Hazırlayan: Mehmet Karasu
Haftanın Kitabı
Çalıkuşu/Reşat Nuri Güntekin/ İnkılap Kitabevi
Türkiye’nin kurucusu ulu önder Atatürk, 5 Aralık 1934’te Seçim Kanunu’nda değişiklik yapılmasını sağlayarak kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmasını sağladı. 86 yıl önce yürürlüğe giren bu kanun ile birlikte kadınlar demokratik haklarına kavuştu.
Atatürk devrimlerinin en önemlilerinden biri de hiç kuşkusuz kadınlara tanınan seçme ve seçilme hakkı oldu. 5 Aralık 1934’de Anayasa ve Seçim Kanunu’nda yapılan yasa değişikliği ile kadınların ilk kez oy kullanmasının ve aday olabilmesinin önü açıldı. Bu kanunla birlikte Türkiye, Fransa, İtalya, Belçika ve İsviçre gibi ülkelerden önce kadınlara bu hakkı tanıyan ülke oldu.
5 Aralık tarihi, bu anayasa değişikliği sonrasında her yıl Dünya Kadın Hakları günü olarak kutlanmaya başlandı.
Feride Öğretmenin mücadelesin konu alan Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanı bence günümüze de hitap eden bir başyapıt.
Çalıkuşu ilk kez 1922 yılında Vakit gazetesinde tefrika edilmiş ve aynı yıl kitap olarak basılmıştır. Beşinci baskısından sonra eser, 1939 yılında bizzat Reşat Nuri Güntekin tarafından sonra tekrar yayımlanmıştır.
Çalıkuşu, Reşat Nuri Güntekin”in en yaygın ününü kazandığı ilk romanı. Romanda, iyi öğrenim görmüş bir İstanbul kızının, Anadolu’nun çeşitli köy ve kasabalarında öğretmen olarak yaşadığı serüven anlatılır. Serüven yönü ağır basan bu romanda, kişilerin duygu dünyaları, ülke gerçeklerinden soyutlanmadan verilir. Çalıkuşu, her yaştan insanın rahatlıkla okuyup sevebileceği önemli romanlarımızdan biridir. (Tanıtım Yazısı)
KONUK YAZAR
Antakya’da kısa bir akşam turu…/İrfan O. Hatipoğlu
Akdeniz’den gelen rüzgâr arada bir yüzümü yalayıp ileriye, karanlığa doğru uzanıp kayboluyordu. Arkasından bakmak yerine, rüzgâra doğru dönüp açtım gömleğimin düğmelerini. Rüzgârın açık bağrımdan girip, vücudumu yalayıp gitmesi istenciyle. Bunu yapıyorum da… Akan Asi’nin üzerinden yüzümü Akdeniz’e dönüp, gömlek düğmelerime açmış şekilde bedenimi Köprünün korkuluklarını dayıyorum. Koyu karanlıkta çevreden yansıyan soluk sokak lambalarının ve kepekleri indirme telaşı içindeki esnafın dükkanlarının dış lambalarından yansıyan ışıkların yakamozlarında Asi’ninakan suyunu görmek zor…
Beni Asi’nin üzerine çeken yalnızca rüzgâr değildi. Evden çıkıp, meclisten dönüp köprünün üzerinden Uzun Çarşı’ya giderken, köprüye yaklaştığımda yükselen üre kokusunu almaktı. Evde işediğim sidiğin kokusunu binlerce sidiğin arasından ayırt etme çabası içine girmek bir tutkuya dönüşmüştü. Artık yok.Bu nedenle büyük başkana öfkeliyim, kırgınım! Binlerce sidiğin kokusunun içinden insanın kendi sidiğini ayırt etmesi çabasından yoksun bırakması… Her daim. Ben de sevgilinin zamansız terk etmesinin soğukluğu hissini veriyor.
Yanımdan koşar adımla geçen genç kızın çantası hafifçe sırtıma dokunuyor. Ardından gürültüyle, Ulu Cami’den ezan sesi yükseldi. İrkildim. Bu ezan sesiyle yatsıyı bizleri anımsatmak için, hoca tarafından yüksek sesle okunuyor olmalı diye içimden geçirdim. Ezan bitti… Gömleğimin düğmelerini iliklemeden, sol elim cebimde, cami ve Cindi Hamamı aralığından süzülerek Antakya’nın kalbine yöneldim.
Antakya;barış şehri, doğunun kraliçesi, medeniyetler şehri, son dönemlerde gastronomi şehri… Aklınıza ne gelirse bu tanımlamaya ekleye bilirsiniz. Bunların tamamını elimin tersiyle itekliyorum. Bana göre Antakya aşk şehridir. Antakya’ya yalnızca âşık olunur. Aymazlığımız sonucu ölümsüz kent-hemşeri aşkını, birlikte oluşturulan sevgi zenginliğini hoyratça harcayarak geride bıraktık.
Artık bizler âşık, Antakya öfkeli…
Cami Cindi Hamamı aralığından adımımı attığımda, dudaklarımda Ali Yüce’nin ölümsüz dizeleri; Antakya sokakları dar/Antakya sokakları bir kişilik/Sen giderken ben gelemem/Bir gönlümü bahar almış/Bir gönlümü yaz/Antakya sokakları bir kişilik/Öte git biraz. Bu dizelerin tadını çıkarmadankarşıdan bir ses yükseldi. Cindi Hamamı’nı dayanarak ayrılan üç yol ağzına, çakma bir masa üzerine yığdığı kalp, gitar oymaları tahta parçaları üzerine yazı yazan, içi boş kalpler çizen, Mekke-i Mükerreme’den geldi diye okunmuş tesbihler satmaya çalışan tıknaz, Şeyh Delati’nin türbesinden fırlamış demirci kalfası görünümlü Dövmeci Mahmut (Kart) “Bakar mısınız? Geçmekte olduğunuz yer Reyyan Kapısı.” Şaşırdığımı görünce açıklama gereği duydu. “Reyyan Kapısı, cennete giden oruçluların geçtiği kapıdır. Anlayacağınız hurileri ulaşmak için geçilen kapılardan biri… Sokağa girişinizden belli… Hurileri ulaşmak için sorgusuz içeri girmek istiyorsunuz?” Ne söyleyeceğimi şaşırdım.
Huriler falan diye sözcükleri ağzımda gevelerken, Heykeltıraş İbrahim (Özalp) usta, dükkânın önüne çıktı. İbrahim ustanın yeni mesleği, heykel yapmak yerine üzerine burçlar çizdiği Serpantin taşı satıcılığı. Arada seyyar arabacılardan aldığı, eski görünümlü küpe, kolye, şamdanı gelen yerli gezginlere tarihi, kaynanama “Rumlardan kalma” diyerek yutturmak. Hani… Fena da yapmıyor bu işi… Bir diğer iyi yaptığı iş ise –fahri olarak- Antik Antakya’ya girenlere açılan kafelerin yer tarifi…
“Bey Efendi! Bu mahalleye, artık dua okumadan girilmiyor! Mahmut Bey buraya yerleşmesinden bu yana…” diyerek dikkatimi çekti.
İbrahim ustaya söz yetiştirirken yamacıma fark etmeden yanaşan, içki ve sigara içmekten kalınlaşmış, geç vakitte sahne alan gazino ses sanatçılarının sesini andıran sesiyle kısa boylu tıknaz Dövmeci Mahmut yeniden söze girdi.
“İbrahim usta muhterem cennete bedel ödemeden girmek istiyor. Hurileri ulaşmadan senin Eros’unu göster. Aklı başına gelsin!” dedi.
Lâ havle çekip, silkiniyorum! İçimden “Antakya sokakları dar/Antakya sokakları bir kişilik” diyerek kendimi ileri atıyorum.
Kendimi atıyorum atmasınada bu kez de insanı baştan çıkaran tatlıcı Mari çıkıyor yoluma… Kocaman levha: Tatlıcı Mari Yöresel Ürünler Kabak-Ceviz-Patlıcan-Turunç ve Kebbet tatlıları. Bu saatte tatlı yenmez ama tadıda bakılmaz değil hani…
Her zaman yaptığım gibi…
Alma numarasıyla kabak tatlısının ucundan şöyle bir bakıyorum. “Mari Hanım, bütün tatlıların ünlüde, Ceviz Reçelini de duymuştum! Kebbet ne yahu…” diye ortaya bir söz bırakıyorum. Mari bütün kibarlığıyla çıkartıyor kavanozların içinden tatlıları, çıkan tatlının ne olduğunu bakmadan alıp atıyorum ağzıma.
“Bazen dostlar soruyor. İsteyende oluyor. Aklımda olsun…”
Mari ‘yedi mi’ sözlerimi bilmiyorum. Atıyorum kendimi tekrar sokağa. Yollar kıvrım, dar ince uzun. Yüksek duvarların arkasından müzikler dışarı taşıyor. Duvara asılı levhada ‘Canlı Müzik, damsız girilmez’ yazıyor. Burası bana göre değil diyorum. Damım yok. Ha… Dam ne yahu? Yakışıklı oğlanlar güzel kızlar geçiyor sağımdan solumdan. Birbirini sarmaş dolaş olmuş iki genç insan, beni duvarı yapıştırarak yürüyor. Farkında değiller. Baka kalıyorum arkalarından.
Antakya yolları dar ve uzun… Işıl ışıl, bir o kadar da gürültülü. Köşe başında sarılmış iki genç öpüşüyorlar, yanlarından geçtiğimi, göz ucuyla baktığımı fark etmediler. Benim karasız yürüyüşümden, ne aradığımı bilmediğimi bar simsarı fark etti.
“Bey Efendi buyurun! Ev yapımı Samandağ Şarabı ikram edelim!”
Dönüp baktım. Kocaman harflerle “Damsız girilmez” yazısı gözüme çarptı.
“Damım yok ki… Nasıl buyurayım?”
“Takma kafanı! Sizin için yazılmadı. O kadar yazının içinde Dam kısmını okuyorsun. Samandağ’ı oku, şarabı oku…”
Yürüdüm. Kahve içmek istedi canım. Yükselen müziğin içinde süzülüp, ışıltılı dar sokaklardan duvarları sürtünerek giderken, aradığım kahvehaneyi buldum. Bir “Süvari” söyledim. Nargile söylemeyi karar veremedim. Bugün dolaşmak istiyorum. Selevkos gibi atımın çıkardığı nal seslerini dinlemek, Antakya’yı içimi çekip, yukarı, yıldızlara doğru atımı sürmekgeliyor içimden.
Süvari içimi sonrası, attım kendimi yeniden Antakya’nın bir kişilik sokaklarına.
Sokakların içinde kaybolup giderken, arkamdan, tanıdık kalın bir ses;
“Hoca nereye! Bizi görmek, zahmet veriyor sanırım?”
Döndüm. Baktım. Bakkal Recep (Saydam). Hani kiliseyi biraz geçip Leban Humusçusunu dönüp, üç adım gidip Affan kahvesine doğru kıvrıldığında, köşedeki bakkalın sahibi. Elinde kocaman iki su şişesi…
“Hayırdır. Dükkânı boş bırakmazdın.”
Elindeki şişeleri hafifçe kaldırarak; “Bunlar tini sosyetik adı boğma… Allah’ıma yağ gibi. Boğazı dokunmadan, akıp gidiyor.”
Birlikte yürüdük, 56 yıldır açık hava meyhanesine çevirdiği dükkânına doğru. Dükkânın önü müdavim boğmacılarla dolu, bekliyorlar! Recep’in elinde şişeleri görünce gözleri güldü. Burasını bank üzerinde açık hava meyhanesi olarak anlatırım tanıdıklara…Mekânın elli altı yıldır oluşturduğu bir meyhane kültürü var. Kendine özgü müşteri profili oluşmuş. Avurtları çökmüş bir köşkerde kalfa, gençliğinde gemilerde miçoluk yapmış ama kendini kaptan gören kirli sakallı bilge ya da çevre esnafta ayak işleri gören ulak yeni yetme genç!
Recep’in açık hava meyhanesinde meze verilmez. Seçimine bağlı… Çevrede dolaşan arabacılardan alınan, mevsimine göre ne varsa ya da Şekerci Naim’den alınan, ceketin en derin cebine konulan yüz gram ‘sosyete’ fıstığı.
Alışkanlıktan olsa gerek izin istemeden bank üzerine kıçımı koymak için yöneldim. Bankta oturan “yoldaşlar” kıçlarını hafifçe oynatarak yer açtılar. Arkasından kâğıt bardak içine konulmuş boğma, Recep’in nazik ellerinde geldi. Yoldaşlarla boğmaları alıp, kıçımızı sabit tutarak, gövdemizi sağa sola oynatıp, banka iyice yerleşiyoruz. Bakkal Recep müdavimlerin önüme üç adım çıkarak, akşama başlama söylevini çekti. “Buradan daha güzel yer var mı? Müziğin canlısı burada, her türlüsünden… Rüzgâr esiyor, canlı klima. Muhabbet bol. Fiyatlar duvarın ötesine göre beşte bir. ”Duraksadı.“İçtiğiniz bardağın içinde durduğu gibi durmuyor. Sakın görevinizi unutturmasın!” dedi. Görevimiz ise günün hesabını kapatmak ve yatsı okunmadan mekanı terk etmek.
Recep’in söylediklerine duymadık bile, bank komşularımdan ‘öküz Hasan’ cebinden dört beş Hünnep çıkardı, sessizce avucumun içine koydu. Bir diğeri içinde ‘sosyete’ fıstığının bulunduğu kâğıt kâsenin ağzını özenle yırttı, uzattı. Boğmayı yudumladım, arkasından Hünnep’i ağzıma attım. Meze ikramı olmadığını bildiğim halde;
“Recep yokmu yanında bir şey?”
Dükkânın içinden bağırdı. Her zaman ki gibi…
“Şimdilik meze servisimiz yok. Hanım yaparsa, kışın kıtta (acur)turşusu ikram edeceğiz!”
Bu söylediğini de duymadık. Memleket dedik, Antakya dedik, Çalışmak yerine çene çalıyor diye büyük başkana çekiştirdik. İnadına tabi… Antakya türküleri söyledik. O kadar sesin arasında yine de ‘Aysel Kız’a sokağın derinliğinde asılı bırakmayı becerebildik.
Duvarlara vura vura, Antakya sokakları dar/Antakya sokakları bir kişilik diyerek, her birimiz bir sokağa dağıldık.
HAFTANIN ŞİİRİ
Kadınlar/Nazım Hikmet Ran
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
HAFTANIN SANAT GÜNDEMİ
Devrek’te şiir ve öykü ödülleri sahiplerini buldu
Devrek Belediyesi 2021 Rüştü Onur Şiir ve Müfide Güzin Anadol Öykü Ödülleri sahiplerini buldu. Ödüller, Devrek Atatürk Kültür Merkezinde yapılan törenle sahiplerine takdim edildi. Bilal Çakıl “Buz Kanı” adlı eseriyle şiir dalında jüri özel ödülüne; Alp Eren Çiçek “Eyer Vurulmamış Atlar” adlı eseriyle öykü dalında birinciliğe değer görüldü. Nafia Altınok “Yağmurlu Gecenin Konuğu” adlı eseriyle öykü dalında jüri özel ödülünü kazandı.
Ödül sahiplerini kutlayan Devrek Belediye Başkanı Çetin Bozkurt, yaptığı konuşmada her zaman sanat ve sanatçının yanında olduklarını belirtti. Devrek Belediyesi olarak bir ilki daha gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşadıklarını ifade eden Bozkurt, “Bilindiği gibi şehirler, şair ve yazarlarıyla anılır ve yaşar. İşte Rüştü Onur ve Müfide Güzin Anadol da ilçemizin yüz akı sanatçıları ve değerleri. Onların eserlerini yaşatmak, kalıcı kılmak ve Türk edebiyatına yeni isimler kazandırılması amacıyla bu yıl ilkini düzenlediğimiz şiir ve öykü yarışmamıza ülkemizin dört bir yanından birbirinden güzel eserlerle katılım oldu. Kendilerine teşekkür ediyorum.” dedi.
Törende, Zonguldaklı şairler, Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu ve Kemal Uluser’in şiirlerinin seslendirildiği şiir konseri yer aldı. TSM Koro Şefi Levent Özger ve Yazar Fahri Bozbaş’ın yönetiminde Grup Kömür Karası’nın verdiği şiir konseri büyük beğeni topladı. (Evrensel)
Nur Sürer, Sinema Onur Ödülü’nü Ali İsmail Korkmaz’a adadı
Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi tarafından düzenlenen 21’inci Uluslararası Eskişehir Film Festivali başladı. Düzenlenen törende, festivalin onur ödülleri usta yönetmen Erden Kıral ile deneyimli oyuncu Nur Sürer’e verildi.
Nur Sürer, Sinema Onur Ödülü’nü Ali İsmail Korkmaz’a adadı
Bu yıl 21’incisi düzenlenen ve 11 Aralık tarihine kadar sürecek olan Uluslararası Eskişehir Film Festivali’nin açılış töreni, Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsü’deki Sinema Anadolu Salonu’nda yapıldı. Törene Anadolu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fuat Erdal, İletişim Fakültesi Dekan vekili Prof. Dr. Bülend Aydın Ertekin, Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Ayşe Ünlüce, rektör yardımcıları, öğretim üyeleri, sinema sanatçıları ile çok sayıda davetli katıldı. (Cumhuriyet)
TGC 45. Sedat Simavi Ödülleri açıklandı
Sedat Simavi Ödülleri’ne bu yıl değer görülen gazeteci, edebiyat, spor ve bilim insanları belli oldu. Orhan Pamuk, Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) 2021 Sedat Simavi Ödülleri’ne değer görülen gazeteci, karikatürist, edebiyat, spor ve bilim insanlarına verilecek ödüller açıklandı.
11 Aralık 1953’de vefat eden TGC Kurucu Başkanı Sedat Simavi adına 45 yıldan bu yana sürdürülen ödüller; gazetecilik, televizyon, radyo, karikatür, edebiyat, sosyal bilimler, fen bilimleri, sağlık bilimleri ve spor alanlarında veriliyor. Ödül Töreni’nin tarihi ve yeri daha sonra paylaşılacak. 2021 Sedat Simavi Ödülleri’ne değer görülen isimler ve eserleri şöyle: (Gazete Duvar)
Kalemi hiç bırakmayan yazar: Selim İleri
Selim İleri, 1970’lerden itibaren Türkçe yazında yer edinmiş bir yazar olup çeşitli ithamlara maruz kalsa da hayatı boyunca sadece yazmaya odaklanmış, kendinden ödün vermemiş bir yazardır…
1970’lerden günümüze uzanan bir çizgide birçok eser vermiş olan Selim İleri hayatını yazmaya adamıştır. Her dönem farklı eleştiriler alsa da kendi yazın macerasının peşini bırakmayarak özgünlüğünden ödün vermemiştir. İlkin öykü türüyle genç yaşta edebiyata atılan yazar, 1973 yılından itibaren romanlarıyla ön plana çıksa da senaryodan denemeye, denemeden antolojiye kadar Türkçe yazının birçok sahasında ürün veren, eskilerin tabiriyle velût bir kalemdir.
Ne Okusak?
1.Zehir Zıkkım Hikayeler/ Ayla Kutlu/ Bilgi Yayınevi
2.Bir Dinozorun Anıları/ Mina Urgan/ YKY
3.Zine/ Yaşar Seyman/Bilgi Yayınevi
4.Havva’nın Cezası/ Nermin Bezmen/Doğan Kitap
5.Şafak/ Sevgi Soysal/ İletişim