarak beliriyor. ‘Dünya Bir Gölgeliktir’den Nurullah Ataç’ın Fethi Naci’nin ilk eleştiri yazısı için Yeni Ulus’un 31 Aralık 1953 tarihli sayısında bir yazı yazıp “Bay Fethi Naci bir konu üzerinde şöyle yüzeyden düşünmekle, öteden beri ağızlarda dolaşanları söylemekle yetinmiyor, bir araştırma seziliyor onda, derine gitme özeni seziliyor…” dediğini öğreniyoruz.
1927 doğumlu Fethi Naci, Cumhuriyet’ten sonraki ilk kuşağın en tipik deneylerinden bazılarını anlatıyor. Giresunlu Karpuzcu Fethi Ağa’nın yoksul bir ortamda büyüyüp Erzurum Lisesi’nde parasız yatılı olarak okuyan, sonra da evin çamaşır teknesi satılarak doğrultulan 20 lirayla İstanbul’da İktisat Fakültesi’nde okumak üzere yola çıkan oğlunun öyküsü aynı yıllarda taşrada aynı güç koşullar altında büyüdükten sonra ‘adam olmak’ için büyük şehirlerin yolunu tutan nice zeki ve yetenekli insanın öyküsü.
İkinci olarak da, kitap Türkiye’nin siyasi ve edebi tarihinden önemli kesitler sunuyor. Bir yandan Demokrat Parti döneminin tutuklamalarından TİP yıllarına, oradan da ÖDP girişimine kadar uzanan bir serüvenin aşamaları, bir yandan da Memet Fuat’tan Yaşar Kemal’e, Şükran Kurdakul’dan Orhan Pamuk’a bir dizi edebiyatçının portreleri Fethi Naci’nin kaleminden okuru beklemekte.
Rahmetli Fethi Naci’nin anılarını bir kez daha okumanızı öneririm.
Konuk Yazar
Antakyalı – Hataylı bir yurttaş olarak, en az iki bin yıldır çeşitli ırklardan, çeşitli dinlerden insanların yaşadığı ve çeşitli dillerin konuşulduğu bu coğrafyadaki her olay, beni ilgilendirir. Oralarda benim akrabalarım, arkadaşlarım, sevdiklerim ve de binlerce anım var. Suriye bize komşu bir ülke … Sınırların her iki tarafında, akrabalar, tanıdıklar, iş birliği içindeki insanlar, ticaret bağları, alış-veriş, evlilikler var. Suriye kaynıyor; kimin kimi öldürdüğü belli değil. Alevi – Sünni çatışması deniyor. Bu kolaya kaçan bir yaklaşım. Neden ? Macaristan’da su üzerine Lisansüstü eğitim yaparken ya Ramazan ya da Kurban bayramı idi. Mısırlı, Suriyeli ve Iraklı arkadaşlar vardı. Onların bayramlarını kutladım. Ben dedim, elçiliğe gidip bayramlaşacağım. Sizler gitmiyor musunuz, diye sordum. Mısırlılar dışında, Iraklı ve Suriyelilerden aldığım yanıt şu oldu: Biz Müslüman değiliz … Doğrusu ben Suriye ve Irak’ı silme Müslüman sanıyordum, değilmiş. Sonra birkaç yakınımla arabayla bir Suriye gezim oldu. Yayladağı sınırından girip Lazkiye üzerinden bir haftalık bir Suriye gezmesi … Hama – Humus üzerinden Halep’e giderken, asfalt döşeli geniş yolda sürat yaptım biraz. Bu arada küçük bir çukurdan kaçamadım; sağ ön ve arka jantta ezilme oldu. Halep’te tamirciye gittim. Derdimi İngilizce anlatmaya çalışırken, usta çırağına temiz bir Türkçe ile: Oğlum, şu tekerlekleri çıkar… deyince, şaşırdım biraz. Sonra konuşmaya başladık ustayla. Türkiye’den gitme bir Ermeni
Ailesinden imiş. “ Biz evde hep Türkçe konuşuruz !” diye ekledi. Sonra Halep Çarşısı’nda dolaşırken, Türkçe’nin oldukça geçerli olduğunu görmüştüm.Bir de şu olayı anlatmak isterim. Çarşıda dolaşırken bir adam yolumu kesmişti … Türkçe olarak, beyefendi size kravat satacağım, dükkanıma buyurmaz mısınız ? Hava sıcak olduğu için gömlek vardı üstümde. Hayretle karışık bir gülümseme ile dükkana girdik. İstanbul’dan göçen bir Ermeni ailedenmiş …Gururla : Benim Türkçem İstanbul Türkçesi … diye ekledi. Dayanamayıp sordum. Benim kravat takan biri olduğumu nereden çıkardınız ?Gülerek : Ben kaç yılın satıcısıyım … Sizi yürüyüşünüzden çıkarmasını bilirim … Karşılıklı kahkahalar atmış ve Fransız malı üç kravat almıştım o sevimli Ermeni’ den. Dolaştıkça gördüm ki kuyumcular, saatçiler hep Ermenilerdi ve de hepsi Türkçe biliyordu. Bunları niye anlattım ? Suriye sadece Sünniler ve Alevilerden oluşmuyor. Orada önemli sayıda Hristiyan da var. Ve ticaret ağırlıklı olarak Hristiyanların elinde. Yani Hataylı tüccarların o kimselerle önemli ilişkileri var.
Hataylılar bu günlerde endişeli bir bekleyiş içinde. Neler oluyor ?
Kimsenin kafası rahat değil. O çok dinli, çok dilli değişik insanları bir arada tutan “ Ticaret Çarkı “ durmuş … Antakya ve Halep alış-veriş bakımından vurgun yemiş durumda. Bir de sınırdaki Apaydın Kampı …
Suriye’deki çatışmalardan kaçmak zorunda kalan çaresiz siviller, kadın, çoluk-çocuk ve yaşlı insanlar, insani yaklaşım içinde bu kampta misafir tutuluyor. Ancak söylentiler yürek hoplatıcı … Kampta Suriye’den kaçma generallerin, kimliği şüpheli silahlı kimselerin bulunduğu söyleniyor. Batılı ajanlardan söz ediliyor. Eğer kontrol dışı bir durum varsa, bu ciddi bir sorundur. Ve de akla pek çok soruyu da beraberinde getirir.
Hatay özellikli bir ilimiz. İl merkezi Antakya, tarihsel olarak dünyaca ünlü ve önemli bir kent … İpek Yolu’nun son noktalarından biri … Anadolu ile Arabya’yı birbirine bağlayan tek geçit üzerinde … Dünya ile Orta-Doğu’ nun bağlantısı burada başlar. Haçlı Orduları Müslümanların elindeki Kudüs’ ü bahane ederek, Anadolu’yu nerdeyse 200 yıl kadar ( 1096 – 1270 ) kasıp kavurdular; insanları vurdular, kırdılar, öldürdüler… Irzlarına girdiler; mallarını yağmaladılar, çaldılar, çırptılar… Kudüs’ü almanın yolu Antakya’dan geçiyordu. Çok büyük savaşlar yaşandı. Antakya ancak 1098 de düştü. Bir yıl sonra da Kudüs’ü ele geçirdiler.
O yıllardaki coğrafyaya bakacak olursak, Hıristiyanların Hac yolu Antakya ve Suriye topraklarından geçiyordu. Hıristiyan hacılar ülkelerinde bu yollarda çok eziyet çektiklerini abartarak yayıyorlardı. Fransa’da Kluni Tarikatı mensupları fanatik Hıristiyanlar, ille de Kudüs’ün Müslümanların elinden kurtarılmasını istiyorlardı. Çok kısa zamanda yüz binlerce taraftar, mal ve mülk heveslisi çapulcular, kontlar, şövalyeler, prensler topladılar. Gümüş zengini Kunta Hora’ lılar ( Çek Cumhuriyeti) onları finanse ettiler. Yüz binleri aşan büyük ordular kurdular. Bunların çoğu Selçuklular tarafından telef edildiyse de, sonunda emellerine ulaştılar ve Kudüs Haçlıların ellerine geçti.
Yukarda Antakya özellikli bir il demiştim. Evet, Antakya Hristiyanlığın açıkça ortaya çıktığı, dillendirildiği, tartışıldığı ve taraftar topladığı, tarihsel önemi olan kutsal bir yerdir. Hz. İsa yanlılarına burada ilk kez “Hıristiyan “ denilmeye başlanmıştır. Hıristiyanlığın bir din olarak filizlenip yeşermesi ve İlk İncil’in yazılması bu kentte olmuştur. Hıristiyanların ilk ibadet yeri olan mağara “ Dağ Kilisesi “ bunun en somut delilidir. ( Sen Piyer Kilisesi ) Hıristiyanlarla ilk temas kuran Antakyalılar arasında Habibneccar adlı doğramacı – marangoz saygın bir kişiliğe sahiptir. Ne yazık ki yanlış anlaşılmış ve kızgın Antakyalıların gazabına uğramış, öldürülmüştür. Antakya’daki ilk din şehidi olan Habibneccar adı daha sonra öldürüldüğü dağa verilmiştir.
Bunları niye söz konusu ediyorum ? Korkum var … Eğer bu gerginliğin arkasında, bu çatışmaların içinde Batılı dediğimiz sözde uygar geçinen Hıristiyanların tezgahı varsa, durum hiç de hafife alınacak gibi görünmüyor. Unutmayalım ki koşullar, tam da Haçlı Seferleri dönemini anımsatıyor. Hristiyanlar her yerde Müslümanları kötülüyor, onlara zorluk çıkarıyorlar. Müslüman’ı Müslüman’a kırdırma uğraşındalar. Filistin, Lübnan, Irak, Afganistan, Pakistan, şimdi de Suriye … Ve de PKK ile uğraşan Türkiye … Yaşananlar Orta-Doğu coğrafyasının, Avrupa, ABD ve İsrail üçlüsünün istekleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmesini gösteriyor. Ve de Avrupa büyük ekonomik sıkıntılara gebe … Yunanistan iflasta, İtalya zorda, İspanya sallanıyor … İngiltere, Avrupa Para Birliği’nden kurtulma telaşında . Avrupa ülkelerinde işsizlik hızla artıyor. Şimdi Orta-Doğu’yu yeniden biçimleme sevdası başladı.Bu ülkelerin petrolden kazandıkları paralar Avrupa ve ABD’den alınan silahlara gidiyor. Ülkemiz de bu oyundan nasibine düşen sıkıntılar içinde. Baş patron ABD baş rolünü iyi oynuyor. Onların da silah tüccarlarına verilmiş sözleri var. Son resimlere baktığımızda bu işin en ateşli taraftarları olanlar, olayları umursamazlık içinde seyrediyorlar. Özellikle Birleşmiş Milletler tam seyirci durumunda. ABD Suriye’deki olayları, Nato ile ilgili görmüyor. Hem kışkırtıcı, hem de bulaşmak istemiyor. Sanki Türkiye Nato üyesi değil … Peki, bizim askerimiz niye Afganistan’ da ?
Burada Avrupa’nın acımasızlığına bir iki örnek vermek istiyorum. Haçlı Seferlerinin parasal ihtiyaçlarını karşılayanların başında
Kunta Hora’lılar var demiştim. Çek Devleti’nin merkezi Prag’ın 60-70 km. doğusundaki bu kent, o yıllarda gümüş zenginidir. Orada 40 bin insan iskeletinin kemikleriyle süslü bir kilise var. Bir kilise ve 40 bin insanın kemikleri … Kafatasları, kol-bacak kemikleri, kaburga kemikleri vb. Kemiklerle süslenmiş sütunlar, mum yakma yerleri, avizeler …İstif edilmiş halde kafatasları, odun yığınları gibi sıralanmış kol ve bacak kemikleri … Hangi insan öldürdüğü bu insanların kemikleriyle süslü böyle bir yerde Tanrı’ ya dua edebilir, yahut edebilir mi ? Ve de bu kemiklerin Hıristiyanlara ait olamayacağı açık olduğuna göre, kimlerin kemikleridir ? Bunları, yüzyıllarca öncesinin Haçlı savaşçılarını bulup onlara mı soracağız ? Biz İstanbul’u aldığımızda ne yaptık ? Ayasofya Kilisesi’nde papazları mı astık ? İstavrozlu duvarları en usta çinicilerimize boyattık, öyle süsledik.
Bir örnek daha : 1992 yılında yani Kristof Kolomb’ un Amerika’ya çıkışının 500. yılında, ABD’ de Cleveland kentinde bir üniversitede misafir profesör olarak çalışan eşimle berberdik. Gazete manşetleri şöyleydi: Kolomb bir kaşif mi, yoksa bir cani mi ? Çünkü 50 bin yerlinin ölümüne neden olmuştu. Niye ? Buralardan götürecekleri altınları İspanya Kraliçesi’ne sunacaklar ve cennetten yer kazanacaklardı. Kazanıp kazanmadıklarını bilmiyorum, ancak suçsuz yerlileri acımasızca öldürdüklerini tarih saptamış durumda… ( 1492 de yerli sayısı 250 bin kadar; 1508 de bu sayı 60 bin civarında.)
Hatay sıkıntılı bir bekleyiş içinde. Ne var ki, asıl korkulacak durum, Hatay’ın kaosa sürüklenmesi … Kaos içinde, dağdaki Sen Piyer Kilise’sinin, yani bu kutsal yerin korunmasında sorunlar yaşanabilir. Hele Haçlı ruhu yukarda verdiğim örneklerde olduğu gibi ortaya çıkarsa …Sevgili Hataylılar, hemşerilerim, kentdeşlerim, hısım-akrabalarım …
Sünni, Alevi, Nusayri, Yahudi, Hıristiyan, Türkmen, Çerkez, Arap kardeşlerim … Biz yüzlerce yıldır bu topraklarda bir arada yaşamayı öğrenmiş kimseleriz. Barış, kardeşlik, sevgi ve saygı içinde geçinmeye gönüllü insanlarız. Hataylılar kavgayı asla sevmezler … Doğanın verdiği zengin topraklar, bu gök, bu güneş, bu su bizim paylaştığımız yaşam zenginliklerimizdir. Hataylılar iyi yurttaştırlar, devletlerine saygılı insanlardır. Askere seve seve gider, vergisini seve seve verirler. Çok dinlilik içinde bile olsalar, birbirlerinin kutsallarına içten saygı gösterirler. Herkes herkesin bayramını içtenlikle kutlar, kucaklaşırlar. Cenazelerine el verirler. Gidin Şeyh Hıdır türbesine … Her Hataylı orada tavafını yapar, duasını eder. Çok tartışmalı günlerden geçiyoruz; olsun. Sağduyuyu elden bırakmayalım. Her zamanki gibi, hangi dili konuşsak da, hangi dinden ya da mezhepten olsak da, rengimize bakmadan sımsıkı sarılalım birbirimize. Provakatörler cirit atsa da onlara kanmayalım. Güven içinde vakur ve dik duralım.
Haftanın Şiiri
LAVİNİA/Özdemir ASAF
Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim.
Yine de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme Lavinia.
Adını gizleyeceğim.
Sen de bilme Lavinia.
Haftanın Sanat Gündemi
Hayata duygu dolu gözlerle bakan şair: Özdemir Asaf
Çevresi tarafından hayatı boyunca nazik, hayata her zaman duygu dolu gözlerle bakan birisi olarak nitelendirilen şair Özdemir Asaf, vefatının 38. yılında anılıyor.
Gerçek adı Halit Özdemir Arun olan şair, Mehmet Asaf ile Hamdiye Hanımın çocuğu olarak, ikiz kardeşi Neire Özgönül Arun’dan bir gün önce, 11 Haziran 1923’te Ankara’da dünyaya geldi.
Mustafa Kemal Atatürk’ün isteğiyle 1922’de Ankara’ya taşınan şairin babası Mehmet Asaf’ın, 1930’da geçirdiği bir hastalık sonucunda hayatını kaybetmesi üzerine aile, 1930’da yeniden İstanbul’a taşındı.
Atatürk’ün, İsmet İnönü’ye verdiği “Asaf’ın çocuklarını bir okula yerleştirin” emriyle eğitim hayatına başlayan Asaf, Galatasaray Lisesi’nden sonra 1941’te sınavı kazanarak Kabataş Erkek Lisesi’ne geçti.
Buradan mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi’nde hukuk okumaya başlayan şair, 2 yıl sürdürebildiği hukuk eğitiminde ilk eşi Sabahat Selma Tezakın’a aşık oldu.
Şair Şükrü Erbaş: Edebiyat kesinlikle şarttır
İzmir Tabip Odası Orhan Süren Konferans Salonu’nda dün yapılan söyleşide, İzmir Tabip Odası Başkanı Prof.Dr. Funda Barlık Obuz, Dr. Emel Bayrak, Dr. Ali Özyurt, Dr. Gaffar Karadoğan ve Dr. Kamile Kurt’da birer konuşma yaptı.
“Edebiyat şart mıdır?” sorusuna Şükrü Erbaş, “Kesinlikle şarttır” yanıtını verdi. Erbaş, “Edebiyat hayal ettiğimiz dünyayı tasvir etmemize yarıyor. Eylemin varlık biçimini edebiyat oluşturuyor.” dedi.
Biçemiyle ilgili değişiklik yaptığıyla ilgili sorulan soruya Erbaş, “Biçemim değil, biçimim değişti. Bir yazar hayatı boyunca bir kitap yazar. Biçimi değişebilir.’ diyerek yanıt verdi.
Okurlarıyla sohbet eden Şükrü Erbaş, söyleşisinin sonunda kitaplarını imzaladı.
Şair Enver Ercan ölümünün 1. yılında anıldı
Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) tarafından Kadıköy Belediyesi Kemal Tahir Halk Kütüphanesi’nde Şair Enver Ercan’ı anma etkinliği düzenlendi.
Etkinliğe Enver Ercan’ın ailesi, okurları ve arkadaşları katıldı.
Etkinliğin açılışında konuşma yapan TYS Genel Başkanı Mustafa Köz, insanların günden günde yazıdan ve sözden uzaklaştığına işaret ederek, “Biz yazının kalıcı bir bellek oluşturması gerektiğini düşünüyoruz. TYS Müze Belgeliği de bu amaçla oluşturuldu” dedi.
Türkçede İçli Bir Çıt Sesi: Enver Ercan
Mustafa Köz, konuşmasında TYS olarak Kültürlerarası Şiir ve Çeviri Akademisi ve Yasakmeyve Yayınları iş birliğiyle hazırladıkları “Türkçede İçli Bir Çıt Sesi: Enver Ercan” adlı kitaptan da bahsetti. Köz, “Ercan’a bir armağan olarak kitabı bugüne yetiştirdik. Enver’i yeryüzünden sonsuzluğa uğurladıktan sonra onun adına yazılmış yazıları bir araya getirdik ve yeni bir belge oluşturduk. Bizim belleğe çok ihtiyacımız var. Unuttuğumuz için de bellek oluşturanlar üzerimizde büyük baskılar oluşturuyor. Bu bazen siyasal, bazen kültürel, bazen de toplumsal baskıya dönüşebiliyor” ifadelerini kullandı.Mustafa Köz, Enver Ercan’ın bu bellek anlayışına büyük katkılar sunduğuna işaret etti.
Enver Ercan’ın kızı Özge Ercan, babasının nüktedan, eğlenceli bir karaktere sahip olduğunu anlattı.
‘Enver Ercan Aynı Zamanda Tam Bir Edebiyat Emekçisidir’
Yazar Adnan Özyalçıner ise konuşmasında, Ercan’ın şiirlerinin bir doğallık taşıdığına dikkati çekerek, “Onun şiirleri birebir yaşamdır, yaşamaktır, yaşamanın kokusu ile rengidir. Şiirlerini yalıtılmış sözcüklerle taş taş sıralayan arkadaşım, dostum ve hısmım Enver Ercan aynı zamanda tam bir edebiyat emekçisidir. Dergiciliği, yayıncılığı, örgüt adamlığıyla ve derlediği kitaplarıyla…” dedi.
Etkinlikte, şairin yazı taslakları, yazı serüvenine tanıklık eden yazı gereçleri ve kişisel eşyalarının bulunduğu “Enver Ercan Belleği” de katılımcıların izlenimine sunuldu. (İstanbul/AA)
Bir Portre
Özdemir Asaf
Özdemir Asaf’ın Şiirlerinin bazılarında toplumla, yaşadığı çağla ve kendisiyle hesaplaşmasının buruk öfkesi gözlemlenir.
Özgün ve etkileyici bir dil kullandığı şiirlerinde “ikinci kişi” sorununu ele aldı. İkinci kişiye bağlılığını çeşitli yönlerden inceledi, kendi davranışlarını soyutlama yoluyla bir düşünce düzeyine yükselterek çözümlemeye çalıştı. Özellikle son dönem şiirlerinde dize sayısını azaltarak duygu ve zeka pırıltılarının kaynaştığı kısa şiirler yazdı.
Şiirlerinin bir bölümünde toplumla, yaşadığı çağla ve kendisiyle hesaplaşmasının buruk öfkesi gözlemlenir. Bu yaklaşımla yeni taşlama biçimleri üreterek hiciv şiirinin öğelerini ustaca kullandı. İnsan ilişkilerinin toplumsal ve bireysel düzlemlerdeki çelişkilerini “sen-ben” ikileminde yansıttı. Şiirlerinde çok sık kullandığı sevgi, ayrılık, ölüm temaları, son şiirlerinde yerlerini kaçış, umutsuzluk ve tedirginliğe bıraktı.
Kısa, özlü söyleyişlerin yer aldığı, düşündürücü özgün şiirleriyle tanındı. Karşıtlıkları, benzerlikleri, çağrışımları kullanarak söz ve sözcük oyunlarına dayalı şiirlerinde yaşam görüntülerini, eşyayı, izlenimleri soyutlaştırır; dokunaklılık yüklü şiirlerinde sevgi, anılar, yalnızlık, ölüm başlıca konulardır.
Eserleri
Şiir
Dünya Kaçtı Gözüme 1955/ Sen Sen Sen 1956/ Bir Kapı Önünde – 1957
Yumuşaklıklar Değil – 1962/ Nasılsın – 1970/Çiçekleri Yemeyin – 1975
Yalnızlık Paylaşılmaz – 1978/ Benden Sonra Mutluluk- 1984
Etika
Yuvarlağın Köşeleri – 1961/ Yuvarlağın Köşeleri-2 (Ölümünden Sonra) – 1986
Öykü
Dün Yağmur Yağacak (Ölümünden Sonra) – 1987
Ne Okusak
1.Aydınlık Aşkıyla/ Öner Yağcı/ Cumhuriyet Kitapları
2.Ortak Belleğimizdir Dostlar/ Remzi İnanç/Ürün Yayınları
3.Kibrit Çöpleri/ Murathan Mungan/ Metis