Hazırlayan:Mehmet Karasu
Haftanın Kitabı
Sakıncalı Piyade/Uğur Mumcu
“Sakıncalı Piyade, araştırmacı gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun 12 Mart 1971 muhtırası döneminde yaşanan bazı olayları anlatıp eleştirdiği kitabıdır. İlk baskısı 1977’de yapılmış, daha sonra Um:Ag tarafından 1997’de bugün satılan baskısı yayımlanmıştır.
Uğur Mumcu, askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada 12 Mart Dönemi’nde bir yazısında kullandığı “ordu uyanık olmalı” sözleriyle, “orduya hakaret etmek”, “sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak” suçunu işlediği iddiasıyla gözaltına alındı. Mamak Askeri Cezaevi’nde pek çok aydınla birlikte bir yıla yakın kalan Uğur Mumcu, bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkûm edildi. Burada bir süre Profesör Uğur Alacakaptan ile tutuklu kaldı. Fakat Yargıtay’ca karar bozuldu ve serbest bırakıldı. Bu olaydan sonra Mumcu askerliğini, 1972-1974 yılları arasında Ağrı’nın Patnos ilçesinde, resmi tanımıyla “sakıncalı piyade eri” olarak tamamladı. Patnos’ta, ağır koşullar altında askerliğini yaparken, zaten uzun zamandan beri var olan ülseri yüzünden mide kanaması geçirdi.
Kitap 12 Mart döneminde yaşanan ilginç olayları Mumcu’nun mizahi yorumuyla ele alıyor. Mumcu, askerliğe gitmek için kendisinin başvuru yapmasına rağmen “asker kaçağı” olarak suçlanması, askerlerin başkanlık ettiği sıkıyönetim mahkemelerinde hukuk profesörlerinin albaylar tarafından adaletsizce yargılanması, sol görüşlü oldukları belirlenen insanlara sahte suçlar yaratılıp, ülkücülerin tanıklığında yeterince kanıt olmaksızın mahkûm edilmeleri gibi hukuk skandallarını eleştirip, cuntanın hukuk devletinin kurallarını yok ettiğini savunuyor.
Kitabın sonlarına doğru ise Uğur Mumcu’nun askerlik anıları yer alıyor. Mumcu askerliğini yedek subay olarak yapacakken “sakıncalı piyade eri” unvanıyla nasıl er olarak en ağır işlerde çalıştırıldığını anlatıyor.
Kitap ilginç konusu ve yazımıyla oldukça ünlenmiş, Uğur Mumcu’nun en tanınan eseri haline gelmiştir. “Sakıncalı Piyade” terimi ise devlet gücünü suistimal edenlere karşı duran kişilere koyulan bir unvan haline gelmiştir.
Kitabın Tekin Yayınevi’nden 1977’de çıkan ilk baskısı 47 baskı yapıp 184.000 adet satmış, 1997’de Um:Ag tarafından yapılan basımı ise Mart 1998’e kadar 51. baskıya ulaşmıştır.
Ünlü yazar Aziz Nesin de kitap hakkında bir yazı yazmıştır. Bu yazı Um:Ag’ın baskısında kitabın ön sözü olarak yer alırken, yazının küçük bir kısmı ise arka kapakta yer almıştır. Arka kapakta kalan kısım da şu şekildedir:
Ellerin dert görmesin Uğur Mumcu! Sakıncalı Piyade’yi yazdığın için, eline sağlık, ağzına sağlık, canına sağlık.
Kendi yazdıklarıma gülemem. Ama senin yazdıklarını gülerek okudum. ‘Acı acı gülmek’ deyimi vardır ya, işte öyle acı acı güldüm.” (Wikipedia)
Konuk Yazar
‘Vatan hainliğine devam’ etmek…/Öner YAĞCI
Bilimin, sanatın kovulduğu, toplumun yarısını oluşturan kadını yok sayan, geleceği çocukları, gençleri harcayan bir topluma doğru sürükleniyoruz doludizgin.
Yakın zamanlarda yaşadığımız toplumsal cinayetleri gözlerimin önüne getirip bunların sonuçlarına bakınca kahroluyorum.
Yaşamı iyimserlikle algılamaya çalışan, en amansız koşullarda bile umut ışığının yaratılacağına inanan bir insan olarak kendime yakıştıramadığım bir düşünce olsa da bu toplumsal cinayeti gerçekleştirenlerin cezasız kalacağını düşünüp bir daha kahroluyorum.
12 EYLÜL, SİVAS KATLİAMI, SUSURLUK KAZASI…
Önce 12 Eylül’ü, sonra Sivas katliamını, sonra Susurluk kazasını milat kabul etmiş, “hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı”nı düşünmüştük.
Evet, hiçbir şey eskisi gibi olmadı…
Öldük, işkenceler gördük, yıllarımız cezaevlerinde geçti, sakat kaldık, işsiz kaldık, gurbeti yaşadık, dövüldük, sövüldük, kitaplarımız toplatıldı, yasaklandı, yakıldı, derneklerimiz, sendikalarımız, partilerimiz kapatıldı, sevdamız kanlandı.
Değerlerin savrulduğunu, paranın en yüce değer haline geldiğini, dostlukların, dayanışmanın, yoldaşlığın yerini “paran kadar konuş”un aldığı yeni koşullar çok şeyi değiştirdi.
Coşkumuzu yitirmemeye çabalayarak yaşamı savunmayı sürdürdük.
Dernekler, sendikalar kurduk, kitaplar yazdık, dergiler çıkardık, oyunlar sahneledik, filmler çevirdik, mevziler kazanmaya ve onları savunmaya çalıştık.
Acılıydık, kanıyorduk ama umutluyduk, acımızı dayanışmaya kattık, örgütlerimizde dayanışmaya, çoğalmaya başladık.
“Tehlikenin farkında mısınız” diye sorduk, “Farkında mıyız” diye sorguladık kendimizi.
Sokaklarda, alanlarda verdiğimiz uğraşları evimize, işyerimize taşıdık, “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” dedik.
Sonra unutmaya terk ettik.
Kahrolduğumuzla, yüreğimizin daralmasıyla, insana ve ülkemizin aydınlığına olan düşlerimizin kırılmasıyla kaldık.
Coşkumuz yükselirken tuzağa düşmekten kurtulamadık
Din için özgürlük isteyenlere destek çıkmayı yeğledi kimileri. Son yarım yüzyıldır okşandıkları yetmiyormuş gibi demokrasi adına tarikatların özgürlüğü bahanesiyle dinsel bağnazlığın yüceltilmesi yaşandı. Yaşamın dinsel kurallara göre örgütlendirilmesi çağrısına alkış tutuldu.
Ve her şey daha kötü oldu.
SEÇIMLER ÖNCESİNDE
Durum bu: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyenlerin çığlığı yetmedi.
On yıllardır çocuklarımızın ırkçı ve dinci bağnazlık eğitiminden geçirilmiş olduğunu bir tarafa bırakarak kuramayız düşlerimizi.
Ülkemizin çağdışına götürülüşünü durduracak bir toplumsal düşünüşe, silkelenişe, örgütlenişe, bütünleşmeye gereksinimiz var.
Böylesine toplumsal cinayetlerin yaşanmadığı bir ülke yaratmak için uğraşmak, bir şeylere karşı çıkanların, bir şeylerin değiştirilmesini isteyenlerin sorumluluğundadır.
‘VATAN HAİNLİĞİNE DEVAM’ EDENLER
Onlar, elbette ki “vatan hainliğine devam” edenlerdir.
Namık Kemal gibi, “Millette ümid ettiği feyzi” görmeden gidenlerin düşlerinin gerçek olması, Tevfik Fikret gibi “Bu memlekette de bir gün sabah” olacağının düşlerinin gerçekleşmesi, Mustafa Kemal Atatürk gibi, “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyebilenlerin düşlerinin sürmesi, Nâzım Hikmet gibi, “Kabahatin çoğu senin canın kardeşim” diyenlerin düşlerinin düş olmaktan çıkmaması, Aziz Nesin gibi, “Aynaya bakalım. Orada suçluyu göreceğiz” diyenlerin düşlerinin devam etmesi “Vatan hainliğine devam” etmekten geçiyor.
Ya yeni toplumsal cinayetler ya da Nâzım’ın şiirindeki gibi “vatan hainliği”…
Geleceğimizin belirleneceği seçimler öncesinde bunları düşündüm. (Cumhuriyet)
Haftanın Şiiri
Sesleniş/Uğur Mumcu
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mum ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük.
Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi…
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi…
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi…
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşında kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce, kolumuzu omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da, otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…
Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutama bizi…
Bağımsızlık Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi…
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi…
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, prangalar vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi…
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile, karşısında-kilere bağırmamış insanların önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi…
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir gün sesimiz hepimizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi…
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi…
HAFTANIN SANAT GÜNDEMİ
Talât Sait Halman Çeviri Ödülü Zafer Ceylan’ın oldu
Nitelikli edebiyat çevirilerini desteklemek amacıyla İKSV tarafından verilen Talât Sait Halman Çeviri Ödülü’ne bu yıl akademisyen ve yazar Zafer Ceylan değer görüldü.
Sevin Okyay, Ayşe Sarısayın, Yiğit Bener, Kaya Genç’ten oluşan ve başkanlığını Doğan Hızlan’ın üstlendiği seçici kurul, 20 bin TL tutarındaki para ödülünün Taleb Alrefai’nin Kaptan adlı romanını Arapçadan Türkçeye çeviren Zafer Ceylan’a verilmesine karar verdi.
Seçici kurul, ödül gerekçesini şöyle açıkladı:
“Kuveytli yazar Taleb Alrefai’nin gerçek bir kaptan olan Ali Nâsır en-Necdî’nin 1979 yılında başından geçenlerden ilhamla kaleme aldığı şiirsel kısa romanı Kaptan, 2018 yılında Londra’daki Booker Prize Foundation tarafından yönetilen, Arap dünyasının en prestijli ödülü International Prize for Arabic Fiction adayları arasında yer almıştır. Korkunç bir fırtınada sırra kadem basan Kaptan Ali Nâsır en-Necdî’nin yaşadıklarından hareketle yazdığı bu kitabında Taleb Alrefai, ihtiyar kaptanın denizin çağrısına çocukluğunda ilk defa kulak verdiği günlerden inci avcılığıyla geçen ilk deniz maceralarına ve 14 yaşında kaptan oluşuna dek girift bir portresini sunmaktadır. Arap Yarımadası’nda inci avcılığının sona erişiyle insanın denizle olan bağlantısının kopuşunu ve bir geleneğin sona erişini dokunaklı bir biçimde anlatan roman, yazarın Kuveyt tarihinin bir kahramanı olarak gördüğü kaptana bir saygı duruşu niteliğindedir. Bize aynı zamanda petrolü keşfetmelerinden önce Kuveytlilerin yaşadıkları hayatı tanıtmakta, bir keşif heyecanına bizi ortak etmektedir. Zafer Ceylan, karmaşık denizcilik terimleriyle dolu metni büyük bir maharetle Türkçeleştirmiş, Arapça orijinaline sadık kalmanın yanı sıra Türkçenin unutulmayacak gemicilik hikâyeleri arasına girmesini sağlamıştır. Ceylan, görünürde sade bu metnin çarpıcı imgelemine gösterişsiz, ustalıklı karşılıklar bulmuş, diyalogları büyük bir başarıyla Türkçe söylemiş ve Arapçadan Türkçeye çevrilen edebiyat külliyatına önemli bir katkı sunmuştur. Türkiye’de az tanınan Kuveyt edebiyatının kapılarını okurlara açan çevirinin, Arapça edebiyatın bu incisini başarıyla su yüzüne çıkardığını düşünüyoruz.”
Haldun Taner Öykü Ödülü, Burçe Bahadır’ın oldu
Türk edebiyatının en prestijli ödüllerinden olan ve Milliyet gazetesi tarafından Haldun Taner’in adına düzenlenen Haldun Taner Öykü Ödülü’nün kazananı belli oldu. Bu yıl 33’üncüsü verilen Haldun Taner Öykü Ödülü’ne, “Deliliğe Zarif Bir Giriş “ adlı öykü kitabıyla Burçe Bahadır layık görüldü.
Doğan Hızlan başkanlığında toplanan seçici kurul; öykü, tiyatro, deneme yazarı ve düşün adamı Haldun Taner’in anısına düzenlenen Haldun Taner Öykü Ödülü’ne aday eserleri 10 Ocak 2023, Salı günü çevrimiçi toplanarak değerlendirdi.
Doğan Hızlan, Demet Taner, Handan İnci, Nursel Duruel, Metin Celâl, Mehmet Zaman Saçlıoğlu ve Kamil Erdem’den oluşan Seçici Kurul’un ödüle başvuru yapan eserleri değerlendirmesi sonucunda Seçici Kurul, kazanan isim ve gerekçesini “Hayatın farklı sahnelerinden, kanıksanılmış sanılan durumları incelikli, duyarlı bir yorumla ve yalın, akıcı bir dille resmetmesi; an/süreç dengesini kurmadaki başarısı nedeniyle Burçe Bahadır’ın ‘Deliliğe Zarif Bir Giriş’ adlı kitabına verilmiştir” cümleleriyle açıkladı. (Milliyet)
Şemsi Belli Anısına Öykü Yarışması
Ankara Arguvanlılar Kültür ve Dayanışma Derneği tarafından Arguvanlı yazar/şair Şemsi Belli anısına ödüllü öykü yarışması düzenlenecektir.
Yarışma ile ilgili detaylar ve katılım koşulları şu şekildedir:
1-Yarışmaya Düzenleme Kurulu Üyeleri ve Seçici Kurul Üyeleri ile birinci derece yakınları dışında, 16 (on altı) yaşını doldurmuş tüm vatandaşlar katılabileceklerdir.
2-Her yarışmacı, yarışmaya en çok bir ( 1 ) hikâyeyle katılabilir. Daha önce herhangi bir yarışmadan derece almış hikâyelerle başvuru yapılamaz.
3-Yarışmaya katılacak öyküler ve özgeçmiş; 12 punto ile Times New Roman karakterinde, A4 Kağıdına Yazılacaktır. Öykülerin uzunluğu 1,5 satır aralığında 5 (A4) sayfasını geçmeyecek boyutta olacaktır.
4-Yarışmaya katılan hikâyeler eser sahibine geri verilmeyecektir. Eserlerden uygun görülenler, herhangi bir telif hakkı iznine gerek kalmaksızın, istendiği takdirde yarışmayı düzenleyen Kurum tarafından bir kitapta toplanabilir, dergi, gazete veya web sayfasında yayımlayabilir.
5-Yarışmaya katılan eserler üzerinde seçici kurul tarafından dil bilgisine ilişkin düzenleme yapılabilir.
6-Yarışmaya katılan eserler ön jüri tarafından değerlendirilecektir.
7-Yarışmaya katılan eserler jüri üyelerinin takdir edeceği puanların aritmetik ortalaması ile belirlenecektir.
8-Yarışmaya hikâye gönderen eser sahipleri bu şartları kabul etmiş sayılacaktır.
9-Yazarlar yarışmaya RUMUZ ile katılacaktır ve öykünün kayıtlı oldugu dosyanın adı rumuzdan oluşacaktır. Rumuz öykünün sağ üst köşesine yazılmalı, metinde ve dosya adında yazarın gerçek adı kesinlikle yazılmamalıdır.
10-Ayrıca bir word dosyasında yazarın kısa özgeçmişiniz ve iletişim bilgileri yer almalıdır. (telefon, e mail, adres)
11- Rumuz başlıklı Öykü dosyası ve özgeçmiş dosyasının eklendiği e-mail en geç 10 Şubat 2023 saat 23:59’a kadar [email protected] adresine gönderilmiş olmalıdır.
Adana’da “Bir Evren: Yaşar Kemal’in Çukurovası” paneli ile başladı
Adana Büyükşehir Belediyesi ve Altın Koza, Yaşar Kemal Vakfı ile birlikte “Yaşar Kemal Günleri” düzenliyor.
Etkinlikler dün Adana Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu’nda düzenlenen “Bir Evren: Yaşar Kemal’in Çukurovası” paneliyle başladı. Etkinliğin açılış konuşmaları Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar ve Yaşar Kemal Vakfı Başkanı Ayşe Semiha Baban Gökçeli tarafından yapıldı.
“ODAĞIMIZ GENÇLER”
Başkan Zeydan Karalar konuşmasında şunlara değindi. “Bugün Yaşar Kemal’e dair ne yapsak ne söylesek hep eksik kalacak biliyoruz. Ancak onun adına yakışan tüm çalışmaları elimizden geldiğince destekliyoruz, Yaşar Kemal Vakfı ile birlikte yıllardır yürüttüğümüz değerli projeler bu bakış açısının ürünü. Bu projelerimizde gençlerimiz hep odak noktamız oldu. Yaşar Kemal’in bu coğrafyadaki izi gençlerimizin zengin kültürel geçmişimizle buluşmasında hep rehberimiz oldu. Onurumuz, gururumuz, bin bir çiçekli bahçemiz Yaşar Kemal’i bir kez daha saygıyla anıyorum.”
Yaşar Kemal Vakfı Başkanı Ayşe Semiha Baban Gökçeli konuşmasında özetle şunları söyledi: “Bir süredir Zeydan Başkan öncülüğünde, Altın Koza ile birlikte Yaşar Kemal Günleri yapıyoruz. Bu günler anma değil aslında. Yaşar Kemal’in yapıtlarından yola çıkarak, gençlerimizle birlikte yaşamımızı zenginleştiren, güçlendiren, ufkumuzu tüm dünyaya açan zevkli keşif süreçleri… Bu yıl kitabımız Binboğalar Efsanesi. ‘Sesleriyle Renkleriyle Çukurovamız’ başlığını taşıyan atölyelerimizde yürütülecek çalışmalarla gençlerimizin kendi yörelerinin kaybolmaya yüz tutan renklerine, seslerine farkındalık yaratmak. Yaşar Kemal’in Binboğalar Efsanesi de böyle bir çalışma için uygun bir çıkış noktası.”
Prof. Dr. Muhsine Helimoğlu Yavuz’un moderatörlüğünde yapılan panelde yazar Metin Turan, müzisyen Feryal Öney ve yazar Mahmut Temizyürek Yaşar Kemal edebiyatını; toplum belleği, toplum vicdanı, öncü bir doğa kavrayışı, katmanlı insan ve toplum gerçeği gibi pek çok yönüyle kendi pencerelerinden değerlendirdiler. Panel konuşmacıları 9 Ocak’ta Anavarza ve Hemite’ye düzenlenen bir geziye de katıldılar.
Ne Okusak?
1.Aşıklar Cemi/Haydar Ergülen/İthaki
2.Sevi Nine Ve Üç Güzeller/Arın Çiçekçi/İthaki
3.Günün Birinde/Yavuz Ekinci/Everest
4.Kum Tefrikaları/Ömür İklim Demir/Yky
5.Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor/ Semih Gümüş/Can Yayınları
Ne İzlesek?
Sevda Mecburi İstikamet/ Yazan ve Yöneten: Çağan Irmak
“Sevda Mecburi İstikamet, kızıyla yarım kalmış hikayesini tamamlamak için bir yolculuğa çıkan ünlü bir oyuncunun hikayesini konu ediyor. Yeşilçam’ın başarılı oyuncularından olan Selim, bir film çekimi sırasında tanıştığı Sevda’ya aşık olur. İkilinin ilişkisi çok geçmeden evlilikle sonuçlanır ve çiftin Suna adında bir kızı olur. Hayatlarında her şey yolunda giderken, Suna’ya 4 yaşına geldiğinde otizm teşhişi konur. Eşi ve kızını korumak ve kariyerine zarar gelmesini önlemek için çaresiz kalan Selim, Sevda ve Suna’yı Çanakkale’ye ailesinin yanına gönderir. Kendisini tamamen işine kaptıran Selim’in hayatı, Sevda’nın hastalık haberini alınca değişir. Sevda’nın ölümü ile Selim, her şeyi bırakıp artık bir yetişkin olan kızı Suna ile yarım kalan hikayesini tamamlamak için çabalar.”
Sinemaseverler için kaçırılmaması gereken bir film.