Bugün dünya edebiyatında özellikle biyografi türünün eşsiz ustası olarak tanınan Stefan Zweig, “Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi”ni kaleme aldığı 1934 yılında ününün doruğundaydı.
Zweig, Erasmus biyografisinde, Batı hümanizminin kurucusu ve hümanistlerin en büyüğü sayılan bu düşünürün yaşadığı zaman parçasıyla, kendi yaşadığı dönem arasında koşutluk kurmaya çalışmıştı.
Erasmus’un eserleri, Zweig’ın deyişiyle, “Deliliğe Övgü”nün dışında, neredeyse tamamen unutulmuş ve geniş çevreler için Rotterdamlı Erasmus, tarih okumuş olanların bilmesi gerekli bir ad olmanın ötesinde bir anlam taşımamaktaydı. Oysa bu düşünür bütün hayatını, insanları ne pahasına olursa olsun, kitle çılgınlıklarına kapılmaktan alıkoymaya, kargaşayı ortadan kaldırmaya adamış, bütün Avrupa uluslarını bilimlerin ve sanatların çatısı altında birleşen tek bir toplum olarak görmeyi en yüce ideal bilmişti.
Barış uğruna savaşma yürekliliğini de gösterebilen bir barış dostu, dünyadan ve düşünceden yana olan hümanist idealin en güçlü savunucusu Erasmus, edebiyatı ve felsefeyi, kitapları ve sanat eserlerini, dilleri ve halkları sevdi; bütün bunların ötesinde de daha yüksek bir ahlak anlayışını yerleştirmek amacıyla, hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanlığı sevdi. Yeryüzünde aklın ve mantığın gerçek düşmanı sayıp reddettiği tek şey ise bağnazlık oldu. Onun inancına göre gerek bireyler, gerekse toplumlar arasındaki bütün çekişmeler, karşılıklı hoşgörü ile kaba kuvvete başvurulmadan çözümlenebilirdi. Çekişmeleri iyi niyetli çabalarla yatıştırmak, bulanık olanı aydınlığa kavuşturmak, kargaşayı gidermek, görünüşte genellik niteliğinden yoksun olanı herkese ortak kılabilmek sanatı, Erasmus’un beklemesini bilen dehasının güçlü yanıydı. Çağdaşları, ona karşı olan gönül borçlarını bir parça olsun ödeyebilmek için, insanlar arasında anlaşma havası yaratma hedefine yönelik bin türlü çabanın kaynağı olan bu iradeye “Erasmus Anlayışı” adını vermişlerdi.
Ne var ki tarih, kendini sessiz sedasız insanlığa adayan bu düşünürü görmezden gelecekti. Böylesine tertemiz, böylesine yüce idealleri temel almış bir evren, neden kalıcı olamadı? Erasmus Anlayışı’nın böyle güçsüz kalmasının nedeni neydi? Zweig bu soruyu şöyle yanıtlıyor: “Yalnız ve yalnız toplumun esenliğini amaç edinen bir ideal, geniş halk kitleleri için hiçbir zaman tümüyle yeterli olamaz; ucuz kafaların var olduğu yerde, salt sevginin yanı sıra nefret de o karanlık hakkını ileri sürer ve bireyin, ortaya atılan her düşünceden en kısa sürede kendi kişisel çıkarını sağlama eğilimini belirginleştirir.”
Erasmus’tan sonra Spinoza, Lessing ve Voltaire, onun bıraktığı kordan meşalelerini yaktılar; onun öğrencisi olan ve “insanlıktan uzaklaşmayı kötülüklerin en büyüğü” sayan Montaigne ise, akıl ve hoşgörü mirasını sonraki kuşaklara taşıdı.
Avrupa tarihinin dramatik gelişimine barış yanlısı, uzlaştırıcı nitelikte bir insanlık politikası yerine, her türlü fırsatı ne pahasına olursa olsun değerlendiren bir iktidar politikasının yön verdiğine dikkat çeken Zweig, son söz olarak, şunları söylüyor:
“Ne akıllı ve soğukkanlı kişilerin Erasmus Anlayışı’nın gerçekleşebilme olanaksızlığını sürekli olarak kanıtlamaları ne de gerçeklerin onları görünürde hep haklı çıkarması, bir gerekliliği değiştirebilecektir: İnsanları ayıran noktaları değil, bunların üzerinde kalan birleştirici öğeleri vurgulayanlara ve daha yüksek bir Hümanizmin egemen olacağı bir çağın geleceğine ilişkin düşünceyi insanların yüreklerinde inançla yenileyenlere insanlığın her zaman ihtiyacı olacaktır. Bu miras içerisinde, büyük ve yaratıcı bir müjde etkin olmaktadır. Çünkü ancak insan ruhunun kendi yaşam alanından yola çıkarak bütün insanlığa bulunduğu atıflar, tekil insana kendi gücü üzerinde bir güç kazanma olanağını armağan eder. İnsanlar ve toplumlar, gerçek ve kutsal ölçütlerini ancak kişilerüstü ve gerçekleştirilmesi neredeyse olanaksız ideallerin evreninde bulabilirler.”
Son nefesine kadar bir hümanist, gerçek bir dünya vatandaşı olarak kalan Zweig’ın deneme türündeki bu başyapıtı, her türlü bağnazlığa bir savaş ilanı niteliği taşıyor.
YORUMLAR