Hazırlayan: Mehmet Karasu
Haftanın Kitabı
Denize Varınca/ Ali F. Bilir/ E Yayınları
“Ali F. Bilir 50’li yıllardan günümüze bizi Türkiye coğrafyasında toplumsal tarihe tanıklık edeceğimiz bir yolculuğa çıkartıyor. İçinde bulundukları koşullara sıkışmış ancak yazgısına başkaldıran karakterleri kimi zaman Torosların bir dağ köyünde, kimi zaman minibüslerin tozlu sokaklarda devindiği tanıdık bir Anadolu kasabasında ve kimiz zaman da kendisinden olmayanı iteleyen büyük kentin hengamesinde yaşamın tüm olumsuzluklarına inat çıkış yolunu arıyor.
Duru anlatımı ve nefes alan karakterleriyle aklınıza kazınacak bu 13 hikayeyi bir solukta okuyacaksınız.” (Arka kapak yazısı)
Konuk Yazar/Erhan İZGİ
18 Ocak 2020 Cumartesi
Sabah otelde kahvaltı ve öğleden sonra Gazi evinde yayıncılıkla ilgili konuşmalar yapılacak ve şiirler seslendirilecek.
Aracımızla kent merkezine gidiyoruz. İlk durağımız “Habib-i Neccar Camii”…
“Günümüzdeki camii Osmanlı dönemi eseridir.Etrafı geleneksel yapım tarzıyla yapılmış ve bir kısmı tescillenmiş medrese odaları ile çevrilidir. Mimarisi 17. Yüzyılda yapılmış olan caminin ortasında 19. Yüzyıl eseri bir şadırvan bulunur.Camiye büyük sivrisağır kemerli taç kapı veortasında bulunan kemerli bir kapıdan girilir. Son cemaat mahalline bitişik dikdörtgen kaideli poligonal gövdelive ahşap şerefeli pabuçlu bir minaresi vardır. Minarenin sağındaHabib-i Neccar,Şemun Safa; solunda Yahya ve Yunus’un türbeleri vardır. Yapı Anadolu’da yapılan ilk cami olarak bilinir. Antakya’nın el değiştirmesine bağlı olarakdefalarca yıkılmış ve sonradan tekrar yapılmıştır.” Bu bilgiyi camii duvarındaki yazıdan öğreniyorum. Geziye devam…
“Antakya Katolik Kilisesini görüyoruz. Kentin eski mahallesinin tipik bir evinde bulunan Antakya Katolik Kilisesi yaklaşık 200 yaşındadır ve 1989-1991 yıllarında restore edilmiş ve özgün yapısını korumuştur. Roma ile bağlantılı olan Katolik Kilisesi 1846’da Antakya’da tekrar kurulmuş ve üç kez yer değiştirmiştir. 1977’ den beri buradadır. Hristiyanlar için önemli bir yerdir. Çünkü Petrus, Pavlus, Barnabas, Luka ve Markos da dahil olmak üzere İsa’nın bazı havarilerinin yaşadığı eski Yahudi mahallesinde bulunmaktadır. Bir camii sınırında ve Havradan çok uzakta olmayan bir noktada Katolik Kilisesinin bulunması bir dostluk, saygı ve hoşgörü belirtisidir.” Bu bilgileri de duvardaki yazılardan alıyorum.
Gezeceğimiz, göreceğimiz yer Antakya çarşısı… Herkes almak istediklerini alıyor. Çeşit yönünden zengin bir çarşı… Baharatların ve salçaların en güzelini ve lezzetlisini bulmak mümkün… Ne ararsanız burada bulabilirsiniz… Gazi evine giderken Antakya’nın dar sokaklarından ve taş yapılar arasından geçiyoruz. Tarih kokan sokaklar sanki size geçmişi anlatıyor… Eğer dilinden anlıyorsanız! Kentte Fransız kültürünün etkileri sinmiş, yıllar geçmesine karşın hâlâ varlığını sürdürüyor.
Toplantı yapılacak Gazi evine geliyoruz. Geniş bir bahçe… Masalar sıralanmış, yanlarında sandalyeler; bir tarafta mutfak… Diğer bölümde iki katlı bir yapı… Toplantı üst katta yapılacak. Mutfakta ummalı bir çalışma… Öğlen yemeği için bir hazırlık… Bina kullanılmadığı için soğuk… Klimalarla ısıtılmaya çalışılıyor. Bahçede masalar hazır; mercimekli bulgur pilavı, lahmacun, ayran ve turşu ikram ediliyor. Acıkmış olmalıyız… Sonra üst kata çıkıp etkinlik için toplanıyoruz. Duvarlara dayanmış sedirler ve yastıklar… Kişilerin rahat oturmasına olanak sağlıyor. Şark köşesi diye adlandırdığımız özellikleri yansıtıyor. Duvarlar taştan yapılmış, tavanlar ahşap…
Yayıncılık, kitap yayınlama ve benzeri konuları anlatıyor Leyla Akgül arkadaşımız. Ardından şiirler, saz eşliğinde şairlerin şiirleri… Sonra kısa süren plâket ve ödül töreni… Akşam Medeniyetler korosunun konserine gideceğiz, etkinliği kısa tutmak istiyor Mehmet Akarsu Bey. Ama birtakım yakınmalarla karşılaşmaktan da kendini kurtaramıyor. Sonunda herkesin gönlünü yapabilmek için tüm sabrını zorlayarak “kim ne söylemek ne okumak istiyorsa buyursun” diyerek sözlerini noktalıyor.
Etkinlik sona erince aracın bizi alacağı bir noktada toplanıyoruz. Akşam yemeği için bir restorandayız. Tepsi kebabı, salata ve ardından künefe… Nefis bir akşam yemeği… Zamanla yarışıyoruz, saat 19’ da konser başlayacak, hemen yola çıkıyoruz. Mehmet Beyin ince düşüncesi sayesinde salonda bize yerin ayrıldığını görüyoruz. Güzel bir salon…
Zamanı gelince koroda görevli olanlar yavaş yavaş yerini alıyor. Kıyafetler muhteşem. On beş bayan beyaz elbiselerle sanki birer gelin… Erkeklere gelince oldukça ilginç giysileri, bir üniformayı çağrıştırıyor, onların da sayısı 16. Kimimiz Osmanlı kıyafeti diyor, kimimiz Yahudi kıyafeti… Araştırıyoruz; ama doyurucu yanıtlar alamıyoruz. Şefin söylediğine göre koroda iki yüz kişi çalışmalara katkı sunuyormuş. Orkestra da on bir kişiyi sayabiliyorum. Konser başlıyor. Şef kısa açıklamalar yaparak Medeniyetler Korosu’nun amacını ve işlevini anlatıyor. Sevgi, barış ve kardeşliği yaşatmak dileğinde. Sonunda şu sözleri de söylemeden edemiyor: “Bizi birbirimize düşürmeye çalışıyorlar; ama bunu başaramayacaklar. Biz burada Müslüman’ı, Hristiyan’ı, Musevi’siyle; Alevi ve Sunnî’ siyle barış içinde kardeşçe yaşıyoruz ve yaşamaya da devam edeceğiz”. Evrensel insanlığa inanmış biri olarak müthiş bir keyif alıyorum bu sözlerden. Çeşitli dillerden ve kültürlerden örnekler sunuluyor. Çoğunlukla söylenenler Türkçe… Arapça ve başka dillerden örnekler de sunuluyor. “İzmir marşı, bir ateş ver cigaramı yakayım” vb. türküler kulaklarımızın pasını siliyor.
Gerçekten kelimenin tam anlamıyla Medeniyetler korosu… Muhteşem desem eksik kalır, olağanüstü desem gene anlatamamış olurum. En güzeli böylesi bir koroyu izlemeniz. Bize bu olanağı sunan dostlara ne denli teşekkür etsem azdır. İyi ki sizin gibi güzel insanları tanımışım!
Şef programın bir saat süreceğini söylemişti. Süre doldu; ama kimse kalkıp gitmiyor. Seyircilere dönen şef: “ Değerli konuklar, program vallahi de bitti billahi de,” deyince salon boşalmaya başladı. Bizi bekleyen aracımıza binip otele hareket… Otelde üç gündür yapılan etkinliklerin kısaca değerlendirmesini yaptık. Yarın ayrılacaktık. Her kavuşma bir ayrılığı taşır içinde… Gelirken sevinç ve coşku, giderken hüzün sarıyor yüreğimizi. Kolay mı insanın dostlarından ayrılması?
19 Ocak 2020 Pazar
Yeni yapılan Hatay Müzesine gidiyoruz.
Müzeye girdikten sonra, müzeyle ilgili kitap ya da tanıtıcı yayın arıyorum; ama istediğimi bulamıyorum. Girişte M.Ö ki yıllara ve M.S ki yıllara ait eserleri görüyoruz. Taş devri, tunç devri deyip devam ediyor.
Tarih öğrencilere müzelerde öğretilir; sınıflarda, dört duvar arasında değil! Bizim tarih öğretme gibi bir derdimiz yok. Anadolu nice uygarlıklara beşiklik etmiş kim bilir! Acaba bundan yeterince haberimiz var mı? Müzede binlerce eser sergileniyor, en çok mozaikler dikkatimi çekti sonra da lahitler…
Gelin size müzenin en önemli kral heykellerinden biri olan Kral Şuppiluliuma’ yı kısaca tanıtayım. Heykel Amik ovasında TellTayinatHöyük’te bulunmuş, bazalt taşından yapılmış, Geç Hitit Krallığı Dönemi’ne ait… Heykel, büyük boyutlu olup kral sakallı anlatılmıştır. Gözler alabildiğine iri ve dikkat çekici, başında bir başlık… Eser bir buçuk metre yüksekliğinde ve bir buçuk ton ağırlığındaymış. Heykelin arka kısmında Luvi dilinde yazıt bulunmakta…
Lahitlerin sergilendiği bölümün dışında ayrı bir odada mermer işçiliğinin ve ustalığının sergilendiği bir muhteşem lahit dikkatimizi çekiyor. “Antakya Lahiti”, Hatay Arkeoloji müzesinin eşsiz güzellikteki eseri. Bu eser Roma dönemine aitmiş.
Lahitin üzerindeki figürler mezarın oldukça saygın birine ait olabileceğini düşündürmektedir. İşçilik ve görsellik bakımından etkileyici bir öneme sahip olan Antakya Lahitinin dört tarafında farklı figürler sergilenmekte. Her figür müthiş bir ustalığı yansıtmakta… Mermerin bir kumaş gibi özenli ve ayrıntılı işlenmesi karşısında insanın hayranlık duymaması mümkün değil… Lahitiniçersinden çıkan değerli eserler ve bireylere ait iskeletler olduğunu öğreniyoruz, Lahit bu eserlerle birlikte özel bir odada sergileniyor.
Bir iki eserden daha söz edelim: “Tanrıça İştar Heykelciği”… Genç Tunç Çağına aitmiş, rengi ve özel bir taş olan LapisLazuli taşından yapılmış olması nedeniyle farklı bir özelliğe sahipmiş.
“Antakya Tykhe’si”: Antiocheia (Antakya)’nın şansı, bahtı, talihi ile ilişkilendirilen Antakya Tykhe’si Antakya’nın şehir surlarını, Orontes (Asi Nehri) ve Habib-i Neccar Dağı’nı sembolize etmesi açısından hem sikke hem de heykel olarak karşımıza çıkmaktadır.” Yolunuz Antakya’ya düşerse mutlaka bu müzeyi görmelisiniz.
Haftanın Şiiri
Benden Sonra Mutluluk
Özdemir Asaf
Bunca yıl yaşadım
Elime ne geçtiyse yitirdim
Biraz daha yasayacağım
Yanlız bir şey biriktirdim
Bir bakış, bir görüş, bir duyu, bir düşünce
Belki aç kalacağım
Suçlanacağım ölünce
Biraz yazdım, artık hep yazacağım
Hüzünden bas alamadım
Görünce.
Haftanın Sanat Gündemi
PEN Zeynep Oral’la yoluna devam ediyor
PEN Yazarlar Derneği’nin 2020 Olağan Genel Kurulu, 31 Ocak Cuma günü İstanbul’da Ortak Yaşamı Geliştirme Vakfı salonunda yapıldı.
PEN Yazarlar Derneği’nin 2020 Olağan Genel Kurulu, 31 Ocak Cuma günü İstanbul’da Ortak Yaşamı Geliştirme Vakfı salonunda yapıldı. Başkanlığa yeniden Zeynep Oral seçildi.
1921’de Londra’dan yola çıkan, edebiyatı yüceltmek ve dünyanın neresinde olursa olsun düşünce ve ifade özgürlüğünü savunmak, korumak ve yaymak için çalışan “PEN Dünya Yazarlar Kulübü”, 102 ülkede 145 özerk merkezi, 20 bin üyeden oluşuyor.
1950’de Halide Edip Adıvar’ın öncülüğünde “Türk PEN Kulübü” adıyla kurulan PEN Türkiye Merkezi 12 Eylül 1980 askerî darbesi üzerine kapanmış, 1989’da Yaşar Kemal’in öncülüğünde hayata döndürülmüştü.
KİMLER YER ALDI
Yönetim Kurulu: Zeynep Oral (Başkan), Halil İbrahim Özcan (İkinci Başkan), Tülin Dursun (Genel Sekreter), Tarık Günersel (Uluslararası İlişkiler Sekreteri), Zeynep Aliye (Sayman), Haydar Ergülen (Üye) ve Sevin Okyay (Üye); Denetim Kurulu: Zülfü Livaneli, Şenel Gökçe ve Ahmet Çakmak; Onur Kurulu: Deniz Kavukçuoğlu, İnci Aral ve İkna Sarıaslan. (Odatv)
“Edebiyat Halkla Yapılır”
Yaşar Kemal Çukurova’da Sözlü Edebiyattır.
Onun düşlerini oluşturan Çukurova doğasydı. Akbulutlarını ve renklerini buradan almıştı.
Mavileşen Ceyhan, Akçasaz, flamingolar, ekin böcekleri, ipileşen güneş, ninnilenen dağlar, peşi sıra gittiği atlıkarıncalar, boncuklu arılar… Çiğdemler, kengerler, kayalıklardaki nergizler, sümbüller, gelincikler…
Onun düşleri Çukurova’nın doğasını ve insanını, evrenselliğe ulaştıracak kadar güçlüydü.(Ferhat İşlek)
Pathos şiir buluşmaları başlıyor
Yayın yönetmenliğini Osman Çakmakçı’nın, editörlüğünü Cenk Gündoğdu ile Demir Büyüközkan’ın yaptığı kültür, sanat, felsefe ve şiir dergisi Pathos, her sayıda bir okuma ve panel gerçekleştireceğini duyurdu.
Pathos Şiir Buluşması’nda derginin yayın yönetmeni Osman Çakmakçı, “Barbarlar Çağında Pathos Ne Değildir?” adlı bir konuşma gerçekleştirecek. Pathos dergisinde yazan şairler şiirlerini paylaşacak. Etkinlikte Ömer Şişman, Burak Acar, Liman Mehmetcihat, Fatma Nur Türk, Cenk Gündoğdu, Zafer Zorlu, Canan Gezici, Mete Ercis, Talita Yaltırık, Atakan Yavuz, Kaan Koç okurları ile buluşacak ve şiirler okuyacak. “Pathos Şiir Buluşmaları”nın ilki, disiplinlerarası etkinlik ve ortak üretim alanı Üretimhane ve 1984 Yayınevi’nin iş birliğiyle düzenlenecek.
Bir Portre: Özdemir Asaf
“Lavinia”, “Yalnızlık paylaşılmaz/Paylaşılsa yalnızlık olmaz” gibi unutulmaz dizeleri kaleme alan Şair Özdemir Asaf kimdir? Eseleri nelerdir?
“Sana gitme demeyeceğim/Ama gitme, Lavinia”, “Yaşamak değil/Beni bu telaş öldürecek” ve “Yalnızlık paylaşılmaz/Paylaşılsa yalnızlık olmaz” gibi unutulmaz dizeleri kaleme alan Şair Özdemir Asaf kimdir? Onu Türk edebiyatının unutulmaz isimlerinden biri yapan eserleri nelerdir?
Gerçek ismi Halit Özdemir Arun olan şair, Ankara’da Hamdiye ve Mehmet Asaf çiftinin çocukları olarak 11 Haziran 1923’te dünyaya geldi. Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Asaf, babasının öldüğü 1930’da Galatasaray Lisesinin ilkokulunda başladığı eğitimine, 11 sınıfa geçtiği 1941’de ek sınav sonucu Kabataş Erkek Lisesinde devam etti. Liseden 1942’de mezun olan Asaf, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 3. sınıfa kadar İktisat Fakültesi ve 1 yıl da Gazetecilik Enstitüsünde eğitim gördü. Asaf, 1947’de yüksek öğrenimini yarıda bırakarak okuldan ayrıldı, 1948’de vatani görevini yapmak üzere askere gitti.
Sigorta prodüktörlüğü yapan, Zaman ve Tanin gazetelerinde çevirmen olarak çalışan Asaf’ın ilk şiiri, 1939’da Servet-i Fünun-Uyanış dergisinde çıktı. Büyük Doğu, Varlık, Yenilik, Amaç, Kaynak, Edebiyat Dünyası, Şadırvan dergilerinde, 1950’den sonra ise Yeditepe, Seçilmiş Hikayeler, Yenilik, Vatan, Dost, Türkçe, Türk Dili gibi gazete ve dergilerde yayımlanmıştı. Ayrıca çeviri şiirleri de yayımladı.
Özdemir Asaf, 1951’de Cağaloğlu Molla Fenari Sokak’ta Sanat Basımevini, 1955’te ise Yuvarlak Masa Yayınlarını kurdu. Şair, 1955’teki ilk şiir kitabı “Dünya Kaçtı Gözüme” ile sonraki şiir kitaplarını da bu yayınevinde bastı.
İNSAN VE TOPLUM İLİŞKİLERİNİ İŞLEDİ
Taşlama ve ironi unsurlarını da kullandığı şiirlerini genel olarak dörtlük ve ikilik şeklinde yazan Asaf, sonraki yıllarda dize sayılarını azaltarak kelime oyunlarına yer verdiği şiirler yazmaya başladı.
Usta şair, eserlerinde daha çok insan ve toplum ilişkilerine yönelik konuları işledi, alay ve taşlama ögelerine şiirlerinde yer verdi. Sevgi, ayrılık, ölüm ve kaçış temalarını da işleyen şair Asaf, şiirin ve yazarın işlevi konusundaki görüşlerini “Yuvarlağın Köşeleri” kitabında okuyucuyla paylaştı.
Özdemir Asaf, Batı şiiri ile geleneksel Türk şiirinden yararlanarak verdiği bileşim sanatını zenginleştirip geliştirirken, hayata şiirin gözlüğüyle baktı ve kendine özgü yeni bir ironik şiir dili yarattı.
Hayata bakışını, “Benden az bilenlerin önünde onların öğretmeni, bilginiyim. Konusunu iyice bildiklerini bildiklerim karşısında da uslu, suskun bir öğrenci, dikkatli bir dinleyiciyim.” sözleriyle ifade eden Asaf, şiirlerinde etkileyici ve duyarlıklı bir düşünce evreni kurmayı amaçladı.
DAHA ZORUNU YAPMAYI BAŞARSA DA ‘ALDIĞIN PARAYI HAK ET’ DEDİLER
Ünlü şair, yazdığı şiirlere ilişkin 1979’da TRT’de yayımlanan bir röportajında, ne zaman bir şiir yazmak istese, “Acaba daha kısası olabilir mi?” diye düşündüğünü belirterek, şu anısını paylaşmıştı:
“Bir gazeteye, edebiyat sayfasına arkadaşlarımızla beraber yazıyorduk. 5-10 günde bir de gidip, şiirlerimizin küçük paralarını alıyorduk. Tatlı oluyordu. Bir gün muhasebeye gittiğim zaman, ‘Müdürü göreceksin.’ dediler. Müdüre gittim. 3-4 tane şiirim çıkmış. Biri bir satır, biri iki, biri üç satır falan. ‘Efendim, beni istemişsiniz.’ dedim. ‘Bak oğlum, arkadaşların koca koca şiirler yazıyor. Sen de en iyi, en yüksek parayı alanlardan birisin. Sen de biraz çok yaz da, aldığın parayı hak et.’ dedi. Gençtim, biraz alındım. ‘Öyleyse, bu şiirlerin bedeli gazeteye armağan olsun.’ dedim. Kapıdan çıkıyordum, ‘Evladım üzülme.’ dedi. Bu sefer adam üzülmüştü. Parayı aldım, verdiler ama ondan sonra o gazeteye şiir yazmadım”
İlk eşi Sabahat Selma Tezakın’dan Seda isminde bir kızı dünyaya gelen Asaf’ın ikinci eşi, Türkiye’nin akademik eğitim almış ilk kadın fotoğrafçısı Yıldız Moran’dan ise Gün, Olgun ve Etkin adında üç oğlu oldu.
Çevresinde nazik ve duygusal biri olarak tanınan Asaf, Türk Edebiyatçılar Birliği temsilcisi olarak 1959’da Belçika Milletlerarası Şiir Bienali’ne, 1966’da Makedonya Yazarlar Birliğinin davetlisi olarak Yugoslavya’da Şiir Kongresi’ne katıldı.
Ne Okusak?
1.Olimpos Masalları/Faris Kuseyri/Masal Perest
2.Alleben Öyküleri/ Ülkü Tamer/YKY
3.Balı Kuş/Sone Gülyan/ La Kitap
4.Tuz Yokluğu/Ahmet Tahsin/La Kitap
5.Merina/ Eylem Hatice Bayr/Klaros Yayınları