Moda’daki evimi boşalttığımda yıl 2020ydi. Pandemi başlayalı birkaç ay olmuştu ve 1-2 sene gezgin hayatı yaşayarak bu sürenin sonunda kendi evimi almayı planlamıştım. Portekiz’de eşim ve çocuğumla geçirdiğim zamalar dışında Türkiye’yi kıyı kıyı gezecek, uzun süredir görmediğim arkadaşlarımı görecek, belki bir türlü gerçekleştiremediğim uzun bisiklet turumu yapacaktım.
Tabii ki olaylar böyle gelişmedi. Ve bu gezginlik döneminde çook önemli başka bir şeyi bir fark ettim aslında. Önemli bir şeyi, kendimle ilgili bir şeyi. Aslında hepimizle ilgili bir şeyi…
Konu ilginizi çektiyse, buyrun sohbete…
…
Başını alıp uzaklara gitmek, bütün bağlarından kurtulmak, hayatına yeni bir sayfa açmak, sana iyi gelmeyen şeylerle vedalaşmak; Zamanımızın, hatta kuşağımızın popüler konuları biliyorsunuz. Knausgaard “Kavgam” serisinin dördüncü kitabı “Karanlıkta Dans”ın başında bu gezgincilik duygusuyla ilgili 18 yaş izlenimleirini şöyle anlatıyor:
“Sevdiğim bütün kitapların temaları özünde aynıydı. … Toplumda yerini bulamayan ve hayatın getirdiği ruinlerden fazlasını isteyen, kısacası burjuva toplumundan nefret etmiş, özgürlük arayan genç adamlar. Seyahat ediyorlar, kafayı bulana dek içiyorlar, okuyorlar ve büyük aşkın, büyük romanın hayalini kuruyorlardı. /istedikleri şeyi ben de istiyordum. … Bütün otoritelerden nefret ediyordum, içinde yetiştiğim burjuva değer yargılarına sahip ve insanlığa materyalist bakış açısıyla yaklaşan lanet olası ana akım topluma karşıydım…. Bilmem gereken tek şey, sahip olmam gereken bütün bilgi, gerçekten gerekli olan tek şey, okuduğum kitaplarda ve dinlediğim müziklerde mevcuttu. Para ya da statü sembollari umrumda değildi, değerin hayatta, başka bir yerde aranması gerektiğini biliyordum. (syf 9)”
Gitme fikrinin bu denli popüler olmasının sebebi öncelikle aile üzerinden kurulan geleneksel bağlara bir başkaldırı olmasıydı ve bu açıdan anlaşılabilirdi şüphesiz. Dokuz yüzlü yıllara damgasını vuran tüm düşünce ve sanat akımlarının yolu birey olmaktan, “sürüden ayrılmaktan” geçiyordu. Büyük aileler dağılmalıydı, insan kendisini boğan feodal ilişkilerden kurtulmalıydı; Hippiler, beatçiler, punkçılar, varoluşçular, hepsi “sürüden ayrılmak”la ilgili bir yerden kuruyordu hayatla ilgili sözlerini. Ve “alıp başını gitmek” tam da bu karşı çıkışın dört dörtlük metaforuydu… Red kit atına biner ve uzaklaşır, Thelma ve Louise arabasına biner ve uçuruma sürer, Chris, İnto the wild’da sırtına çantasını alır ve doğanın içinde, ormanın ortasında tek başına yaşamaya gider… Buraya kadar uzlaşıyorduk sanki. Gitme duygusu içimizde ve güçlüydü. Ama buradan sonra mesele biraz karmaşıklaşıyordu.. İnsan tüm bağlaradan kurtulup gidince, yalnız kalınca ne yapacaktı?
Kaybolan bağlar isimli muhteşem kitabında(Metis) Johan Harri “insan bir süredir yalnızlığı deneyimliyor ve başarılı olamıyor” der… Modern zamanlar bize yalnız kalmanın olanaklarını kısmen sunuyor aslında, 70m2lik evler, akşam kendi istediğimiz filmi izleyebilme özgürlüğü gibi, ama bu 70m2lik özgürlük garip bir şekilde depresyon dediğimiz son derece yaygın, hatta yüzde 15 intihar etme riski olan bir hastalığa yol açıyor. Zira insan topluluk halinde yaşayan bir canlı ve toplumsal bağlardan uzaklaştığında aslında hayatla ilişkisi zayıflamaya başlıyor.
“Nietzsche ağladığında” kitabında Nietzsche, evinden uzaklaşmayla ilgili bir rüya görür ve bu onu çok korkutur. Meşhur “amor fate” “kaderini sev” felsefesi buradan çıkar. Mutluluk gitmekle değil, kalmakla, derin bağlar kurmakla ilgilidir.
Burada teklif edilenin aileye, feodal bağlara geri dönmek “olmadığı” su götürmezdir. İnsanlık o sorunlu bağların içinden modern bireyi çıkarmak için uzun mücadeleler vermiştir zira, geri dönmeyi teklif etmenin bile boş romantizmin ötesinde aptalca olacağı su götürmezdir. Tam da bu noktada zamanın felsefecileri aile ötesinde bir dayanışmanın, bir araya gelmenin mümkün olup olmadığını sorgular. İlgilenenler için Dr. Alper Hasanoğlu’nun bu konuyu detaylı ve doyurucu işlediği youtube videoları mevcut.
Nomadland filminde kocası ve işini kaybeden Fern kendini yollara vurur. Göçebelerle, karavan insanlarıyla yaşamaya başlar ve öykünün sonunda, gerçekten “kalmakla ilgili iyi bir seçenek oluştuğunda bile” oradan kaçıp gider. Sonra anlarız ki asıl kaçtığı 30 sene boyunca arka penceresinden dağları seyrettiği evidir. O toplumun kendisini hapsettiği yerden kaçmaktadır aslında. Diyeceğim; Her gidiş de kötü değildir şüphesiz!
Başını alıp gitmek bir sektördür aslında; İnsanlar bundan trilyonlar kazanır ve hatta kimi ülkelerin(bizimki gibi) ekonomisi bununla döner. Adına “turizm” deriz. Ve bu “tatil” dediğimiz, yazın 15 gün tüketmek için bütün kış beklediğimiz, bütün boş zamanımızı, paramızı üzerine boca ettiğimiz şey nedir, nicedir, hiç düşünmeyiz. Tatile gidilir ve hep bir boşluk hissiyle dönülür aslında, yılın 15 gününe sıkıştırılmış olan şeyin aslında hayatımızın içinde ve her zaman olması gerektiğini en derinimizde, hissederiz.
Meşhur kişisel gelişim kitabı “Not to give a fuck”ta Mark Manson gitme, uzaklaşma, dünyayı gezme romantizmine kökten karşı çıkar ve 70’ten fazla ülkeyi gezdikten sorna yaşadığı tuhaf bir duygudan bahseder; Artık her yer birbirine benzemektedir. Gittiği yerleri hatırlamamaktadır ve hiçbir yer onda bir heyecan uyandırmamaktadır. Bunu biraz açalım. Ne demek istiyor?
Özellikle son 20 yılın turizmi gerçekten otantik, özel yerleri birbirine benzetti; Artık İzmir kordonda gezmekle, Nice’in ya da Selanik’in ana caddesinde gezmenin hiçbir farkı yok, öyle ki, Kordon’u biliyorsanız, Selanik ya da Nice’de yolunuzu bulabileceğinizi düşünmeye başlıyorsunuz. Restoranlardaki yemekler aşağı yukarı aynı, sokaklarda satılan şeyler aynı, hiçbir şeye dokunmadan, hiçkimseyle tanışmadan, kültürü soluyamadan yaptığımız o soğuk tatiller, buzdolabında bekleyen hazır pizzalar gibi, iyi bir şeye “benziyorlar” sadece, ama “o” değiller. Turizm sizi bilmem ama, benim büyüdüğüm kasabaların üzerinden silindir gibi geçti. Bütün ruhunu ve gizemini aldı götürdü. Verdiği zararla herhangi bir nükleeer reaktörden, altın madeninden ya da orman yangınından hep daha etkili oldu. Ama bunu hiç konuşmadık, çünkü turizm bizim de tükettiğimiz bir şeydi ve biz kötü insanlar olamazdık.
Gittiğimiz seyahatlerde, yaptığımız tatillerde ve yolculuklarda; her gidişimizde, bir şey eksikti hep, git git bulamadığımız, bir türlü ulaşamadığımız, biz gittikçe uzaklaşan şey neydi?
Bu iki senelik gezginliğimde her gittiğim yerde insanlarla ilişkilerimi baştan kurduğumu fark ettim; Görüşmediğimiz dönemde olanları konuştuğumuz geniş, yaşamayan bir konuşma… Bir alfabeye baştan başlamak gibi, hep “a” harfini öğrenmek gibi. Bir şarkının hep ilk dizesini okumak gibi, yoğurdun hep kaymağını yiyip kendisine hasret kalmak gibi. İnsanları kitaplara benzetirsek; hep kapaklarını görüyordum, introlarını, fragmanlarını; Hayatın içine dahil olamıyordum. Hayat bu şekilde beni içine almıyordu. Yaşamak şüphesiz “kalmak”la ilgili bir şeydi. Kalmak, köklenmek, bakkalı tanımak, karşıda tek başına yaşayan teyzeye çorba götürmek, akşamüstü bir arkadaşınla buluşmak ve dertleşmek, gece tanıdık insanlarla çevrili bir ağın ortasında uyumak. Yunan adalarındaki köylüler gibi; uzun günler boyunca kahveden gelen geçeni seyredip boş şeyler konuşmak, politikacılara küfretmek ve birinin selası okunduğunda onu tanıyıp üzülmek, bir anıyı hatırlamak gibi.
Okan Bayülgen’in programında Gülden Mutlu yurtdışından Türkiye’ye dönünce bakkaldan bir şey almak için evden çıktığını anlatır. “O an ayaklarımın ilk kez yere bastığını fark ettim ve merdivenlerein kenarına oturup ağladım” der ve devam eder “bir yere ait olma hissi budur!” Yurtdışında az çok vakit geçirmiş herkes bilir bu duyguyu. Sürgün, yurtdışında isteğin dışında vakit geçirmek, bir gülün vazoya konması gibi, zordur. Orada hep yabancısındır. Kuşum Aydın da -garip bir şekilde aynı programda- yurtdışında yaşamanın nasıl bir cehennem olabileceğini anlatır, harika anlatır. Ara sıra açar açar izlerim. Yurtdışı düşünenlerin ruhsuz gezginleri izlemek yerine bu ikisini mutlaka izlemelerini tavsiye ederim. Yurtdışında gitmek için iki değil beş kez düşünmenizi öneririm.
İki senelik gezginlik planım oldukça maceralı geçti. Ama hayalimdeki gibi değildi. Neyse ki evimi almayı ve bu sene iki buçuk ay içinde yaşamayı başardım ama, bir şeyi fark etmek daha değerliydi; Bu, kalmanın, yerleşmenin, köklenmenin, bunlara vermemiz gereken kıymetin ta kendisiydi. İnsanın kendini başkalarıyla anlayan doğasını hatırlamak; Nilgün Marmara’nın şiirindeki gibi; kafasına içinde aynalarla yaşar insan ve boşluğu da sonsuza kadar çoğaltabilir.
Milyarder filminin sonunda Münir Özkul’un oynadığı karakter “Mahmut hoca”, kasabayı terk etmek üzere olan Şener Şen’in oynadığı Mesut’a sorar; “Peki kendinden kaçabilecek misin Mesut bey?” “İnto the wild”da hikayesi anlatılan ve ormanda tek başına yaşamayı deneyimleyen Chris, ölmeden günlüğüne yazdığı son satırlarda, insanlarla paylaşmadan hiçbir şeyin anlamı olmadığından bahseder.
Yani gitmek öldü sanki dostlar, “bir kenti bırakıp giden” ahmet telli şiirleri doksanlarda kaldı.
Sanki artık bir saksıya ektiğin çiçeğin gelişimini takip etmek, bir köpeğe duygusal olarak bağlanmak, akşamüstü evine gelen bir arkadaşına şarap ikram etmek; İnsanlarla dayanışmanın yeni yollarını bulmak, kalmak, köklenmek, yerleşmek ve paylaşmak üzerine konuşmak daha kıymetli, anlamlı.
YORUMLAR