Hazırlayan: Mehmet Karasu
Antakya kitaplığı
Zehir Zıkkım Hikayeler/ Ayla Kutlu
Ayla Kutlu Hataylı bir yazar.
Öykü ve romanlarında, Hatay’ın kent dokusunu başarılı bir şekilde yansıtır.
Kadın sorunlarını öykülerinde işleyen Ayla Kutlu, “Kadın yazar” ifadesini kabul etmeyip kendisini “yazarlar içinde bir kadın” olarak tanımlar.
Ayla Kutlu,1980 sonrası en başarılı öykü yazarlarımızdandır.
Ayla Kutlu, romanları, öykü kitapları ve çocuk kitaplarıyla adından çokça söz ettirir.
Ayla Kutlu’nun dört öykü kitabı bulunur. Yazar, ilk öykü kitabı olan
Hüsnüyusuf Güzellemesi’ni 1984’te yayımlar. Bunun ardından Ayla Kutlu, Sen De
Gitme Triyandafilis(1990), Mekruh Kadınlar Mezarlığı(1995) ve Zehir ZıkZehir Zıkkım Hikâyeler.
Zehir Zıkkım Hikayeler’in tanıtım yazısında,
“ Adını kimliğinden alan bir kitap. Onu bir okuyuşta bitiremeyeceksiniz. Çevrenizi kuşatan, içinize dolan kederi biraz hafifletmek için, zaman zaman bırakmanız gerekecek.Düşünmemek, özeleştiri yapmamak istiyorsanaz, amacınız okuyarak eğlenmekse, bu kitabı elinize bile almayın.
Bu coğrafyanın, bu tarihsel geçmişin, bu toplumun gerçeklerinin birikimleriyle kadınlara tutulmuş aynadır Zehir Zıkkım Hikayeler.
Evet, zehir zıkkımlar…
Ya siz nasıl olmalarını isterdiniz?” diyor.
14 Şubat Dünya Öykü Günü için ideal bir yapıt.
Konuk Yazar
2019 Dünya Öykü Günü Bildirisi: Artık İyi Olmak İstiyoruz//Özcan Karabulut
Varım, ben de varım, bir de bu var. Ölümlüyüm; anlatarak kayda geçirmek ve küçük de olsa bir iz bırakmak istiyorum. Anımsıyorum, anımsatmak istiyorum. Yalnızlık, cinsellik ve karamsarlık dahil, insanı insan yapan hiçbir insani yanımı göz ardı etmiyorum.
Mekânların, yüzlerin, kelimelerin çekim alanından kurtulamadığım için yazıyorum. Mekânlar, yüzler ve kelimeler bende anlatma isteği uyandırıyor. Anlattıklarım; beni biçimlendiriyor, bakış açımı farklılaştırıyor, bana farklı bir kimlik kazandırıyor. Arıyorum; başkalarını tanıdığım, başka dünyaların içinde yol alabildiğim, seslerin içinde kendi sesimi bulabildiğim, binlerce kelimenin içinde kendi kelimelerimi seçebildiğim ölçüde “benim yazdıklarım da var” diyebiliyorum.
Yorumluyorum; kendimi, insanı ve dünyayı anlamaya çalışıyorum, sorularıma farklı cevaplar vermeye başlıyorum. Hayatın trajik akışına karşın imkânsızı istiyorum, suları tersine akıtmak istiyorum.
Her defasında yeniden öğreniyorum. Aşk yeni bir şey değil, hüzün, mücadele ve ölüm yeni şeyler değil. İnsan da yeni değil, temalar da. Farklı öykülerin izini sürüyorum, baştan sona, sondan başa doğru, en iyi düzen içinde en iyi kelimelerle, uzun bir cümle kuruyorum. İşte o an, her şey yepyeni olup çıkıyor.
Bazen bir daha yazamayacağım duygusuna kapılıyorum. Bu duyguyu her defasında yenmek için yazıyorum. İnsanlar ve yazınsal türler arasında dolaşıyorum, “melez” bir türün içinde yol alıyorum. Melezliğin tadını çıkarmak, öyküyü elime avucuma sığdırmak için yazıyorum.
Kadınları ete kemiğe büründürmek, aşk ve bedeni birbiri içinde ve aynı cümlelerde buluşturmak için yazıyorum. Bana tersini söyleme zevkini verdiği için öykü yazıyorum. Başkalarının yazamayacaklarını yazmak için yazıyorum. Kıskandığım öykülerden daha iyilerini yazmak için yazıyorum. Dünyayı kendi arzularıma, kendi ağrılarıma göre değiştirip düzeltmek için yazıyorum. Niçin yazdığını bilmediğini söyleyenlerin tersine, niçin yazdığımı bildiğim için yazıyorum. Mümkünse, usta öykücülerin ölümünü hazırlamak için, ölümlü olduğumu bildiğim için öykü yazıyorum.
* * *
Yazdığımız öykülerle Gogol’un paltosundan çıkmış olabileceğimiz gibi, Sait Faik’in Haritada Bir Nokta’sından, veya Sabahattin Ali’nin Sırça Köşk’ünden, ya da Füruzan’ın Parasız Yatılısı’ndan da çıkmış olabiliriz. Paltolara Cortazar gibi yazarlarınkini eklemek mümkün, dahası gerekir: Sizin anlatacaklarınız, sizin yazdıklarınız yok iken, kimlerin anlattıkları, kimlerin yazdıkları vardı? Mağaraya ilk resmi çizenler, eskiler, çok eskiler beni bağışlasın; Calvino, Kundera, McEwan, Margosyan bana ulaştığına göre, bu yazarların öyküleri artık bana yabancı değildir. Demem o ki, öykümüzün serüvenini öykünün büyük serüveninden, insanın yalnızlığından, trajedisinden, dahası arayışlarından ve yaratma çabalarından soyutlayamayız.
* * *
Bir öykücü olarak diyebilirim ki, görünen görünmeyen, yazılan yazılamayan, biriken öyküler beni şaşırtıyor. Biçimler, farklı biçimler, en iyi düzen içinde en iyi kelimeler, tersini söyleme zevkleri, suları tersine akıtma çabaları, kısıtları kaldırmalar, yeni kısıtlar bulmalar, beni şaşırttığı kadar büyülüyor da. Öykü, yaratıcılığın sınırlarını zorluyor, başka hiçbir şeyin söyleyemeyeceğini söylüyor: Bir cümlenin kuruluşuna olduğu kadar insanın bin bir haline de kafa yoruyor. Bana öyle geliyor ki, öykü bize hayattan çok daha fazla sürpriz hazırlıyor. Bütün bu yanlarıyla, Poe’nun dediği gibi, muhtemelen kusursuz bir tür karşısındayız. İşte bu kusursuz yazma, bu kusursuza yakın anlatma arzusu, dahası gerekliliği, salt bu yanı olsun, öyküyü yazınsal türler içinde biricik yapıyor, bence.
* * *
Bugün 14 Şubat 2019; fikir babalığını yaptığım Dünya Öykü Günü’nün ilk kutlamasından bugüne 16 yıl geçmiş. Bir vefa, bir değerbilirlik örneği gösteren yazar arkadaşlarımın önerisiyle bu yıl söz söyleme sırası bana düşüyor. 2003 yılında arkadaşlarımızla yazdığımız ilk Dünya Öykü Günü Bildirisi’nde, “İnsan öyküsüyle var… İnsan, öyküleriyle uzanıyor geleceğe. Tıpkı geçmişi öyküleriyle saklayabildiği gibi. Dünyanın dört bir tarafındaki insanları birbirine-sınırlara ve ulusal kimliklere aldırmaksızın- yaşanan öykülerin benzemezliği kadar benzerliği de bağlıyor…” diye dile getirmiştik.
Öyküye tutkuyla bağlı olanlar, edebiyatın ele avuca sığmaz, en atak türünün, yani şu ‘bizim öykü’nün elinden tuttu, onu alanlara çıkardı, öykücüyü hiçbir zaman olmadığı kadar eylemli kıldı, eline 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nü, kentleri dolaşan Öykü Günleri’ni, Öykü Dergileri’ni verdi, bir yazınsal tür olarak öyküyü yükseklere çıkardı ve bugüne getirdi. 14 Şubat’lar öykünün en büyük buluşmalarına sahne oldu. Dünya Öykü Günü, öyküye çok yakıştı.
Şimdi, şu anda size söyleyebileceğim tek şey, bugün burada, bu salonda, bu akşam, elbette yarın da, hatta öbür gün, daha sonraki günler, bir öğleden sonra, sabah da olabilir, evde, odanızda, yazı masanızda, bir uçak yolculuğunda, bir futbol maçının hemen öncesinde ya da devre arasında, dünyanın dört bir tarafında, çayınızı veya kahvenizi yudumlarken, artık her nerede kiminleyseniz ve ne yapıyorsanız, sizleri dünyanın bütün dillerinde kısa bir öykü okumaya davet ediyorum. Arkadaşınıza bir öykü okuyabilirsiniz. Dostunuzun veya sevgilinizin size okuduğu bir öyküyü dinleyebilirsiniz. Bu mümkün. Öykü’yle on dakika, mümkün.
İyi değilim, iyi değiliz. Kuşlar, çocuklar, kadınlar iyi değiller. Kötülük, barbarlık bilinmedik şeyler değil. Canımızın yanması yeni bir şey değil, kuşkusuz. Şimdi, şu anda okuduğunuz kısa bir öykü, protesto eyleminin ta kendisi olabilir. Zihninizde belirecek bir imge, hayallerinize kucak açabilir. Evet, bir öykü; aşka ve başka şeylere cesaret verebilir. Bir öykü; yapabileceğiniz başka şeylerin de olabileceğini anımsatabilir. Bir öyküyle hem kendiniz hem de başka biri, tamamen başka biri olabilirsiniz: Bir çocuk işçi, her gün ölmekte olan bir inşaat işçisi, cinayete kurban giden bir kadın, örneğin. Sınırlarınızı zorlayabilir bir öykü, taşları yerinden oynatabilir.
Bir öykü, niçin bir uyarı, kanınızı donduran şeylere ve ölümlere karşı bir çığlık olmasın, tepeden tırnağa bir dalgalanma yaratmasın? Durmadan bir şeyleri bekleyen bir hareketsizlik halindeyken; bir öykü, bir hayat belirtisi, hatta niçin bir mucize olmasın? Kötülüklere ve çirkinliklere karşı iyi gelebilir, bir öykü. Bir öyküyle, suya sabuna dokunabilirsiniz. Eğer yanınızdakinin, karşınızdakinin veya hiç tanımadığınız birinin hüznüne, acısına dokunmak için kendinizi hazır hissediyorsanız, bir öykü okumanız yeter. İstemezseniz, koca bir dünya bile yetmeyebilir.
Umudun düşmanlarına inat, “bir insanı sevmek”le, bir öykü okumakla başlayacak “her şey”. Evet, her şey ama her şey, bir öykü okumakla başlayacak, sonrası gelecek mutlaka. Kayıtsızlığımızdan, depresyonumuzdan ya da yorgunluğumuzdan kurtulacağız, çevremizde olup bitenlere ilgi duymaya başlayacağız, her ne yapacaksak onu yapacağız. Bir öykü; dudaktan dudağa, kulaktan kulağa mırıldanarak, insana, daha çok insana fısıldanarak, bize insan olduğumuzu anımsatacak, dostlukları çoğaltacak, paylaştıkça anlam kazanacak ve güzel günlerin mümkün olduğunu gösterecek, umudumuzu hep diri tutacak. Her şey sevgiyle ve bir öyküyle başlayacak… Bu 14 Şubat’ta; kuşlar, kadınlar, çocuklar ve tüm insanlık olarak artık iyi olmak istiyoruz. Çünkü insan öyküsüyle ve haklarıyla var.
Haftanın Şiiri
Yitik Bahar/Turgay Gönenç
Hayat, kar altında kalan bahar
Çiçekleri üzerinde ölüyor en bereketli ağaçlar
Üretkenlik dört duvar arasında
Kar yağıyor bahar dallarına
Üç bin yıllık hayatın bilgesi
Sevene acı veren, bedeni bal ülke
Işıklarının ardından solup gidiyor insanlar
Kar yağıyor güneşli kirpiklerine
Yalnız sevda ve kocalma hüznünü yakıştıran ozan
Karşında bir sigara içip ölebilirdik
İlk sen mi soldun böyle uzak toprağından
Karadeniz’de yatanlar, adları yitik
Boyna dolanan kent, Magosa Kalesi
Hepsi sayılsa tüm bir tarih mi
Hayat, kar altında kalan bahar çiçekleri
Yazın tek tük meyva dallarda
Kim doyacak, kim doyuracak
Haftanın Sanat Gündemi
Turgay Gönenç Vefat Etti
Şair, yazar ve ressam Turgay Gönenç 9 Şubat 2019 Cumartesi günü yaşadığı İzmir şehrinde 80 yaşındayken vefat etti.
Turgay Gönenç; 10 Mart1939’da Tokat’ta doğdu. 1959’da Haydarpaşa Lisesinden, 1963’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun oldu.
İzmir İstatistik Bölge Müdürlüğü yaptı ve bu görevden 1968’de ayrıldıktan sonra Ege ve Dokuz Eylül üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalıştı. Resim çalışmaları yaptı ve ilk sergisini 1955’te İzmir’de açtı. Özel dersler verdi, TRT İzmir Radyosu’nda “Ege’den” (1955) ve “Şiir Tadında” (1998) adlı programları hazırladı.
Ahmet Cemal anısına ‘Ahmet Cemal İlk Çeviri Ödülü’
1 Ağustos 2017’de aramızdan ayrılan değerli yazar ve çevirmen Ahmet Cemal’in anısına, son bir yıl içinde ilk roman veya öykü çevirisini yayımlamış gelecek vaat eden bir çevirmene, bir defaya mahsus olmak üzere “Ahmet Cemal İlk Çeviri Ödülü”nü takdim edecek. Ahmet Cemal, aynı zamanda, İKSV’nin 2015’ten bu yana her yıl çeviri edebiyatın nitelikli ürünlerini desteklemek amacıyla bir edebiyat çevirmenine sunduğu Talât Sait Halman Çeviri Ödülü’nün seçici kurul üyeleri arasında yer alıyordu. Kendisini, ölümünün birinci yılında saygı, sevgi ve minnetle anıyoruz. Ödül, başvu-rular arasından seçici kurul tarafından belirlenecek yapıtın çevirmenine, 10 bin TL tutarında maddi destek sağlıyor.
Çukurova Ödülü Nedim Gürsel’in
Uluslararası Çukurova Sanat Günleri kapsamında verilen “Çukurova Ödülü”ne Nedim Gürsel değer bulundu. Çetin Yiğenoğlu, Orhan Apaydın, Yaşar Öztürk’ten oluşan Seçici Kurul, Çukurova Ödülü 2019’un Nedim Gürsel’e verilmesini kararlaştırdı. Gürsel, ödülün sembolü olan Çukurova ve Toroslar’a özgü kültlere çağrışımlarla yüklü heykelciğin 11. sahibi oldu.
14 Şubat Dünya Öykü Günü’nüz kutlu olsun!
14 Şubat Sevgililer Günü aynı zamanda Dünya Öykü Günü olarak kutlanıyor.
Aynı günde iki farklı kutlama.
Aslında farklı değil, bağlı kutlama.
Kent ve Aydın/Uğur Pişmanlık
Geçen haftadan devam
Aydın Tutumu İle Siyasaldır, Siyasal Olmak Zorundadır. Siyaset, aydının kendisine, yaşadığı kente ve ülkeye ve en önemlisi insanlığa karşı taşıdığı sorumluluğa içkindir. Platon’un dediği gibi, “Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen kaçınılmaz sonuç cahiller tarafından yönetilmektir.”
Kent aydını, kent yaşama kültürü ve bilincinin oluşmasında da topluma örnek olurken, kent ve kent insanlarının temel sorunları konusunda da öncü bir rol üstlenir.
Aydının bu tavrının sadece kentle sınırlı olmadığını da eklemek gerek. Aydın, üretimini düşünsel, sanatsal, kültürel, siyasal ve bilimsel alanlarda gerçekleştirir. Her aydın üretimini, bulunduğu ya da ilgilendiği alanların araçları ile kendi alanına ilişkin araçlarıyla ortaya koyar. Kimi bilimsel yayınlarla, kimi şiir, öykü ve romanlarıyla, kimi resim, karikatür, müzik, sinema ve fotoğraflarla ya da siyasal düşünce ve eylemleriyle…Kent insanı, ülkenin ekonomik, sosyal yapısının ve onun ideolojik belirlenimi altındadır. Kentin kendi dinamikleri ise, nesnel olarak siyasal ve ideolojik bir zemine oturur. Toplumsal, dönüşümün seyrini belirleyen temel dinamiklerden biri de işçi sınıfıdır. Bu değişim ve dönüşüm sürecinin entelektüel dinamiğini ise hiç kuşkusuz kentin ilerici nitelikteki aydınları oluşturur. Kapitalizmde kent, kentin (karşıtlık oluşturan) bütün dinamikleriyle birlikte vardır. Dinamikler arasında süregelen mücadele, kentin ileri-geri değişimlerin yaşanmasına neden olur. Kentin toplumsal, siyasal ve kültürel değişim ve dönüşümleri söz konusu karşıtlıklar içindeki dinamiklerin mücadelesinin bir sonucu olarak ortaya çıkar.
Aydın, Kimliği Gereği, Zorunlu Olarak Çağdaş Bir Dünyanın Sözcüsüdür.
Kent, insan için daha çok entelektüel beslenme ortamı sunar. Ancak bu beslenmenin yarattığı birikimin yeniden üretilmesi için pratikte bir karşılığı olması gerekiyor. Bu da bilgi birikiminin yanına bir de deneyim kazanmayı gerektirir.
Fậrậbi, “En yüksek iyilik, en büyük yetkinlik kentte yaşamakla elde edilir. Kentten aşağı topluluklarda elde edilmez” der.
Buna göre kent, aynı zamanda entelektüel düşün merkezleridir. Kent, bilim ve sanatların üretildiği, düşüncenin geliştiği merkezler olarak kentler…
Her Kent Kendi Aydınını Oluşturur.
Feridun Andaç, “Kentleri anlamak için yaşamak yetmez, yazmak da gerekir…” diyor.
Her kentin kendi aydınını, o kentte yaşayan resim, müzik, edebiyat, sinema, fotoğraf vb. kültür-sanat alanları ile politika üreten insanlar oluşturur.
Daha geniş anlamda, yaşadığı kent ve ülkenin ileriye doğru değişmesi yönünde düşünce üreten ve bunları yaşamın pratiğine dökmeye çalışan her birey birer aydın sayılabilir.
Kent bir nesnelliktir. Bir nesnellik olarak kenti, ekonomik süreçler dışında dönüşüme uğratacak olan özne aydınlardır. Aydın, kentin entelektüel üretim süreçleri içerisinde yer alır. O, bu sürecin hem nesnesi hem de öznesi durumundadır. Kent aynı zamanda, farklı sınıf, kültür ve yaşayışlarından kaynaklı olarak, farklı görüşlerin çatışma alanındır.
Aydın mı kentin ürünüdür yoksa kent mi aydının bir ürünüdür? Kentin aydını dönüştürücü bir yanı da vardır. Kent ve aydın; her ikisi de değişim ve dönüşüme açıktır, açık olmalıdır. Kent de, aydın da dönüşemediği zaman; kent kent olmaktan, aydın da aydın olmaktan çıkar. Kent de, aydın da dönüştüğü ve dönüştürebildiği oranda var oluş özelliklerini korur.
Kent ve kentin toplumsal yaşamı, kent aydınına kimi sorumluluklar ve görevler yükler.
Kentli olmak aydın olmak anlamına gelir mi ya da kentli olmak, aydın olmak için yeterli midir? Ya bunun tersi; aydın olmak için kentli mi olmak gerek?
Kent ve aydın. Aslında her ikisi de birbirinden beslenen kavramlar. Bu sadece teorik olarak değil nesnellikte de böyle. Kentle aydın arasında karşılıklı dönüştüren, üreten ve tüketen bir ilişki bulunmaktadır.
Yaşayan bir organizma olarak kent nesnelliğinin entelektüel üretim süreci içinde etkin olan aydının öznel dönüştürücü gücü bulunduğu (dur) bir gerçektir. İnsan eylemli bir varlıktır. Çünkü insan sadece okuyarak ya da düşünerek aydın olmuyor. İnsan eylemi ve ürettikleriyle de aydın oluyor. Bu yüzden üretmek, aydın olmanın, insan olmanın en temel sonuçlarından biridir. İçinde bulunduğumuz dünyayı, toplumsal yaşamı ancak üreterek geliştirebilir ve değiştirebiliriz.
Kent Aydınlanmadır.
Bugüne kadar kenti kent yapan birçok olgu sayıldı:
Planlı kentleşme, alt yapı, modern yaşam alanları, üretim ve bölüşüm ilişkileri. Elbette bir kent tanımı yaparken bunları da kullanıyoruz. Ancak günümüzde bu yetmiyor. İyi kötü her kentin elektrik, yol, su, kanalizasyon, iletişim, kaldırım, trafik lambaları, aynı projeden üretilmiş gibi yüzlerce, binlerce birbirine benzeyen binaları, yine tip proje kamu yapıları vs. vs. var.
Bugün kent dediğimiz zaman anlaşılması gereken şey, sadece bu ve benzer unsurların varlığından çok kentteki entelektüel üretim ve bunu gerçekleştirenlerin varlığı, niteliği. Örneğin kentteki tiyatro, sinema, sergi salonlarının, sanat atölyelerinin varlığı ile yine bu alanlarda hem üreten hem de tüketenlerin nitel ve nicel durumu:
Kentte, ne kadar ressam, fotoğrafçı, tiyatro sanatçısı var, kaç öykü yazarı, şair ve romancı ile bilimsel konularda yazan akademisyen var? Kentte yılda kaç sergi açılıyor, kaç oyun sahneleniyor, yılda kaç film izleniyor, ne kadar gazete, dergi ve kitap okunuyor?
Kentte yayınlanan entelektüel dergilerin sayısı kaç?
İşte bütün bu sorulara verilecek yanıtlar bir yerleşimin bir kent olup olmadığını ortaya koyuyor. Tabi bu aynı zamanda, içinde yaşayanların ne kadar kentli olduğunu da göstermektedir.
Bir de bu entelektüel üretim kimin elinde, üreten kim için, ne için üretiyor sorularına da yanıt vermek gerekiyor.
Cengiz Bektaş, “Kent insanın insan olduğu yerdir.” diyor.
Buna göre ne kadar aydınsak o kadar kentliyiz. Ne kadar kentliysek o kadar insanız demektir.
Kentli Önce Aydındır
Şeyhmus Diken, aydın ve kent kimliğinin neredeyse özdeş olduğuna dikkat çeker:
“Kentli olmayanın aydın olmadığı ve aydın olmayanın da kentli olmayacağı vurgusu vardır.
Kent, burjuvazinin devrimci döneminin muhteşem eseridir.
Avrupa merkezli olan devrimci burjuvanın (burjuva ilk çıkış döneminde özgürlüğü ve eşitliği savunduğu için devrimciydi) kentçi dokusu ilerici bir karakterdedir.
Kentte doğmuş olmak, lüks dairelerde oturmak, parayla sınıf atlamak kişiyi kentli yapmıyor.
Kentli olmak bilinçtir, farkındalıktır. Kent kimliğini oluşturan geçmişteki değerler ve mücadelelerdir.”
Sonuç olarak, yaşadığımız kentleri ya da ülkeyi terk etmeyeceğimize ve ülkeden kaçmayacağımıza göre, kentte olmak, kentli olmak ve sorumluluklarımızın bize yüklediği çabaları ortaya koymak gerekiyor. Günümüz kentleri artık aydını ve aydınlanma çabasıyla kent olmak durumundadır. Aydın yoksa kentte yoktur.