Antakya’da Kültür-Sanat

Hazırlayan (Mehmet Karasu) Antakya Kitaplığı Kuyucaklı Yusuf/Sabahattin Ali Sabahattin Ali, Türk yazınının büyük bir yazar ve şairi. Edebi kişiliğini toplumcu gerçekçi bir düzleme oturtarak yaşamındaki deneyimlerini okuyucusuna yansıttı ve kendisinden sonraki cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını etkileyen bir figür hâline geldi. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen yapıtları hala en çok okunanlar listesinde. İlk Basımı 1937 yılında […]

Hazırlayan (Mehmet Karasu)

Antakya Kitaplığı
Kuyucaklı Yusuf/Sabahattin Ali
Sabahattin Ali, Türk yazınının büyük bir yazar ve şairi. Edebi kişiliğini toplumcu gerçekçi bir düzleme oturtarak yaşamındaki deneyimlerini okuyucusuna yansıttı ve kendisinden sonraki cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını etkileyen bir figür hâline geldi.
Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen yapıtları hala en çok okunanlar listesinde.
İlk Basımı 1937 yılında “Yeni Kitapçı” tarafından basılan Kuyucaklı Yusuf romanı, Sabahattin Ali’nin roman türünde ilk eseridir. Öykü yazarı olan Ali’nin bu eseri MEB Ortaöğretim 100 Temel Eser Listesinde yer almaktadır.
YKY tarafından ilk olarak 1999 yılında basılan roman günümüzde YKY (Yapı Kredi Yayınları) tarafından basılmaya devam edilmektedir. Kitabın editörlüğü Ayfer Tunç, yeni kapak tasarımı ise “Nahide Dikel” tarafından yapılmıştır.
1985 yılında Sinema filmine uyarlanan romanın filminde Talat Bulut, Derya Arbaş ve Ahmet Mekin’in rol almış, filmin yönetmenliğini ise “Feyzi Tuna” üstlenmiştir.
Kuyucaklı Yusuf konusu itibariyle ailesinin katledilmesiyle sahipsiz kalan dokuz yaşındaki Yusuf’un olayı soruşturmak için Kuyucak’a gelen Nazilli Kaymakamı Selahattin Bey tarafından evlatlık alınması ve çocuğun daha sonraki hayatı anlatılmaktadır. Edebiyat eleştirmenlerine göre Yusuf karakteri, köyden şehre göç edip şehir hayatına uyum sağlayamayan insan tipinin habercisi olarak değerlendirilmektedir.

Konuk Yazar
Yaşamın Anlamını Ve Amacını Ararken…/Uğur Pişmanlık
Yaşam herkes için bir şeyler ifade eder ve en sıradan insan için bile yaşamın bir anlamı vardır. Ama gerçekte yaşamın anlamı nedir, yaşamın ana amacı nedir? Bu sorulara ancak bunların yanıtını aramak ve bulmak isteyenler verebilir. Doğrusuda budur. Ama bu soruların sorulmasının kışkırtıcı bir amacı olduğu da düşünülmelidir.
Hart Mann, “Amaç kalmayınca hayatın da bitmesi uygun olur.” der. Burada açıkça ifade edildiği gibi, yaşamın bir amacı yoksa yaşamanın ne anlamı olabilir ki? Amaçsız ve anlamlandırılmamış bir yaşam sürmek, sadece taşıdığımız bedeni biyolojik olarak devam ettirmeye çalışmış olmaktan başka nedir ki? Bunun da, halk arasında söylenen bir deyimdeki gibi “Ot gibi yaşamak”tan hiçbir farkı yoktur.
Yaşamın anlamı ve amacı nedir? İşte insan, binlerce yıl öncesinden bu soruların yanıtları aramaya koyulmuş. Antik çağ düşünürleri, yaşamın amacı ve kaynağı üzerine çok çeşitli öneriler sunmuş, çeşitli öğretiler geliştirmişlerdir. Düşünürlerin kimi, yaşamın ereği olarak mutluluğu, kimi erdemi, kimi de hazcılığı esas almıştır. İ.Ö. IV. Yüzyılda yaşamış olan Aristippos’a göre yaşamın ereği hazdır. Ona göre mutluluk, gündelik hazlardır. Onun dışındaki her şey boştur. Kinik felsefesinin kurucularından Antishenes ve Diogenes’e göre de, yaşamın amacı mutlu olmaktır. Ama mutluluğa erdem kazanılarak ulaşılabilir. Bunun için yaşamın bütün nimetleri ve zevklerinden vazgeçmek gerekir. Sokrates’e göre en üstün iyi, mutluluktur. Bu da bilgiyle elde edilebilir. Epikuros’ta ise gerçek mutluluk, erdem yoluyla varılan bir çeşit yüksek duygusuzluk halidir. Zenon’da da gerçek mutluluk erdemli olmaktır. Ona ancak bilgiyle ulaşılabilir. Bilgelik ise doğaya uygun davranmakla gerçekleşebilir. Thales, Platon, Aristoteles, gibi filozoflar da, yaşamın en önemli unsuru olarak erdemi, bilgeliği ve mutluluğu sayarak bu konuda ortak bir görüş içindedirler. “Bir bakıma bütün öğretiler, mutluluk amacını taşımaktadırlar. İnsan, çeşitli öğretilerle mutluluğa erişmenin yollarını araştırmaktadır. Mutluluk, hemen bütün öğretilere göre iyi yaşama anlamındadır.” (Hançerlioğlu, 267)
Yaşamın anlamını bilmek için önce yaşamı anlamak gerek. Yaşamı ise, ancak felsefenin yardımı ile anlayabiliriz. Descartes, “Felsefesiz yaşamak, gözü kapalı yaşamaktır.” der. Felsefe, sadece yaşamı anlamamızı sağlamaz, aynı zamanda edindiğimiz felsefi birikimle yaşamı yeniden anlamlandırırken, kişiye bir dünya görüşü, hayata bakış ve duruş kazandırır. “Yaşamın anlamı ve amacı”;zaten sözcük olarak bizi baştan felsefeye götüren kavramlar olarak karşımıza çıkar. Felsefe ile bu kavramları irdeler, sorgular ve yanıtlar bulmaya çalışırız.
Kişi kazandığı bakış ve duruş açısıyla bir nitelik kazanır. Nitelikçe gelişen birey, yeni kişilik ve kimliğiyle değişim ve dönüşümün hem nesnesi hem de öznesidir. İnsan, yaşamın bir öznesi olarak hayatı değiştirme ve dönüştürme gücüne sahiptir. Kişinin kendi yaşamını da toplumsal yaşamı da değiştirip-dönüştürebilmesi, öncelikle bunu istemesine bağlıdır. Ama yaşamın dönüştürülmesi sadece bir istek sorunu değildir. Bununla birlikte bir iradenin de ortaya konması gerekir. Yaşamı değiştirme ve dönüştürme isteği, söz konusu dönüşüme uğratılmak istenen nesnelliğe iradi müdahalede bulunması ile anlam kazanır.
Yaşamın amacı üzerine, bir çok düşünür, erdemli, bilge ve mutlu olmak gereğini öne sürmüş ama, bu ereklere nasıl ulaşılacağını belirtmemişlerdir. Yaşamı dönüştüren insan faaliyetleridir. Yaşam ancak bilinçli bir eylemliliğin sonucunda ereğe uygun olarak dönüştürülebilir. İnsanın tek başına kendi yaşamına müdahale ederek kimi değişimleri gerçekleştirmesi mümkündür. Ancak, toplum ve toplumsal yaşamın sorunları söz konusu olduğunda, bireyin kendi başına irade ortaya koyması ve bir değişim yaratması son derece sınırlıdır. Büyük toplumsal değişim ve dönüşümler, ancak aynı yöne bakan başka öznelerinde bir kollektivite oluşturarak ortak bir irade sergilemesiyle mümkün olabilir. Kollektivite bir örgütlülüğü ifade eder. Örgütlü yapılar, belirledikleri amaç ve hedeflere yönelmiş özneler toplamı olarak nesnelliği değiştirme yönünde hareket ederler.
Yaşamın anlamını kavramak, yaşamın nereden nereye doğru yol aldığını bilmek; yaşamın bu yönelimlerini nasıl değiştirilebileceğimizin de yolunu gösterir. “Belli bir sonuç elde etmeye yönelmiş bütün insan eylemleri amaçlıdır. İnsanın bir amaç güdebilmesi için doğanın, toplumsal yaşamın ve insan faaliyetlerinin gelişmesine egemen olan nesnel yasaları bilmesi gerekir. İnsan bu bilgiyle bilinçlenerek bilinçli amaçlar edinirler ve nesnel yasaları bu amaçla değiştirmek için kullanırlar.” Bilinçli olmak, bu bilincin öngördüğü yaşam tarzına uygun davranmak ve yaşama karşı ödevlerin yerine getirilmesi demektir. “Toplumcu açıdan ödev (görev), insanın belli ilişkilerinin kendine yüklediği yükümlülüklerin bilincine varmasıdır.” (Hançerlioğlu, 296) Bu açıdan bakıldığında yaşamın ve toplumsal ilişkilerin bize yüklediği görevleri üstlenerek, hayatı değişime uğratmak için mücadele edilebilir.
Amaçlı bir yaşam, ancak anlamlı bir dünya görüşüne sahip olmayı zorunlu kılar. Çağımız örgütlü insan, örgütlü toplum çağı olarak da adlandırılabilir. Bu çerçeveden bakınca insan, yaşamını yaşamın dönüştürülmesi doğrultusunda örgütlü bir yapı içinde, kolektif akıl ve irade ile de anlamlı hale getirebilir. Belki burada en önemli şey, yaşamın ana amacı ile yaşamın anlamının örtüşebilmesidir; İnsanlığı bugünden daha ileriye götürmek, daha iyi ve onurlu bir yaşam kurmak için…
1935 yılında haremağalarının bulunduğu Çamlıca’daki köşkü ziyaret eden Ayda Bir dergisinin muhabiri Ferudun Kandemir’in yaptığı bir röportajda Enver Ağa, “Bizimde bir yuvamız olacaktı. Biz de insanların saadet dedikleri sırrı bilecektik. Yaşamak dediklerini anlayacaktık. Alnımızın yazısı böyleymiş. Bu dünyanın anlamaz, bilmez, görmez, duymaz bir seyircisi olacakmışız.”* der.
Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılında haremağalığı yapmış, Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte çalıştığı işin bir çok kurum gibi tasfiye olması sonucu bir köşeye çekilerek gözlerden uzak bir yaşam sürmeye çalışan Enver Ağa’nın, yaşamının son demlerinde bu söyledikleri kendi hayatını özetler gibiydi. Ama onca boşa geçmiş bir yaşama hayıflanırken, onun bilgece özetlediği hayatı ciddiye almak gerek. “Bu dünyanın anlamaz, bilmez, görmez, duymaz bir seyircisi olmamak” için yaşamın anlamını ve amacını iyi ortaya koymak ve yaşamın dönüştürücü iyi bir öznesi olmak için bilinçli yaşamak…
* Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 6. Basım. Mayıs 1982 İstanbul.
** Aktüel dergisi, 6-12 Temmuz 2005 Sayı, 63.

Haftanın Şiiri
Atatürk’ün Bir Saatı Vardı/ Melih Cevdet Anday
Atatürk’ün bir sözü vardı
Yediveren bir gül gibi açardı

Atatürk’ün bir atı vardı
Etilerden beri yaşardı

Atatürk’ün bir resim vardı
Buğday tarlası gibi ağardı

Atatürk’ün bir saatı vardı
Durmadı

KISA SANAT HABERLERİ
Edebiyatımızın Cumhurbaşkanı: Vedat Günyol
Vedat Günyol, kızkardeşi Mihrimah’a aşkını öğrendiğinde, Tarancı için, ‘Keşke bana söyleseydi de, kendilerine yardımcı olsaydım’ demişti.
CEMAL Süreya tarafından edebiyatımızın cumhurbaşkanı sanı verilen çevirmen, denemeci, yayıncı ve yazar Vedat Günyol; ayn zamanda düşün dünyamızın önemli kişilerindendi. Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat ve Cevat Şakir ile Yeni Ufuklar dergisini çıkaran Günyol, bu dergi ile Türk hümanizmini kurmaya çalışmıştır.
Vedat Günyol, İstanbul’da bir toplantıda Sami Karaören’le tanışıp dost olur. Sami Ağabey’e, “Bir akşam size geleceğim” dedikten sonra gerçekten bir akşam Karaörenlere gelmiş, yemekte onların konuğu olmuştur. Akşamları en sevdiği besin rakı ve peynirdir. Dostluk ilerleyince bu kez sık sık Vedat Günyol’un evinde buluşurlar. Av. Celal Ülgen’le birlikte Sami Karaören rakı, peynir ve mezeler alarak Vedat Günyol’un evinde buluşmayı sürdürmüşlerdir.

TYS’de yaz etkinlikleri devam ediyor
 TYS Edebiyat Buluşmaları 25 Ağustos 2017 Cuma günü saat 17.00’de Hatay Tabip Odası’nda, Nisa Leyla ve Edip Yeşil’in söyleşisiyle devam edecek. Söyleşinin başlığı “Yolculuk”. İki şair şiir anlayışlarını dile getirecekler ve şiirlerinden örnekler sunacaklar.
Aslen Hataylı olan, Şair Nisa Leyla’nın ‘Dar Paçalı Dizeler’, ‘Sihirli Değnek (çocuk şiirleri)’ ve ‘Yokoluş Bir Sözcükse’ adlı şiir kitapları bulunuyor.

Anday’ın edebiyat yazıları kitap oldu
Melih Cevdet Anday’ın bir kısım dergilerde ve deneme kitaplarında yer alan edebiyat yazıları Suçumuz Edebiyat adlı kitapta toplandı.
Melih Cevdet Anday’ın bir kısım dergilerde ve deneme kitaplarında yer alan edebiyat yazılarının Yalçın Armağan tarafından bir araya getirildiği Suçumuz Edebiyat adlı çalışma, Everest Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Bu yazılar 1939-1996 yılları arasındaki uzun bir dönemi kapsıyor. Anday, tüm denemelerinde olduğu gibi meseleleri farklı biçimde ele alma alışkanlığıyla bir dönemin tartışmalarını, olaylarını, kitaplarını, yazarlarını kendine özgü bakış açısıyla değerlendiriyor. Edebiyatı bir yandan estetik boyutuyla ele alırken diğer yandan da estetiğin toplumsal konumunu sorguluyor.
Çoğunluğu gazetede yayımlanan Anday’ın bu denemeleri kısa köşe yazısının sınırlarını aşan bir niteliğe sahip. Yazılarda, edebiyat kuramı ve edebiyat tarihinden güncel tartışmalara kadar çok geniş bir alanda çetrefil sorulara cevap aranıyor: Bizim klasiklerimiz var mı? Bir düzyazı (ya da eleştiri dili) geleneği kurabildik mi? Eleştirinin amacı “doğru”yu bulmak mıdır? Sanatçı kendi yapıtını açıklayabilir mi? Edebiyatın toplumsal “değeri” var mıdır? (EVRENSEL KÜLTÜR SERVİSİ)

Çocuklar zannedildiği kadar kitaplardan kaçmıyor
Çocuklar için 30 senedir üreten bir isim Sevim Ak. Onun çocuk karakterleri keşfetmek, büyüklerin köşeli dünyasının sınırlarını hayal güçleriyle zorlamaktan çekinmiyor; şaşırıyor, yeri geliyor hayal kırıklıklarına da uğruyor. Çocuk edebiyatındaki 30’uncu yılı şerefine Sevim Ak’a sorduk.
Çocukluk tüm yetişkinlerin yaşadığı bir deneyim ancak yaşadığımız çağ ile birlikte o deneyim de değişiyor. Yazmaya başladığınız 30 yıl öncesiyle günümüzde çocuk olmak arasında fark görüyor musunuz?
Günümüzde iletişim araçlarının zenginliği haber, bilgi ve söylentilere kolay erişilmesini sağlıyor. Aileler çocuklarına karşı daha korumacı davranıyor. Sokakta, kapısının önünde özgürce oynayan, arkadaşlarının evine rahatça girip çıkan çocuklara daha seyrek rastlıyoruz. Oyuncaklarını kendi yapan, oyunlarını kendi icat eden çocuklar her ay yeni çıkacak elektronik oyunların yolunu gözleyen çocuklara yerlerini bıraktı. Sahneleri hızla değişen animasyon filmler uzun uzun seyredilen, defalarca okunan resimli kitapların yerine geçiyor. Bu gelişmeler her şeyden çabuk sıkılan, aile bireyleriyle daha az zaman geçiren obur çocukları çoğalttı. Yine de küçük sevinçler, heyecanlar, kıskançlık, korku, hayal kırıklıkları, şefkat, sevgi isteği her çocuğun dünyasında eskisi kadar güçlü. Çocuğun gündelik evrenine, duygularına, duyarlıklarına, hayallerine çocuk edebiyatı hâlâ karşılık verebiliyor. Zannedildiği kadar kitaplardan kaçmıyor çocuklar. Kitap karakterleriyle bağlar kuruyor, sorunlarını onların üstünden düşünebiliyorlar. Çocuk edebiyatında eserler veriyorsunuz ancak hikâyelerinizin yaşsızlığı dikkat çekiyor. Sizce biz yetişkinler çocukluğun neresindeyiz ve neden hikâyelerinizi bizler de bu kadar çok seviyoruz? Çocuklara yazmayı küçümsediğinizde çocuksuluğa başvurulabilir ya da yetişkin bakışıyla verilmek istenen mesajları kurgunun içine yerleştirir, metni bir amaçla oluşturursunuz.
Bu da yapay ve tat alınması zor kitaplar üretir. Kendi hoşlandığım, merkezine çocuğu aldığım öykülemeler yapmaktan hoşlanıyorum. Yetişkinlerle çocukların kitaplarımı beraber okuduklarını gözlemliyorum, bu da umudumu çoğaltıyor. Çocukların samimi duygularla dolu dünyası yetişkinlerin çetrefil dünyasının önüne geçiyor. Entrikalarla, istilacı anlayışlarla uğraşmak yerine çocuk dünyasının saf ve ışıklı yollarında dolaşmayı hepimiz özler olduk.
‘Vanilya Kokulu Mektuplar’ adlı kitabınızın kahramanı Kıymık anneannesini sınıfın kapısındaki eşiğe benzeterek “Bana çelme takmadığı bir sabah bile yok” diyor. Sizce eğitim sistemimizin çocukların önüne koyduğu eşikler neler ve onların bu eşikleri aşabilmelerinde edebiyatın rolü nedir?
Eğitim sistemimiz en başta yaratıcılığı öldürüyor. Puan vermeye, teste dayalı eğitim ezberci yapısıyla çocuğun alabildiğine zengin hayal dünyasına ket vuruyor. Edebiyat çocuğu her şeye rağmen hayal kurmaya çağırıyor. Okuduğu metnin içinde gezinirken karakterleri, mekânları hayalinde yeniden yaratıyor. Tanık olduğu, kendi başına gelen olaylarla karşılaştırıyor, bildik duyguları bilinçaltından geri çağırıyor. Benzer hisleri ben de yaşamıştım ama yazar kadar iyi ifade edememiştim, şimdi kendimi daha iyi tanıyorum, diyebiliyor. Kendi yaşam döngüsünde edindiği bilgiler ve bakışla metni yeni baştan yazıyor adeta.

BİR PORTRE: Seksen yaşında bir başyapıt/Sabahattin Ali
Son yıllarda Sabahattin Ali’nin adı hep ‘Kürk Mantolu Madonna’ ile beraber anılıyor olsa da büyük ustanın bir diğer başyapıtı şüphesiz ‘Kuyucaklı Yusuf’tur. Sabahattin Ali’nin hapishane yıllarında filizlenen, ilk yayımlandığında yasaklanan romanı ‘Kuyucaklı Yusuf’ 80. yıl özel baskısıyla yeniden karşımızda.
Sabahattin Ali 1907 yılında Gümülcine’de doğdu. İstanbul Muallim Mektebi’ni bitirdikten sonra öğretmenliğe başladı. 1928 yılında bakanlık tarafından dil eğitimi için Almanya’ya gönderildi. Etnik milliyetçiliğin yükselişte olduğu Almanya’da bir hümanist olarak barınması zordu. Kısa bir süre sonra, sudan bir sebeple okuldan atılarak memlekete döndü. Sabiha ve Zekeriya Sertel çiftinin çıkardığı, Nâzım Hikmet’in de yazılarına kucak açan ‘Resimli Ay’ dergisine gitti. Bir öyküsünü Nâzım Hikmet’in masasına bıraktı. Ünlü şair hikâyeyi okuduğunda Sabahattin Ali’deki cevheri keşfedecekti…
1930’da Aydın’da Almanca öğretmenliği yapmaya başlayan Sabahattin Ali, düşüncelerini söylemekten çekinmediği için komünizm propagandası yapmakla suçlandı. Beraat edene kadar üç ay Aydın Hapishanesi’nde kaldı. Hapishanede dinlediği hikâyeler ‘Kuyucaklı Yusuf’un filizlenmesini sağlayacaktı. 1931’de yine öğretmen olarak Konya’ya gönderildi. Konya’da tarihçi Cemal Kutay ‘Yeni Anadolu’ gazetesini çıkarıyordu. ‘Kuyucaklı Yusuf’un ilk tefrikası ertesi yıl bu gazetede yayımlandı. Sabahattin Ali, Cemal Kutay’dan parasını alamayınca tefrikayı bıraktı. Aynı sene, ‘Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya hakaret’ suçundan yargılandı. Bir sene hapis cezasına çarptırılan yazar, Konya Hapishanesi’ne sevk edildi. 1933’ün mayıs ayında Sinop Hapishanesi’ne nakledildi, kasım ayında çıkan afla serbest kaldı.
1936 yılının sonuna doğru ‘Kuyucaklı Yusuf’u tamamladı. Kitap, ‘Tan’ gazetesinde ilk defa eksiksiz olarak tefrika edildi. 1937’de Yeni Kitapçı Yayınevi tarafından roman olarak basılır basılmaz mahkeme kararıyla toplatıldı. Sabahattin Ali, bir hafta önce doğan kızı Filiz’i doya doya sevemeden 7 Ekim 1937’de ‘halkı aile hayatı ve askerlikten soğutmak’ suçundan yargılandı. Bilirkişi raporları lehineydi. Böylece hem Sabahattin Ali hem de ‘Kuyucaklı Yusuf’ beraat etmiş oldu.

OKUMA ÖNERİLERİ
1.Sükût Ayyuka Çıkar/ Yücel Balku/ Van Yayınları
2.Yaşamdan İzler (Yazının Seyir Defteri 1/ Doğan Hızlan/ Eksik Parça Yayın
3.Edebiyat Hayatın Neresinde (Yazının Seyir Defteri 2)/Doğan Hızlan/ Eksik Parça

Exit mobile version