Antakya’da kültür-sanat

Hazırlayan: (Mehmet Karasu) Antakya Kitaplığı Atatürk’ten Hatıralar/Hasan Rıza Soyak Uzun yıllar devletin en üst kademesinde Özel Kalem Müdürlüğü yapan Hasan Rıza Soyak, anılarını Atatürk’ten Hatıralar adlı kitapta topladı. Kitap; Atatürk’ün günlük yaşamına dair gün ışığına çıkmamış pek çok ayrıntıyı, ayrıca Cumhuriyet’in ilanı, İzmir Suikasti, Hatay Meselesi gibi pek çok konuda ayrıntılı bilgileri içeriyor. Atatürk hakkında […]

Hazırlayan: (Mehmet Karasu)

Antakya Kitaplığı
Atatürk’ten Hatıralar/Hasan Rıza Soyak
Uzun yıllar devletin en üst kademesinde Özel Kalem Müdürlüğü yapan Hasan Rıza Soyak, anılarını Atatürk’ten Hatıralar adlı kitapta topladı. Kitap; Atatürk’ün günlük yaşamına dair gün ışığına çıkmamış pek çok ayrıntıyı, ayrıca Cumhuriyet’in ilanı, İzmir Suikasti, Hatay Meselesi gibi pek çok konuda ayrıntılı bilgileri içeriyor. Atatürk hakkında bugüne kadar yapılmış pek çok araştırmada kaynak olarak kullanılabilecek bu değerli kitap, birinci elden tanıklıklarla bir döneme ışık tutuyor.

Konuk Yazar: Okumak iyileştirir/ Mine Özgüzel’in
Edebiyat ve psikolojinin buluşması: ‘Edebiyat Terapi – Yoksunluktan Varoluşa’
Psikolog Mine Özgüzel’in hayatını, çocukluğunu, kişiliğini ve kimliğini oluşturan varoluşçu yazarlar, meslek hayatında da yepyeni bir yolun kapılarını aralıyor: Varoluşçu Terapi
İstanbul Üniversitesi Umumi Psikoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra mesleki yaşamına Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Çocuk Nöroloji servisinde başlayan Mine Özgüzel, daha sonra Şişli Etfal Hastanesi Nöropsikiyatri Kliniği’nde çalışmalarına devam ediyor. Lise yıllarında felsefe hocasının yönlendirmesiyle Dostoyevski ile tanışan Özgüzel, hayatının geri kalanında ise “ailem” dediği varoluşçu yazarlarla derin bağlar kuruyor. Simone de Beauvoir, Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Virginia Woolf, D.H. Lawrence gibi yazarlar, Özgüzel’in edebiyat okumalarıyla psikoloji çalışmalarını buluşturan isimler.
Mine Özgüzel hep arkadaş, bir dost gibi gördüğü varoluşçu yazarları “Edebiyat Terapi – Yoksunluktan Varoluşa” isimli kitabında, ayrı başlıklar altında inceliyor. Kitapta yazarların yaşamlarından, edebiyata kattıklarından, kendi yaşamındaki izlerinden bahseden Özgüzel, edebiyatla terapinin buluşma noktalarını şu sözlerle anlatıyor: “Edebiyat ve terapi aslında aynı ortak nesneye hizmet ediyorlar, yani iç ruhsal yapının çatışmalarına. Ancak algıda ve yaşamsal yapıda ayrılıyorlar. Edebiyatçılar bilinçaltında yaşanılan, bizim için gerçek olan, hatta tek gerçek olan çocukluğu ve çocukluk senaryolarını yazıyorlar. Bunu yazarken de son derece cesur ve çıplaklar. Terapi ise bilinçaltında yaşanan bu çatışmaların tezahürlerini, yani semptomlarını çözüyor. Bizler için çok önemli olan ödipal senaryolar ve çocuklukta yaşanılan geçmiş tek gerçekse, biz şimdiyi yakalamayı ve hepimizde en büyük endişe olan geleceği oluşturmayı istiyorsak, geçmişimizi bilmeden, tanımlamadan, şimdiyi oluşturamaz, geleceği yapılandıramayız. O zaman bizim gelecek kaygımız ve şimdiyi oluşturmamızın temeli çocukluktur. İşte edebiyatçıların, bütün cesaretlerini toplayarak o ısdıraplara ve çatışmalara rağmen; çocukluk geçmişlerini, ödipal senaryolarında yaşadıklarını, sancılarını, ruhsal çatışmalarını anlatmaları, bizlerin, hayal dahi edemeyeceğimiz bilinçaltına girişi getiriyor. Okurken, edebiyatın bu anlatımları, bu kavramlar sanki nöronlarımdan sızıyor ve bilinçaltıma giriyor. Ama tabii ki bunlar süreçlerle oluyor.”
‘Bir kitap okumak, bir yazarı dinlemek’
Dostoyevski ile başlayan okuma yolculuğu, varoluşçuları tanımlamasını sağlıyor Özgüzel’in. Varoluştan Sartre’a gidiyor; “O sıralar en önemli problemim, kendimi özdeşleştirebileceğim birinin yokluğuydu, yani kadınlığımın tanımı yoktu ve tanımımı arıyordum” dediği dönemde ise Sartre’dan Simone’a… Simone ise Albert Camus’ye bir kapı açıyor; Camus’den Lawrence’a, sonra Wolf’a ve Zweig’a ulaşıyor. Peki neyi anlatıyor bu yazarlar? Ne anlatmak istiyor? Anlatılanın gerçeği ne? Bu sorular ekseninde bir kitap okumanın, bir yazarı dinlemek gibi olduğunu söyleyen Özgüzel, bir süre sonra danışanlarıyla da aynı şekilde ilişki kurmaya başladığını fark ediyor: “Danışanlarımı, bir kitabı okur gibi, bir yazarı anlamak ister gibi, sanki bir edebiyat eleştirmeni gibi dinlediğimi görmem; daha soyut, daha kavramsal yorumlara gitmemi sağladı. Bir defa çok enteresan bir şey oldu, bir danışanımı dinlerken kafamın karıştığını gördüm. Yazarların kendi çocukluk travmalarını anlatırken, anlatımları içerisinde kullandıkları cümle yapılarının, karşımdaki insanla eş olduğunu görmeye başladım. Sonra ‘Sen, şu yazarın şu kitabını okumalısın’ gibi öneriler başladı ve insanlardan ‘O yazarı okuduktan sonra çoğu şey oturmaya başladı’ gibi dönüşler aldım.”
Anlam arayışında yol gösterici
Peki herkes kitap okumayı istiyor mu? Bu yöntem bütün danışanlarda uygulanabilecek ve sonuç verecek bir yöntem mi? Mine Özgüzel, bu yaklaşımın katı bir yaklaşım olmadığını ve terapinin sadece edebiyat okumaları üzerinden gidemeyeceğini söylüyor. Danışanlarıyla geçirdiği seanslarlarda, varoluşçu yazarlar ve kişiler arasında benzerlikler olduğunu fark ederse, karşısında kitap okumayı seven biri varsa sistemin olumlu sonuçlara yol açabileceği görüşünde. Özgüzel, edebiyatın da her sanat dalında olduğu gibi yaşamda anlam ararken bir yol gösterici olduğunu düşünüyor ve okuma yöntemleriyle ilgili şu önerilerde bulunuyor: “Okumalarda da çok önemli bir şey var: Yazarı anlamak üzere okumak. Okurken ilk önce kendinizi değil yazarı anlamak, yazarı tanımlamak, o yazarın diğer eserlerine gitmek, o yazarı anlatan yazarlardan da yazarı okumak çok önemli. 14 – 15 yaşında bu bilinçte değildim, o yaştan itibaren 30 yıl süren bir okuma sürecim var. İçe dönük, az konuşan ya da konuşmayan, kendi kimliğini tanımlamayıp kendine bir yer edinemeyen bana; o yalnızlığımın içerisinde öyle dost öyle arkadaş oldular ki, hâlâ öyleler. Tanımadığınız bir insan ve tanımadığınız bir insanı yaşayarak onun hayatına girebiliyor, onu hayatınıza alabiliyorsunuz.”(Cumhuriyet)

Haftanın Şiiri
Beni Öp Sonra Doğur Beni
Cemal Süreya

utançtır tanelenen
sarışın çocukların başaklarında.

Ovadan
gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan
çeviriyor o küçücük güneşimizi.

Taşarak evlerden taraçalardan
gelip sesime yerleşiyor.

Sesimin esnek baldıranı
sesimin alaca baldıranı.

Ve kuşlara doğru
fildişi: rüzgarın tavrı.
Dağ: güneş iskeleti.

Tahta heykeller arasında
denizin yavrusu kocaman.

Kan görüyorum taş görüyorum
bütün heykeller arasında
karabasan ılık acemi
– uykusuzluğun sütlü inciri –
kovanlara sızmıyor.

Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.

Haftanın Sanat Gündemi
Cemal Süreya 88 yaşında
Türkiye şiirinin ustalarından Cemal Süreya için, müdavimlerinden olduğu Hatay Restoran’da doğum günü etkinliği düzenlenecek.
27 Temmuz Cumartesi Hatay Restoran’da gerçekleştirilecek olan etkinlik 15.00’te başlayacak. Edebiyat kültür ve edebi tarih dergisi Bekir Abi, Antalya Kurşun Kalemler Şairler ve Yazarlar Derneği ile Hatay Restoran işbirliğiyle düzenlenecek etkinlikte Prof. Dr. Bayram Durbilmez, Mete Dayı, Ayşenur Ökten İzgin, Fethi Akın, Hikmet Işık Cankat, Tülay Aydın, Sibel Atam, Aysel Al, ve Rahime Alcan Cemal Süreya’yı çeşitli yönleriyle anlatacaklar. Etkinlikte, yönetmenliğini Turgut Barut ve Begüm Türkmen’in yaptığı “Üstü Kalsın” adlı belgeselin de gösterimi yapılacak. (Cumhuriyet)

Şair Didem Madak aramızdan ayrılışının 8’inci yılında anılıyor
Şair Didem Madak’ın aramızdan ayrılışının üzerinden 8 yıl geçti. 2011 yılında aramızdan ayrılan Madak, sevenleri tarafından unutulmadı.
Didem Madak, 1970 yılında İzmir’de doğdu. İlk şiirleri Sombahar ve Ludingirra dergilerinde yayınlanan Madak, ilk kitabı Grapon Kağıtlarıyla İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü’nü kazandı. Sonrasında Ah’lar Ağacı (2002) ve Pulbiber Mahallesi (2007) adlı iki kitabı daha yayımlandı.
41 yaşında yakalandığı kanserden dolayı hayatını kaybeden Madak, sosyal medya kullanıcıları tarafından yapılan paylaşımlarla anıldı.

Elif Şafak’ın kitabı Booker Ödülü için aday oldu
Birleşik Krallık veya İrlanda’da yayınlanan kitapların aday olduğu prestijli edebiyat ödülü Booker Prize’ın bu seneki aday listesi açıklandı. Listede yer alan on üç isim arasında Elif Şafakda yer alıyor.
Uzun yıllar Man Booker adıyla bilinen ve bu yılla birlikte Booker Prize adıyla anılmaya başlanan ödül, 1969 senesinden beri dağıtılıyor.
Şafak, Booker Prize’ın 13 kitaplık aday listesine Türkiye’de Doğan Kitap tarafından yayınlanan On Dakika Otuz Sekiz Saniyeromanı ile girdi.
Mayıs ayında okurlarla buluşan kitabında Şafak baş karakteri Tekila Leyla üzerinden bir yandan bir kadın hikayesi anlatırken diğer yandan da İstanbul sokaklarına ve Türkiye’nin yakın tarihine farklı bir bakış sunuyor.
Elif Şafak, geçtiğimiz yıl da ödülün jüri koltuğunda yer alıyordu.
Listenin dikkat çeken bir diğer ismi ise Damızlık Kızın Öyküsü kitabı ile tüm dünyada en çok okunan yazarlardan birisi olan Margaret Atwood. Atwood, hikâyenin devamını anlattığı Testaments kitabı ile bu senenin diğer adaylarından. Bu kitap da yakında Doğan Kitap tarafından Türkçeye çevrilecek. (gerçek gündem)

Ergülen’in kamuya açılan şiirli yüreği
Yalnızca bir güzelleme değil, Haydar Ergülen’in ‘İdilikler’i. Tutku da var bu şiirlerde, kaygı da, hatta kırgınlık ve sitem de. Elbette bunların hepsi aşka, aşktaki her şey de şiire dahildir
Sanatçılar, bireylere duyarlılık kazandırmakla, toplumu uyarmakla kalmazlar. Tarihte çokça örneğinin görülebileceği gibi, ödünsüz bir tutumla davranır, onurlu eylemlere kalkışıp gerektiğinde kendilerini feda ederek içinde bulundukları toplumun üyelerine örnek olurlar. Örnek olmak belki birincil amaç değildir. Sahici ve onurlu bir yaşam kurmak, onu savunmaktır asıl olan. Ama gerekirse bu uğurda yıkıma da uğranır, ölünür de.
Ancak sanatçıların fedakârlıkları bunlarla sınırlı değildir. Daima gerçeğin, sahiciliğin izinde yürüyen sanatçılar, bir fedakârlık daha yaparlar. En mahrem olan duygularını sahici bir biçimde dile getirirler. Yüreklerini çekinmeden, hatta korkusuzca ‘dosta düşmana’ gösterirler. Tutucu toplumlarda yaşasalar bile, kendilerine özel olan’ı sanatsal bir dışa vurumla adeta kamuya açarlar. Bunu görebilmek için Sappho’nun, Aragon’un şiirlerine, Shakespeare’in sonelerine, Dostoyevski’nin romanlarına, Rodin’in heykellerine, Modigliani’nin ve Frida Kahlo’nun resimlerine bakmak yeterlidir. Bizde, Nâzım Hikmet, Cemal Süreya, Can Yücel, Tezer Özlü, Lale Müldür, Neşe Yaşın gibi sanatçılar, özel hayatlarını kaynak olarak alıp onu sanatsal bir biçimde kamuya açan, bir anlamda, özel hayatlarını sanata ve topluma feda eden sanatçıların başında geliyor.
Bütün bu saydamlığın, açıklığın ve yüreklice dışa vurumların sonunda tutucu toplumdaki bireyler derinden anlarlar ki “Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da / Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, / Bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte / Yani yürekte.” (Nâzım Hikmet) (Birgün)

Belleğimizdeki Kadınlar
Tiyatronun kadın öncüsü: Afife Jale kimdir?
Tiyatro sahnesine çıkan ilk Türk kadını Afife Jale, vefatının 78. yılında anılıyor.
İlk kez “Jale” takma adıyla sahnelere çıkan Afife Jale 1902’de İstanbul’un Kadıköy semtinde dünyaya geldi. İstanbul Kız Sanayi Mektebi’nde eğitim gören Afife Jale, Darülbedayi’nin 10 Kasım 1918’de açtığı tiyatro kursu sınavını kazandı.
Müslüman kadınların sahneye çıkmasının yasak olduğu dönemde, sadece kadınlara özel gösterilerde oynamaları düşüncesiyle Müslüman kadınlar Darülbedayi bünyesine alındı. Darülbedayi’ye alınan 5 kadından biri olan Afife Jale’nin arkadaşlarından üçü sahneye çıkamayacakları gerekçesiyle kursu bıraktı. Refika Hanım suflör olarak Darülbedayi kadrosunda yer alırken Jale ise stajyer oyuncu kadrosuna girdi.
Afife Jale, 1920’ye kadar oyun provalarına katıldı ancak hiç sahneye çıkmadı.
İLK OYUN: YAMALAR
Hüseyin Suat’ın “Yamalar” adlı oyununda oynayan Eliza Binemeciyan topluluktan ayrılıp Paris’e gidince, 1920’de Binemeciyan’ın yerine Kadıköy’deki Apollon Tiyatrosu’nda sahneye Afife Jale çıktı. Afife Jale ilk sahneye çıktığı o tarihi geceyi, altı yıl sonra Refik Ahmet Sevengil’e şu sözlerle anlattı: “Hayatımda mesut olduğum ilk gece. Sanatın ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içindeyim. O piyeste (Yamalar) güzel bir sahne vardır; ağlama sahnesi. Orada taşkın bir saadetle gerçekten ağladım. Alkış, alkış, alkış… Perde kapandı, açıldı. Bana çiçekler getirdiler. Perde tekrar kapandı. Muharrir (Hüseyin Suat Bey) kuliste bekliyormuş. Ben çıkarken durdu, alnımdan öptü. ‘Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı. Sen işte o fedaisin’ dedi.”
Sahneye çıkarılmaması için tiyatro yöneticilerine uyarıda bulunmak üzere tiyatroya gelen polislere rağmen, Jale bir hafta sonra “Tatlı Sır” adlı oyunda yeniden sahneye çıktı. Tutuklanması istenen sanatçıyı, oyuncu Kınar Hanım tiyatronun arka bahçesine kaçırdı. “Odalık” oyununda rol aldığı için tiyatroya gelen polislerden kaçan Jale, sokakta yakalanarak karakola alındı.
TİYATRODAN AYRILINCA SAĞLIĞI BOZULDU
Babası Hidayet Bey’in de oyuncu olmasına karşı çıktığı Afife Jale, dönemin İçişleri Bakanlığı kararıyla Müslüman Türk kadınlarının sahneye çıkmasının yasaklanması üzerine tiyatronun ücretli kadrosundan çıkarıldı. Sanatçı, yaşadığı sıkıntılar nedeniyle şiddetli baş ağrıları çekmeye başladı, doktorunun morfinle tedavi yoluna gitmesi üzerine ise madde bağımlısı oldu. Afife Jale, birkaç yıl sonra Burhanettin Tepsi Kumpanyası ile Anadolu turnesine çıktı, ardından Fikret Şadi’nin Milli Sahne’siyle çeşitli kentlerde temsiller verdi. Cumhuriyetin ilan edilmesinin ardından Müslüman Türk kadınlarının sahneye çıkması önündeki yasal engeller kalktı ancak madde bağımlılığı nedeniyle sağlığı bozulan Jale, tiyatroyu bırakmak zorunda kaldı.
Hafız Burhan’a tamburuyla eşlik eden Selahattin Pınar ile bir konserde tanışan Jale, Pınar’la 1929’da evlendi. Besteci, udi ve tanburi Pınar’ın eserleri arasında yer alan “Nereden Sevdim O Zalim Kadını”, “Anladım Sevmeyeceksin Beni Sen Nazlı Çiçek” ve “Huysuz ve Tatlı Kadın” gibi birçok şarkıyı onun için bestelediği düşünülür.
Afife Jale’nin sağlık problemleri evliliğini olumsuz etkiledi ve Pınar’la 1935’te boşandı. Yaşamının son yıllarını Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde geçiren sanatçı, 24 Temmuz 1941’de henüz 39 yaşındayken vefat ederek, Kazlıçeşme Kabristanı’na defnedildi.
‘TİYATRO VARSA BEN DE VARIM’
Yazar ve gazeteci Nezihe Araz, Afife Jale için yazdığı tiyatro oyununda Jale’nin ağzından şu sözlere yer verdi: “Beni acıyarak değil, düşünerek, severek, kucaklayarak hatırlayın. Tiyatro varsa ben de varım.”
Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen bu oyundan yola çıkarak hazırlanan senaryo, Şahin Kaygun tarafından “Afife Jale” adıyla beyaz perdeye aktarıldı. Afife Jale’nin hayatı ayrıca Ceyda Aslı Kılıçkıran’ın yönettiği 2008 yapımı “Kilit” filmine konu oldu. Yapı Kredi tarafından 1997’den beri Afife Jale’nin anısına verilen “Afife Tiyatro Ödülleri”, her yıl tiyatroya gönül vermiş sanatçıları ödüllendiriyor. Bestesi Turgay Erdener’e, koreografisi Beyhan Murphy’e ait Afife Jale Bale Süiti (1998) ve Selva Erdener’in Afife adlı müzik albümü de sanatçının anısını yaşatan eserler arasında yer alıyor. (İstanbul/AA)

Ne Okusak
1.Hatay Nasıl Kurtuldu/Dr. Abdurrahman Melek/Ttk
2.Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri/Murathan Mungan/Metis
3.Doğu’nun Kraliçesi/Necdet Özkaya/Goa
4.Memleket Kitabevi/ Necati Mert/İletişim

Exit mobile version