Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Antakya’da Kültür Sanat

Hazırlayan: Mehmet Karasu Haftanın

Hazırlayan: Mehmet Karasu

Haftanın Kitabı

Üç Kanatlı Masal Kuşu

Oğuz Tansel/Haz. Metin Turan

  Oğuz Tansel,  1915 yılında dünyaya gelmiştir.

  Toplumcu gerçekçi şairleri arasında yer almış bir şair ve yazarımızdır.

  Amasya’da iken derlediği masalları ile Pertev Naili Boratav ve Wolfram Eberhard’ın hazırladığı Türk Masal Tipleri kataloguna büyük katkı sağladı.

  “..Tansel, şiirlerinde, masallarında, çocuk yazınında ve mizahında Türk dilinin öz değerleriyle, halk kültürümüzün kendine özgü yönleriyle bizim söylence dünyamızla öyle içli dışlı ki… Aynı özellikleri, aynı tadları başka dillerde bulmak kolay değil, hatta belki olanaksız.

Tansel’in, başka yüzlerce şiirimizin, masallarımızın, mizahımızın en yaygın dillere bu kadar az çevrilmiş ve çevrilmekte olması, içimde ukde, yüreğimde burukluktur. Tansel’in hakkı, Türkiye’mizde de yete­rince tanınmadı, tanınmıyor. Umarım, elinizdeki kitap, bu haksızlığı giderir.” (Talât S. Halman- Tanıtım bülteninden)

Konuk Yazar

 “Aşkı şehirler yaratır, şehirler yaşatır,

Gün gelir aşklarıyla anılır şehirler anılırsa.”

                                                                            Necati Cumalı

ANTAKYA  MASALLARDA GİZLİYDİ/ İNCİ GÜRBÜZATİK

        Masal hayal kurdurur. Hele de düş gücü geniş, ağzından bal damlayan, akıllı bir anlatıcıdan dinlerseniz. O anlatırken, gözlerinizi kapatır, hayal gücünün enginliğindeki o masal ülkenin sokaklarında kaybolup gidersiniz. Benim yapabildiğim de oydu, o uzak ülkeyi görmeden hayal edebilmek, içinde olduğum o hayalde kaybolup yitmek.

      Annem Antakya’yı benim kulaklarıma, gözlerime düşlerimde bıraktı. Ben o uzak ülkenin aslında var olduğunu, ilk kez onu bir masal şehre dönüştüren, ondan masalsı hikayeler üreten annemden öğrenmiştim. O şehirde çağıldayarak akan bir nehir vardı. Nehrin bir de köprüsü. Şehrin içinden geçen bu nehrin, annem gibi Asi olduğunu bilmiyordum. Annem elbette asi bir kadın olduğunu masalın bir yerine gizleyip, bize asi olmama konusunda ders verecek sonuçlar çıkartmaya çalışmadı. O yüzden de biz, duyduklarımıza inanır, onun asi bir kadın olduğunu sonradan öğreneceğimizi aklımızın ucuna bile getirmezdik. Söz dinlemez, dediğim dedik bir nehirle’ üstündeki köprüyü, oradan telaşla gelip geçen ‘Dillerini anlamadığı Kırmızı Çizmeli’ adamları, ‘Yüzü Dövmeli Kadınları’ nehirdeki oynaşan, kaygan ‘Yılan Balıklarını’ anılarının arasından çıkartıp coşkuyla anlatırdı. O masalda bir de göl vardı. Ova vardı. Amik’ti adı. Dağ, şehir, nehir oyunlarımızda ‘a’ harfi dendi mi hemen ya Antakya, ya da hemen Amik ovası konardı yırtık defter sayfalarımıza. Ova uçsuz bucaksızdı. Masalın kendine has özelliğini ortaya çıkartan, coğrafyayı ve olayları hayal gücüyle işleyen anlatıcısıydı kuşkusuz. Annem de o gölün büyüklüğünü, enginliğini olağanüstü bir anlatıyla abartıyordu besbelli. O yüzden göl gözümüzde denizle eşdeğerdi, çünkü denizi görmemiştik daha.

       Antakya’da gördüğü ‘Altın Arayan Kadınlar’, onun başroldeki masal kahramanlarıydı. Derin bir hayranlıkla anlatırdı onları. Asi’nin sol yanındaki dağdan, sanki altın akıyordu da o kadınlar tırnaklarıyla topluyordu. Altının ‘Güneşin Kızı’ olduğunu bilmiyorduk ama öğrenmiştik. Çok kıymetliydi. Zenginlikti. Herkes sahip olmayı hayal ediyordu. Ama en çok da altın arayan kadınlar. Çünkü onlar umutlarının peşinde ter döküyorlardı. O kadınları öyle bir anlatırdı ki, sanki o da birden eteklerini sıyırıp suyun içinde altın aramış, bulmaya çabalamış da bulamamış duygusunu yaşardık. O kadınların suyun içinde bütün gün ellerindeki küçük yayvan kaplarla suyu sallaya sallaya süzdürmelerini, dibe çöküp de güneşin altında ışıl ışıl parlayacak altını hayal edişlerini, umutsuz bir bekleyişle dinlerdik. O kadınlardan birinin, bir gün masalın beklenmedik bir yerinde, kocaman bir altın külçesi bulup zengin oluvermesini isterdik. Kumlardaki altının parıldamasını, suyun şeffaflığından fışkırmasını ‘buradayım’ diye ayna gibi ışığını yansıtmasını düşlerdik. Oysa nehrin dibinde tortulanmış kumları, taslarıyla alıp eleyen kadınların sabrı, umudu hep hayal kırıklığı idi. Ellerindeki yayvan kapların içinde titreşip çırpınan umut, süzülen suyla birlikte damla damla yok oluyordu. O suyun içinde var olan da, yok olan da düştü. Çocukluğumuzun sinemalarında Vahşi Batı’nın ‘Altına Hücüm’ filmlerinde gördüğümüz altın arayıcıları hep erkekti. Zor işti dağda taşta, altın aramak. Ama Antakya’da bu işi erkekler değil de, kadınlar yapıyordu. Masalın gerçeğe, gerçeğin masala dönüştüğü bir uğraştı Antakya’lı kadınların altın arama öyküsü. Yıllar sonra Ayla Kutlu’nun ‘Sen de gitme Tiriandafilis’ adlı öykü kitabındaki  ‘Altın’ adlı öyküyü okuduğumda aslında annemin dürüst bir belgesel masal anlatıcısı olduğunu anladım. Masalların sonu hep mutlu biter. Ama annem altın arayan o kadınların hiç birine masalının sonunda mercimek tanesi kadar bile olsa altın buldurtmamıştı işte.

  Yaşadığı hayat gerçekliğini zamanın sisi ardında bir masala dönüştürüp anlatırken gurbetlik duygusuyla neler düşünüyor, ne tür ruh çalkantıları yaşıyor, Antakya’yı terk ettiği için bir pişmanlık duyuyor muydu, çocuktum bilemezdim. Köklü bir coğrafyanın yerlisi olamama haliydi annemin durumu. Ama masallarında Antakya’da yaşadığı zorlukları, çektiği sıkıntıları, sıla hasretini, bir kenara itmiş, şehri belleğindeki en güzel tortu sözcükleriyle yıllanmış bir şarap tadında dillendirir olmuştu. Anlatımındaki duraklar, yöresel ağzın sözcük diziminin yanı sıra, bir alt metin zenginliğinde dilsel kodlar da barındırıyordu. Aralara sıkıştırdığı sitemleri, özlemleri, hayranlıkları, yoksunlukları anlayamıyorduk. Annem özgün şeyler anlatıyor ama özgürce anlatıyordu. Masallarını kurgularken gücü elinde bulunduruyor, anlattıklarının hem yöneticisi, hem de sonu belirleyen yaratıcısı oluyordu. Onu dinlerken Antakya bize hayal kurdururdu. Kaf dağının ardındaydı bir kere. Ulaşılmazdı. Gitmek istesek de gidemezdik çok uzaktı. Çok güzeldi. Tıpkı masallardaki gibi bir dağa yaslanmıştı. O dağda rüzgarın püfür püfür estiği derin bir yarık, dar bir geçit vardı. Sanki o gizli geçidi bulup da geçemezsen şehri görebilmen mümkün değildi. Şehir dağın yamaçlarında, etek uçlarındaydı. Annem istese o dağın karını bir nefeste eritirdi.

  Annemin masallarından biri, Fransız’lardan kalma bir evde geçerdi. Bir masal evdi bu.

  Fransız yapısı, konak yavrusu evin estetik, bir o kadar da görsel güzelliklerini derin bir hayranlıkla anlatırken, hayale yelken açardık. Ahşap tavan süslerini, oymaları, bezemeleri, nişlerle, gömme dolaplarla yüklü odalarını, avluya açılan sürgülü kapılarını görmeden hayal ederdik. Odalarındaki sergenlerin üstünde dizili billur bardaklar annemin suskunluğu idi. Sadece onun değil bizim de. Bir tekine bile el sürülmeyen o çok renkli billur su takımlarına büyülenmiş gibi baktığını bilirdik Onlar öyle güzel, öyle güzeldi ki anlatılamazdı. Biz o bardakların renklerini hayal ederdik. Görüp de yoksun olma, sahip olmak isteyip de olamama haliydi anlattığı. O billur takımların göz önünde olduğu halde ulaşılamaz olması, bana çok dokunurdu. Çünkü annemin o bardaklardan biriyle, bir kez olsun su içmeyi hayal ettiğini biliyordum. O yüzden de, onun öyle uzaktan hayranlıkla baktığı, ama dokunamadığı o sırça bardakları, sürahileri, billur kadehleri hayalimde kırmak, yok etmek isterdim. Bir masal kahramanının yapması gereken şeydi bu bana göre. Çünkü işte tam da bu kırma eylemi, masalın trajik bir dönüm noktası olabilirdi. O dokunulmaz bardak takımlarının, billurların bir tekinin bile kırılması, annemin anlattığı masalın dramatik yapısını sağlamlaştırır, heyecanımın dozunu pek ala arttırabilirdi. Ama annem, anlattığı masalların hiç birinde o bardakların birinden bile bir yudum su içmedi. Onlara zamanın sisi ardından hep öylece baktı.

  O evin bahçesini,  avlu ortasındaki fıskiyeli süs havuzu ile hayal etmek çok kolaydı. Ama o evde hayalimizi zorlayan bir şey daha vardı. Bir masal ağaçla, meyvesi.  Evin avlusundan sokağa sarkan ağaç, çok ama çok güzel şeffaf, sarı, iri eriklerle yüklüydü. O buğulu eriklere dokunmak, kopartmak, toplamak gizlice de olsa yiyivermek mümkün değildi. Ağaca baktığında annemin içi giderken, o altın eriklerden bir tekine bile elini uzatmamış olması şaşırtırdı bizi. Ben o ağacı hayal etmekte çok zorlandım.’Gülen Ayva Ağlayan Nar’ masalından çok farklıydı. Ağacın yaylanmış dallarından sarkan kocaman, sapsarı, şeffaf erikleri annem her anlattığında mevsim ne olursa olsun bizim de ağzımız sulanırdı. O şeffaf erikleri masal meyvesi yapan, dokunulmayacak oluşu idi.  Bu güne kadar annemin tariflediği o masal eriğe hiçbir pazarda, manavda, markette rastlayamadım. Gözüm çok aradı ama yoktu. Sanki annem hayali bir masal meyvesi anlatmıştı bize.Gerçekte olan ama masalda olması mümkün olmayan, ya da gerçekte olmayıp masalda olan. Sonra da sanki bütün erikleri sınır tanımayan o asi hayal gücüyle ağaçtan tek tek toplayıp bize doğru misket gibi yuvarlayıvermişti. Annem o erik yüklü ağacı anlatırken, ben o sarı şeffaf kürelerin buğulu derinliğinden bana göz kırpan çekik gözler görürdüm. O çekirdeklerin bir tekini bile ele geçirebilsem gerisi’ Bir şeftali Bin Şaftali’ idi hayalimde.

  Masal meyvelerden biri de nar’dı elbet. Antakya’daki narlar öyle büyüktü, öyle büyüktü ki kafalarımız kadardı. Annem fırsat bilip kafalarımızı okşardı nar bahçelerini anlatırken. Büyüklüğüne inanmadan masal diye dinlerdik. Kafamız kadar büyük nar olur muydu hiç? Olmazdı. Ama masalda olurdu. Bir gün annemin masallarındaki narların gerçek olduğunu gözlerimizle gördük. Antakya’dan gelen babamın bir yakını, konuğumuz, bir sepet nar getirmişti. Narları görünce gözlerimize inanamadık. Annem bize gülümseyerek bakarken’ Şimdi inandınız mı?’ der gibiydi. İşte o zaman annemin masallarında hep gerçeği dile getirdiğini anladık. Antakya narını tanıma seremonisinde, narın öyle gelişigüzel kesilecek bir meyve olmadığını, onun nasıl narince kesileceğini bıçakla çizerek tarif eden babamdan da, bir ‘Nar Masalı’ dinledik. ‘Çocukluğundan beri nar ağacının altına oturup da, bir tek tanesini bile düşürmeden nar yemeyi başaramayan yaşlı bir adamın öyküsüydü bu.

  Gözümüzde Antakya’yı canlandırmak çok güzeldi. Babamın memleketiydi bir kere.  ‘İnsan yaşadığı yere benzer, o yerin suyuna, o yerin toprağına’ derler babam da işte öyle hoşgörülü, güzel bir Antakya’ lıydı. Ben hayatımda onun kadar çalışkan bir insan görmedim. Ömür boyu doğduğu büyüdüğü ata topraklarının özlemini çektiğini biliyordum. Aklı, ruhu kendi coğrafyasındaki has topraklarındaydı. Onun anlatısında, Antakya öyle güzeldi, öyle güzeldi ki anlatılmakla bitmez, görülmeliydi. Ama annem için gurbetti, hasretti, yalnızlıktı, kimsesizlik, sanki altın kafesti. Beni altı aylıkken alıp Ankara’ya dönmesinin suçluluğunu belki de Antakya’yı bir masal atmosferine büründürüp anlatarak gidermeye çalışıyor, sanki babama vefa borcu, onu toprağından kopardığı için bir bedel ödüyordu.

  Annemin anlattığı masallar bazen hüzünlü olurdu. Dillere destan çeyizinin yoksulluktan tellala verilip tek tek satıldığı gerçeği, anlatıcısını da dinleyicisini de üzen bir masala dönüşürdü. Babam bana hep masallardaki değirmencinin küçük oğlunu hatırlatırdı. Zengin bir ailenin yoksul kalan en küçük çocuğunu. Annesiz babasız. Hem yetim, hem öksüz.Gerçekten öyleydi. Ama öyle de olsa babam bir prensti o masalda. Güzel prensesi, Ankara’lardan atının terkisine atıp da gurbet ellere, kendi ülkesine götürmüştü. Tıpkı masalların sonunda olduğu gibi prenses sorgusuz sualsiz prensin evlenme teklifine nasıl da hemen ‘evet’ demişti. Kimseyi umursamayan iki gönül bir olmuştu işte. Annemin geldiği şehirde hemen kabul görmeyişi, ona çok acı vermiş olmalı. Şimdi düşünüyorum da burnumun direği sızlıyor. O kimsesizlik duygusunun ne anlama gelebileceğini tahmin edebiliyorum. Ama sevindiren dinleyicisini rahatlatan yönleri de vardı masalının. Annem, babamın ailesinin ne kadar asil insanlardan oluştuğunu anlatırdı. Bu çok önemliydi. Nizamettin Bey’ derdi. Bu Nizamettin bey’in kim olduğunu hep merak ederdim.

Haftanın Şiiri

GECEDİR/ Süleyman Okay

“Gecedir

yüreğinde saklı kalan

korlu bir volkan

kaynatır duygularını

sararsın yarasını bir çiçeğin

güllerde dökülünce kan

Saçlarında sabahın işlek elleri

gecelerden kalma

yanaklarında bir demet

ay ışığı oynaşır

sırılsıklam sevdalardan döndün yiğitçe

ama bakışlarında o ürkek güvercin

ağlama çocuğum solmasın acının gülleri

sancılı sabahlarda

peteklerden süzülürken

bakışlarındaki hüzün

sıcak dizeler oku Nazımdan hadi

hadi gel canım

gölgemizden sıyrılalım seninle

parklara girelim gün kararmadan

sayalım dökülen yaprakları bir bir

ve ayakta kalanları

Bir aynasız baskınında ansızın

kaçaklığımı zabıtlara uzatmak

seni sevmek bir dilim ekmek gibi

Mavi gecelerin yıldız kayması anılarda kaldı

düşünmek yaşamaktır acısını umudun

aç kanadını rüzgarın korkma

umut girsin içeri

sedefin aklığı girsin ıtır ve ishak kuşu

bir tutam karanfil gibi dökülsün saçlarına

acısı güz yapraklarının”

(Güz yaprakları IV. Bölüm. Kaynakça: Şakayık. Belge yayınevi)

HAFTANIN SANAT GÜNDEMİ

Çankaya Belediyesi, Ceyhun Atuf Kansu büstünün açılışını gerçekleştirdi

Çankaya Belediyesi, şair, yazar ve çocuk hekimi Ceyhun Atuf Kansu’yu 102. doğum gününde adını taşıyan parka heykeltraş Metin Yurdanur’un yonttuğu büstünü yerleştirerek andı.

Törende, parka yerleştirilen Ceyhun Atuf Kansu büstünün açılışı gerçekleştirildi. Törene, Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen, gazetemiz yazarı Işık Kansu, Ceyhun Atuf Kansu’nun kızı Prof. Dr. Bahar Gökler, eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Ankara Şubesi Başkanı Fürüzan Bilir, Prof. Dr. Mustafa Altıntaş, Prof. Dr. Hikmet Özdemir, ressam Celal Binzet, Prof. Dr. Sedat Sever, Prof. Dr. Nilgün Pazarcı, Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Eski Başkanı Ahmet Göksan, Çankaya Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Ethem Torunoğlu, Kansu’nun ailesi ve sevenleri katıldı. Törende konuşan Taşdelen, “Ceyhun Atuf Kansu, cumhuriyet aydınlanmamızı en güzel anlatan isimlerdendir. Kansu’nun ismini Çankaya’da yaşatmak bizim için büyük bir onur.” dedi.  (Cumhuriyet)

2021 Attilâ İlhan edebiyat ödülleri sahiplerini buldu

Attilâ İlhan Bilim Sanat ve Kültür Vakfı’nca düzenlenen ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından desteklenen Attilâ İlhan Edebiyat Ödülleri’nin sahipleri ödüllerine kavuştu. Ödüller, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da pandemi tedbirleri nedeniyle tören düzenlenmeksizin sahiplerine sunuldu.

2021 Muzaffer İzgü Çocuk Romanı Yarışması sonuçlandı

     Bilgi Yayınevi‘nin, Muzaffer İzgü adına düzenlediği 2021 Muzaffer İzgü Çocuk Romanları Yarışması sonuçlandı. Hidayet Karakuş, Yunus Bekir Yurdakul, Biray Üstüner ve Şenay Akdemir’den oluşan jüri değerlendirmesi sonucunda birincilik Düdüklü Tencere Orkestrası romanıyla Dilge Güney oldu.

NE OKUSAK?

1.Tarihin Kıskandığı Lider/ Naim Babüroğlu/İnkılap Kitabevi

2.Söz Sözde Yaşar/ Bilsen Başaran/Can Yayınları

3.Öykü Yazmanın Sırları/ Orhan Duru/ YKY

4.Avare Kalemden Yazıntıları/Oğuz Demiralp/Alakarga

5.Bir Masalda iki Kral Olmaz/Sacit Aslan/Kırmızıkedi