Hazırlayan (Mehmet Karasu)
Antakya kitaplığı: Kodin/ Panait İstrati
Dostluk, arkadaşlık ve özverinin romanı… Kodin, yazarın en önemli yapıtlarındandır. Kitabın kahramanı Kodin irikıyım, kaba saba görünüşlü biridir. Rastlantıyla Adrien adlı bir çocukla aralarında başlayan dostluk, Kodin’in yüreğindeki iyilik ve merhamet duygularını ortaya çıkarır. Çekilen acılar, düş kırıklıkları ve yaşamın çelişkileriyle yoğrulan roman, trajik öyküsüyle çağdaş klasik edebiyat yapıtları arasında yerini almıştır. Panait İstrati, tam bir halk çocuğu olarak kendi kendine Fransızca öğrenmiş ve ömür boyu yapıtlarını bu dilde yazmıştır. Müthiş bir gerçekçilikle, yaşadığı toplumu, çevresini gözlemleyen yazarın yaşamı inanılmaz serüvenlerle doludur. Başta kendi ülkesi Romanya olmak üzere tüm Balkanlar’ı, Akdeniz ülkelerini dolaşmış, İstanbul’a da uğramış ve gördüklerini, yaşadıklarını dürüst, duygulu, yalın bir dille anlatmıştır.
“Panait İstrati, bir masalcı, doğuştan bir Doğu masalcısıdır.”
-Romain Rolland- (Tanıtım Bülteninden)
Konuk Yazar: Kendine Ait Bir Edebiyat/ Ayla Türksoy
Bugünkü yazımız,Yazarımız Ayla TÜRKSOY’un Almanya Aalen – Antakya Kültür Derneği ve Hatay Tabip Odası işbirliği ile düzenlenen söyleşide yaptığı bir sunumdan…, bu çerçevede hepimizin beğendiği bir Kadın Yazarı aşağıdaki yorum kısmına yazması ilginç olabilir…..
“Para kazanın
Kendinize ait ayrı bir oda ve
Boş zaman yaratın.”
Kadının yazmak için kendine ait bir odaya ve ekonomik özgürlüğe sahip olması gerektiğini belirten Virginia Woolf’un bu sözü söylemesinin üzerinden yaklaşık 90 yıl geçti. Gerçekten de artık daha çok kadın çalışma hayatının içinde ve bütün iş kollarında erkeklerle birlikte emek harcıyor.
Her ne kadar emeğin ucuzlaması, uzun mesai saatleri, işsizlik gibi etkenler, yaratıcılık ilhamının hakkından gelmek için önemli engelleyeciler olsa da, belki de bundan daha ağırı en az iki-üç odalı evlerimize döndükten sonra, etrafta halledilmesi gereken onlarca işin hiç bitmemesi oluyor.
Kadının dünyası ev ve iş yaşamı ile üstüne kilitlenirken, kazandığı paranın ailesinden çalınan vakitler olduğu belletilmiş vicdanı; yazmak gibi ne vicdanı ne evhamı kaldırmayan başka bir gerçeklik evrenine ulaşmak için benliğini parçalamaya ya da başka bir ihtimal çoklu kişilik bozukluğuna razı olmayı gerektiriyordur. Bu konu psikiyatristlerin alanı olduğu için, biz devam edelim .
İş yaşamı dışında, eş ve annelik değerlerini aksatmama dayatmasının açmazlarını iyi kollayan, açgözlü bir tüccar aklı ise çare olarak, kadını yorucu iş yaşamını terk ederek, nüfusun devamı için tekrar eve ve olabildiğince doğurmaya çağırıyor.
Kadın varlığını, emeğini ailenin esenliği, çocuk ya da yaşlı bakımı ile ibaret saymak isteyen anlayışı, akıl tartmak yerine daha çok kreş, çocuk ve yaşlı bakım evi açmaya davet etmemek, buna zorlamamak neden akıl tutulması sayılmıyor?
Düşüncesini ve söylemini daha da pervasızlaştırarak doğurmamış kadını yarım akıllı sayan erkek devlet aklından, yazmak ya da diğer yaratıcı faaliyetler için zaman, kendini gerçekleştirmek için alan açma duyarlılığı beklemek ancak romantik bir aklın faaliyeti olabilir, hakikatte olanları ise biliyoruz…
“Erkekler kadınlardan korkarlar”
Yazmak isteyen kadının bu kadar zorluktan, akıl çarpmasından, tırnak içinde delirmeden çıkması epey zor aslında…
Söz konusu olan, delilik ile yaftalanmakla sınırlı değil. Asırlar önce otoriteye karşı gelerek yazmaya ya da kadim bilgilerini kullanmaya cüret edenleri, cadı diye nasıl yaktıkları akıllarda. Bunun arkasında ise kadın korkusu olduğunu Christian Bobin “Yerlerde Bir Aziz” kitabında şöyle anlatmış:
“Erkekler kadınlardan korkar. Bu, hayatları kadar uzaktan gelen bir korkudur… Kadın hayat ve Tanrı. Bir kadın nedir? Kimse bu soruya nasıl yanıt vereceğini bilemez. Kadınlar tarafından dünyaya getirildiği, onlar tarafından beslendiği, uyutulduğu, gözetildiği ve teselli edildiği için onları tanıyan Tanrı dahi bu soruya nasıl yanıt vereceğini bilemez. Kadınlar Tanrı değildir. Kadınlar tam anlamıyla Tanrı değildir. Tanrı olmaları için çok az şey eksiktir. Bir erkeğe kıyasla onlarda çok daha az şey eksiktir. Kadınlar hayattır, Tanrı’nın gülümsemesinin çok yakınındaki hayattır. Kadınlar Tanrı’nın yokluğunda hayatı koruma altına alır; geçici hayatın duru hissiyatından, sonsuz hayatın temeli olan o hissiyattan sorumlulardır. Ve erkekler, kadınlara karşı duydukları korkularını yenemeyen, bu korkuyu baştan çıkarmalarla, savaşla veya işle yendiklerini düşünen ama asla gerçekten üstesinden gelemeyen, kadınlara karşı sonsuz bir korku duyan, kadınlar hakkında neredeyse hiçbir şey bilememeye, hayattan ve Tanrı’dan neredeyse hiçbir şey alamamaya mahkûm olan erkekler. Çünkü kiliseleri inşa edenler erkeklerdir, kadınların Tanrı’ya güvenmemesi gibi kadınları ve Tanrı’yı ehlileştirmeye çalışan, öğretilerin ve ritüellerin bilge yatağından taşan hayatı durdurmaya çalışan kiliselerin kadınlara güvenmemesi kaçınılmazdır…”
…Roma Kilisesi bir kadını, Marguerite Porete’i, yazdığı kitap “Miroir Des Ames Simples Et Aneanties” nedeniyle yakar… Bu kitapta, papazların Latincesi değil, ozanların halk dilidir kullanılan; bu dil serçelerin ve prenslerin dilidir, bu yoğun bir aşkın cılız dilidir.”
Porete’nin yakılması ve bir dilin yok edilmesi . Kaybın büyüklüğü eksiği ile nasıl tanımlanabilir ki? O halde kaybettirileni aramak, bulmak lazım gelmez mi? Kadınların bir zamanlar sahip olduğu bu dile kavuşması için artık daha meşakkatli bir sınav vermeleri gerekiyor.
Dile düşme endişesi
Kimin dilini kullanacak; ona bahşedilmeyen tanrı yazar dilini mi, okuduğu romanlardan ya da izlediği yapıtlardan gelip gelmediğini sezmek ve bunun aslında kimin dolayımlayıcı arzu dili olduğunu keşfetmek zorunda olduğu dili mi? Kadının kendi hakikatine temas eden, özgün diline kavuşması için gereken çabanın ardındaki ikilemi Susan S. Lanser’in “Otoritenin Kurgusal Metinleri: Kadın Yazarlar ve Anlatı Sesi “ adlı kitabındaki bazı satırlarda görebiliriz.
Edebiyat ve dil ilişkisi bağlamında kadın yazarların, genel bir tavır olarak romanlarında kişisel sesi kullanmadıklarını, bunun romandaki anlatıcı ile yazar arasında otobiyografik bir ilişki kurulabileceği endişesinden kaynaklandığını söylüyor Lanser: “Bu, kadın yazarın, yapıtının bir sanat olarak değil de bir iç döküş ve kendini anlatma aracı olarak görüleceği endişesine işaret eder” diyor…
“Dile düşme” endişesidir bir bakıma anlatılmak istenen. Freud’un, kadın cinselliğini, belirlenemezliğini vurgulamak için kullandığı “Karanlık Kıta” metaforundan ilhamla, kendini görünür kılan kadının bunu dil aracılığı ile edebiyatta yapmaya cüret etmesinin nasıl yok sayılmakla cezalandırıldığını, erkekler tarafından yazılan kadın karakterlerin ise nasıl düşkün-zavallı ile hırslı-şeytan ruhlu iki ucu arasında gidip geldiğini görürüz.
Jale Parla ve Sibel Irzık tarafından yazılan ‘Kadınlar Dile Düşünce’ kitabı, kadının edebiyattaki bu dile düşüşünü anlatırken, onu anlayıp değiştirme çabasının da edebiyatla mümkün olabileceğini şu önsözde paylaşıyor:
“Herkes dile düşer, kadınlar da erkekler de… Ama ataerkil ideolojiler tarafından dil ötesi bir mahremiyet alanına hapsedilen kadınların, kamusal alanda görünür olunca kendilerini rezil ettikleri düşünüldüğünden, ‘dile düşmek’ deyimi en çok onlara yakıştırılır. Üstelik, erkekler tarafından yapılmış bir dil içinde yaşamak zorunda oldukları ve simgeleştirilip başka şeyler hakkında konuşmanın aracı yapıldıkları için, hep ‘erkek dili’ ne düşer kadınlar. Edebiyat, hem bu sürecin parçası, hem de onu anlayıp değiştirmenin en yetkin araçlarından biridir…”
Romanda, öyküde ve şiirde dile düşmekten sakınarak, baskıları göğüsleyerek ya da bilhassa bu yapıyı kırmak için sakınmadan yazan, üreten tüm kadın yazarlara hayran olmamak elde değil. Eşit bir alan değil çünkü katıldıkları. İnandıkları ve görünmez bir bağla temas ettikleri daha güçlü şeyler olmalı. Bunları anlamak, nesli kadar yıkıcı hale gelen bir dili dönüştürmek için erkek egemen edebiyat tarihinin gölgede kalan kadın yazarları daha çok okunmalı, yazın dünyasında daha çok kadın yer almalı. Görünmez bağların yeniden kurulacağına ve “karanlık kıta”nın aydınlanacağına inancın eşlik ettiği bir temennidir bu aynı zamanda…( AALEN – ANTAKYA Kültür Derneği ve Hatay Tabip Odası işbirliği ile düzenlenen söyleşide yaptığım sunum… “Kendine Ait Bir Edebiyat”)
HAFTANIN ŞİİRİ
Anamı Arıyorum/Ali YÜCE
Senden ayrı senden uzak
Yersiz göksüz gibiyim
Hem analı hem babalı
Hem öksüz gibiyim
Uzanmış aramıza
Uçsuz bucaksız gurbet
Bir ucunda sıla var
Öbür ucunda ekmek
Bütün analar ağıt şimdi
Bütün ağıtlar ana
Ya beni de al gurbet
Ya anamı ver bana
Hem kova hem kuyuyum
Yorgun bir halk suyuyum
Sen bana nenni söyle
Ben dizinde uyuyum
KISA SANAT HABERLERİ
Sait Faik Hikaye Armağanı Pelin Buzluk’un
Sait Faik Hikaye Armağanı’nın bu yıl 63’üncüsü düzenlendi. Bu yılın ödülünü KHK ile görevinden ihraç edilen yazar Pelin Buzluk kazandı.
Gazete Duvar’da yer alan habere göre, Sait Faik Abasıyanık anısına her yıl bir öykücüye verilen Sait Faik Hikaye Armağanı’nın bu yıl 63’üncüsü verildi. Darüşşafaka Cemiyeti ile İş Bankası Kültür Yayınları tarafından düzenlenen ödül, bu yıl, “En Eski Yüz” adlı kitabıyla Pelin Buzluk’a verildi.Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nda mühendis olarak görev yapan Pelin Buzluk, 689 sayılı KHK ile ihraç edilmişti. Karar hakkında açıklama yapan Buzluk, “İhraç edilme sebebim büyük oranda akademisyenlere destek imzacısı yazarlar arasında yer almam” demişti.
Uğradığı suikast sonucu hayatını kaybeden Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un eşi Marina Karlova’ya ‘Nâzım Hikmet Dostluk Ödülü’ verilecek.
Rus-Türk İşadamları Birliği (RTİB), Nazım Hikmet’in ölümünün 54. yılında Rusya’nın başkenti Moskova’da bir anma programı düzenleyecek.
RTİB’den programa ilişkin yapılan açıklamada şu ifadeler kullanıldı: “3 Haziran 1963 sabahı Moskova’da sonsuzluğa uğurladığımız ‘Mavi Gözlü Dev’ Nâzım Hikmet’in 54. ölüm yıl dönümüne Türkiye’den Nâzım Hikmet Vakfı, sanatçı, edebiyatçı ve Nâzım dostları da katılacaktır. Geleneksel olarak verdiğimiz “Nâzım Hikmet Dostluk Ödülü” bu sene Türk-Rus ilişkilerine katkılarından dolayı saygıdeğer Rutkay Aziz ve Türk-Rus dostluğunun son yıllardaki mimarlarından merhum Büyükelçi Andrey Karlov adına eşi Marina Karlova’ya takdim edilecektir.”
Açıklama şu ifadelerle devam etti: “Anma törenleri, 3 Haziran Cumartesi günü sabah 10:00 da Nâzım’ın Novodeviçi’deki mezarı başında başlayıp saat 18:00’da Russkaya Pesnya Teatr’da Nebil Özgentürk’ün Nâzım Hikmet belgeseli, A. Mümtaz Taylan’ın Nâzım Şiirleri, Sunay Akın’ın anektodları, Ferhat Livaneli orkestrası eşliğinde Burcu Sinem Ünsal, Aytekin Kaya, Sergey Kutanin — Olga Stoykova konseri ve Zülfü Livaneli’nin katılımıyla devam edecektir.
2017 yılı 46. Orhan Kemal Roman Armağanı, Gürsel Korat’ın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan “Unutkan Ayna” isimli romanına verildi.
Üyelerini Turhan Günay, M. Nuri Gültekin, Erendiz Atasü, Çimen Günay Erkol, Handan İnci, Yiğit Bener ve Nazım K. Öğütçü’nün oluşturduğu 46. Orhan Kemal Roman Armağanı Seçiciler Kurulu, 12 Mayıs 2017 tarihinde Orhan Kemal Kültür Merkezi’nde yapıldı.
Gürsel Korat, 60 eser arasından seçilen ödülünü 02 Haziran 2017 Cuma günü, İstanbul, Beyazıt’ta bulunan Orhan Kemal Kütüphanesi-Konferans Salonu’nda, Saat:10.30 da yapılacak olan Orhan Kemal’i anma töreninde alacak.
Kurul yaptığı basın açıklamasında, “Orhan Kemal Roman Armağanı Seçiciler Kurulu, tutuklu üyemiz Turhan Günay’ın yokluğunun acısını duyarak toplanmış, Turhan Günay’ın bir an önce özgürlüğüne kavuşmasını dileyerek; Gürsel Korat’ın ‘Unutkan Ayna’ romanını, 1.Dünya Savaşı yıllarının çatışmalı koşullarındaki bir Anadolu kentinde mülk bölüşümü, cinayetler ve yerel halkın siyasi otoriteyle ilişkisi gibi pek çok olayı ustaca bir kurguyla birleştirmesi, bu zor zamanlarda aşk, dostluk ve dayanışma gibi insani duyguları derinlikli bir şekilde işlemesi ve yaşadığımız döneme ilişkin uyarılar taşıması nedeniyle 2017 yılı, 46.Orhan Kemal Roman Armağanı’na değer görmüştür” dedi. (DHA)
‘Sabahattin Ali 110 yaşında’
Edebiyatın önemli isimlerinden Sabahattin Ali’nin 110. yaş günü, Zorlu Performans Sanatları Merkezinde anılacak.
Türkçe edebiyatın önemli isimlerinden Sabahattin Ali, 24 Mayıs’ta Zorlu Performans Sanatları Merkezinde özel bir gecede anılacak.
Gecede, ‘Sabahattin Ali 110 Yaşında’ konserler dizisinden Sabahattin Ali’nin yazdığı “Aldırma Gönül” adlı şiiri besteleyen Kerem Güney’in şarkısını seslendiren Edip Akbayram da konuk olacak. Sabahattin Ali’yi anma gecesinde, Zara ve Koray Avcı da yer alacak.
Konserin ilk bölümünde aralarında Zülfü Livaneli’nin bestelediği “Leylim Ley”in de bulunduğu on Sabahattin Ali şarkısının yanı sıra konserin 2’inci bölümünde Aysun ve Ali Kocatepe tangolardan müzikallere, türkülere uzanan çok özel şarkılardan seçtikleri bir repertuvar sunacaklar. (EVRENSEL KÜLTÜR SERVİSİ)
BİR PORTRE: SABAHATTİN ALİ
Edebiyatımızın en önemli ustalarından Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907 tarihinde Edirne’nin Gümülcine Sancağına bağlı Eğridere kazasında dünyaya gelmiştir. Babasının mesleğinden dolayı Sabahattin Ali, ilköğretimi eğitimini ülkenin çeşitli şehirlerinde tamamlamıştır. Edremitte yaşadıkları süre içinde Yunan işgalinden ötürü aile, maddi ve manevi zor günler geçirmiştir. Daha sonra Sabahattin Ali, parasız yatılı olarak Balıkesir Muallim Mektebine başlamıştır.
Sabahattin Ali, kaynaklara göre huzursuz bir aile ortamında büyümüştür. Küçük yaştan itibaren aile içinde mutsuz ve iletişim sorunları ile büyüyen Sabahattin Ali için Muallim Mektebi bir kurtuluş yolu olmuştur. Bu yıllarda usta yazar, yaşadıklarını kimi zaman şiir kimi zaman da öykü ve denemeleri ile keleme almıştır. Gazete ve dergilere şiirlerini gönderen Sabahattin Ali, arkadaşlarıyla bir okul gazetesi de çıkarır. Onun için Muallim Mektebinde geçirdiği bu yıllar büyük bir öneme sahiptir. Bu sürede kendisini keşfeden ve bunu da kaleme alan Sabahattin Ali, zamanla okulun düzeninden sıkılmaya başlar ve çeşitli olaylar başından geçer.Bir olay neticesinde ise okul yönetimi Sabahattin Aliy’i İstanbul’a naklederek orada eğitimine devam etmesini sağlar.1926 yılında İstanbulda ki okula yerleşen Sabahattin Ali, burada büyük bir şans yakalar. Çünkü o yıllarda Ali Canip Yöntem, Muallim Mektebinde edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Ondaki cevheri fark eden Ali Canip Yöntem yardımıyla şiirleri, öyküleri ve denemeleri birçok önemli dergide yayımlanmaya başlar.
1927 yılında ise Sabahattin Ali, kendisini çok etkileyecek olan babasının ölüm haberini alır. Babasının ölümü üzerine Sabahattin Ali, “Babam İçin” adlı şiiri kaleme alır. Şiir, 15 Ocak 1927 tarihinde “Güneş Dergisi”nde yayımlanır. Şiirin ilk kısımları ise şu şekildedir.
Babam İçin3983_kuyucakli_yusuf
Allahım!.. İşte bugün,
Şu zavallı ömrümün
En matemli günü
Elim böğrümde kaldım,
Ben bu gün haber aldım:
Babamın öldüğünü.
Daha kaç gün evvel,
Yüzümü okşayan el,
Şimdi toprak oluyor.
(…)
Sabahattin Ali, yaşadığı acı olayı bu şekilde aktarır ancak bu şiirdeki bazı kelimeler aslında onun tüm hayatını esir alacaktır. Hayatı boyunca acı ve üzüntüyü aktaran kelimeler onun peşini bırakmayacaktır. Söz konusu şiiri henüz 19 yaşında kaleme alan Sabahattin Ali, aynı yıl okuldan mezun olur. Artık bir öğretmen olan Ali, Yozgat Merkez Cumhuriyet Okuluna dayısının yardımı ile tayin edilir. Aile, Yozgata yerleşir ve burada Sabahattin Ali, kısa zamanda kendisini sevdirir. Ancak onun çocukluktan beri sahip olduğu mutsuzluk ve yalnızlık duygusu peşini bırakmaz. Sabahattin Ali, bu günlerde edebiyatı, sanatı konuşabileceği insanların yokluğundan şikayet etmektedir.
Öyle ki Nahit Hanım adındaki bir arkadaşına 24 Kasım 1927 tarihinde, yani Yozgat’a gittiği ilk zamanlara ait bir mektubunda şu şekilde yazmıştır; Burası beni muhakkak çıldırtacak. Ne basit muhit Yarabbi… Düşün kardeşim konuşacak bir insan bile yok. Hepsi alelade, hepsi dümdüz. (…) Konuşacak dert yanacak bir adam diye kendi kendime haykırdım… Yoktu.. Malumat sahibi, derin, muğlak bir kimseye rast gelmek mümkün değildi. Müthiş bir surette yalnız kaldığımı hissetim. Ah… bilhassa bu kadar kalabalığın içinde yalnızlık ne acı oluyor Yarabbi.. ” *
Sabahattin Ali, yalnızlık hissini ağır bir şekilde hissettiği o günleri yine büyük bir içtenlikle bu şekilde kaleme almıştır. Yine bu zamanlarda Sabahattin Ali, yazdıklarının kendisinde oldukça küçük olan dayısının oğluna okumaktadır. His dünyası bu derece geniş olan Sabahattin Ali, İstanbulda staj döneminde tanıştığı ve Yozgatta da sürekli mektuplaştığı Nahit hanıma aşık olur. Ancak aşkına karşılık bulamaz ve bu duruma karşı duyduğu üzüntüyü de Sabahattin Ali, yine kâğıda aktarır. Bu şekilde hem aşk hem de üzüntü duygularının hâkimiyetinde olan usta kalem, bir yandan da İstanbulu özlemektedir. Ancak Yozgattaki bu günleri onun yazım hayatı için büyük bir önem arz edecektir. Sabahattin Ali, burada Anadolu insanını ve hayatını gözlemleyecek, tanıyacak ve ileride romanında bu durumu kaleme alacaktır.
Daha sonra Almanyada iki yıl eğitim alır. Ardından ülkeye geri dönerek Sabahattin Ali, Konyada öğretmenliğe devam eder. Bu yıllarda Atatürkü hiciv ettiği iddiasıyla tutuklanan Sabahattin Ali, bir süre hapis yatar ve af nedeniyle tahliye olur.
1944 yılında Nihat Atsız ile ilgili yazdığı yazıdan dolayı Sabahattin Aliye dava açılır. Açılan davayı kazanan Sabahattin Ali, yine de bu dönemde büyük sıkıntılar yaşamıştır. Daha sonra bir süre fıkralarını yayımlamaya başlayan Sabahattin Alinin yazıları engellenir ve bunun üzerine usta kalem, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz ile siyasi mizah dergileri çıkarmaya başlar. Ancak burada yazdığı yazılarda İsmet İnönü ile alay edildiği iddiası ile Sabahattin Ali 3 ay kadar ceza alır. Yine bu dönemde Sabahattin Ali bir süre daha cezaevinde yatmıştır ve bu durum onun için giderek dayanılmaz bir hal alır.