Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Bu bereketli topraklara ve insanına yazık  etmeyelim!

Yazıma başlamadan önce, toplumsal

Yazıma başlamadan önce, toplumsal bellekte iz bırakmış, kalıplaşmış ve sorgulanamayan bazı kavram  ve sözcüklere  değinmek istiyorum.

Bunlardan biri  uygarlık ve medeniyet kavramı…?

Toplumsal  iletişim kültürümüzde  ; ‘’Uygarlık‘’ ve ‘’medeniyet ‘’ kavramlarını  genelde eş anlamlı sözcükler olarak kullanırız. Oysa bu iki sözcüğün kültürel anlamları, zamansal  açıdan çok farklı kavramları tanımlar.

Uygarlık; insan  soyunun  var oluş süreci ile başlayan ; düşünsel ve bedensel emeği ile ürettiği soyut ve somut  kavramları günümüze kadar ulaştıran, ve bundan sonra devam edecek olan bir sürecin tanımlamasıdır.

Medeniyet ise; insanoğlunun, yerleşik  düzene  geçişi ile başlayan, birlikte  yaşamanın, belli yasal  uygulamalar  altında  başlattığı sürecin  tanımlamasıdır.

  Şüpiliuma…

Önemsediğim diğer bir kavramda Yerel kimlik.

Yerellik coğrafi değil; toplumsal bir tanımlamadır.  İnsanların , yalnızca barındıkları  ortak çember değil; ilkesel olarak adaletin , vicdan ile özdeş tutulduğu ; toplumsal uzlaşı ile  yaşama kültürünü oluşturduğu  birlikte üretip ve paylaştığı yaşama biçimidir.

Bu  kurallarla bağlı ,  yaşayan insanın, doğuştan kazanımları olan; beslenme, barınma, üreme ve güvende yaşama dürtülerinin, aynı kurallara bağlı diğer bireylerin kültürel kimlikleri ile özgürce iç içe girerek yeni bir yaşam kültürü oluşturmasıdır. Kısacası yerellik , ulusal yapının dışındaki  toplumsal  ve kültürel oluşumdur.

Antakya’da ve çevresinde  toplumsal uzlaşı ile  oluşan yerel  yaşam kültürünü , günümüz algılaması ile  Medeniyet kavramı ile açıklamamız , eksik ve yetersiz kalır.  2300 yıllık tarihsel  bir gelişim süreci olan  Antakya’nın ,  oluşan  sosyal , kültürel ve ekonomik  yapısını  bu tarih aralığı ile sınırlandıramayız.! Kuruluşundan  önceki yaşam kültürünü de , bu günkü kültürel gelişmişliğe katmamız  gerekir.

Tarihsel süreç içinde , hiçbir yerleşke  veya  kent rastlantı  sonucu kurulmaz ?  Kentler kurulurken , doğal yaşamın ,  beslenme , barınma ve üremesini  güvende sürdürüldüğü mekanlar  seçilerek yapılır. Bu mekanlar , zamanla  birlikte yaşamanın kurgulanacağı   örgün düzenlemelerle  , birlikte  yaşamın ekonomik , sosyal ve kültürel döngüsünü sürdüren yerleşkelere dönüşür.

Antakya ,  Selevkoslar tarafından kurulurken , tüm bu özelliklerinin yanında , binlerce yıllık kültürel aktarımın belleğinden de  yararlanıldı. Afrika , Avrupa ve Asya gibi   üç kıtanın kesim  noktasında ,  sağında Amik gölü , solunda Akdeniz’in,  ipek yolunun Akdeniz’e  ulaşan son noktası  , önünden Asi nehrinin geçtiği  ,   sırtını Silpius  dağına  yaslanan güvenli   alan seçilerek   konumlandı.

Bu  süreç , yalınca bu stratejik  düşünceyle konumlanmamış ayni zamanda , güneyden kuzeye doğru göç yolları üzerinde kurulan , geçici barınma yeri olarak kullanılan  bir kent olma  özelliğini de beraberinde  getirmiştir.

Asi nehrinin Lübnan dağlarının  eteklerinden doğup , yaklaşık 525 km yol kat ettikten sonra  , Antakya ‘dan geçip  Akdeniz’e  ulaşması bu göç yolunun , beraberinde ekonomik zenginlikle  birlikte kültürel  çeşitliliğini artırdı. Bu özelliğinden dolayı , çağın koşullarına uygun olarak dünyanın  üç büyük kenti arasına girdi.

Sizce bu rastlantı olabilir mi..? Olmaz tabi..!

Çünkü ; Antakya kurulurken , yalnızca stratejik konumundan değil ,ayni zamanda , binlerce yıl önceki ,sosyal ve kültürel birikiminin , belleksel aktarımı ile bu görkemine  ulaştı.

Hatay ‘da yapılan Arkeolojik kazılar bunu kanıtlayacak niteliktedir.

Değerli Hocam  Prof.Dr. Erksin Gülgeç Hocamın , Hatay’ın Samandağ ilçesi , meydan köyüne yakın , kel dağının eteklerinde bulunan üç ağız mağarasında yaptığı arkeolojik kazılarda , şimdilik ,günümüzden  43.000 yıl öncesine kadar , sosyal ve kültürel bir yaşamın varlığının izlerine rastlamış. Hatta bu yaşam sürecinin günümüzden 200.000 yıl öncesine kadar gidebileceği düşünülmektedir. Çünkü , üç ağız  mağarası  , Akdeniz çanağında , güneyden , kuzeye doğru  göç yoları üzerinde bulunan  bir  durak noktası  konumundadır. Zaten bu mağaranın hemen ilerisinde bulunan  Asi nehri ‘ de diğer göç yolun  Akdeniz’e  ulaşan son noktasıdır. Bir yerde üç ağız mağarası , deniz ve nehir göç yollarının kesim noktasındadır. Bu kesim noktasında , deniz kabuklarından yapılmış bir kolye bulunur. Bu kolye , bilgeliğin gücünde , yönetsel gücün oluştuğu toplumsal düzenin ,dünyada bulunan ilk simgesel takısıdır. Hani konferanslarda , veya törenlerde taktığımız kolyeler var ya !! İşte o kolyelerin  düşünsel aklı Samandağlı hemşerilerimizin 43.000 yıl önce yaşamış olan hemşerileridir.

Diğer bir arkeolojik çalışmada , Doç. Dr. Murat Akar hocamızın;  Antakya -Reyhanlı  karayolu üzerinde  , yaklaşık 20. Km  de bulunan  , Amuk kültürel havzasının içinde yer alan ;  eski adı Alalah  olan , Tel Aççana höyüğünde yaptığı kazıdır.

Bu kazılar sırasında , duvar kalıntıları arasında bulunan ve 3 bin 800 yıl öncesine tarihlenen , hiç zarar görmemiş bir tablet bulunur. Bu tablette ; Alalah’ın  bilinen ilk kralı  Yarim -Lim’in  başka bir kenti satın almak  istediğini ve bu vesile ile  bir antlaşma yaptığı yazılıdır. Bu antlaşma , aslında bize bu, bu kültürel havzada yazının ilk kullanıldığı yerlerden biri olduğunu  ;  bölgedeki kralların ; başka bir kenti satın alabilecek ekonomik güce  sahip olduğunu gösteriyor.

Satış Anlaşması Yapılan Yazılı Tablet

Tabletin üzerinde ; bu satışa  şahitlik eden , büyük olasılıkla kentin önemli ileri gelenlerinin isimleri de yazılı. Bir anlamda ,  o dönemde şahit listesinin yer alması , sosyokültürel düzeyin  yüksek olduğunu ve erdemleri önceleyen sözleşmelerin varlığını kanıtlıyor. Ne kadar ilginç değil mi?

Başka ilginç bir arkeolojik kazıda  , Prof. Dr. Hatice Pamir Hocamızın ,  başkanlığında yürütülen  Antakya ilçesine bağlı Küçük dalyan Mahallesi sınırları içerisinde  bulunan Antik Hipodrom ve çevresi kazılarıdır.2013 yılından bu yana yürütülen kazılarda ,elde edilen bulgulara göre , Helenistik dönem yapıları üzerine kurulan  , boyu 513 metre genişliği  110 metre olan , yapım  tarihi milattan önce 67 yıllarına kadar  uzanan  Antik bir  Hipodrom bulunur.

Bulunan ,Hipodrom iki katlı ve 80.000 kişi kapasiteli . Bu özelliği ile dünyanın en görkemli yapılarından biridir. Dönemin , hipodromları ile kıyaslarsak , Roma şehrindeki , Circus Maximus’la  ayni büyüklük ve kapasitededir. Hoş , şimdiki stadımızla kıyasladığımızda , beş katı büyüklüğünde ve iki buçuk katı seyirci alma kapasitesine sahiptir.

Hipodromda ; dönemin  at yarışları , olimpiyatlar ; festivaller ; çeşitli gösteriler  ve buna benzer eğlenceler düzenlenirdi. Bunlardan biri , dört yılda bir düzenlenen , Mısır’ dan , Kıbrıs’a Yunanistan’a kadar uzanan   bölgeden gelen yarışmacıların katıldığı at yarışlarıydı.

Yapılan kazılar sırasında , hipodromun batı kısmında iki ilginç  yapıya  daha rastlanır. Bu yapıların  içinde , eğlence yeri olarak kullanılan mekanlar , kemik zarlar , oyun taşları ve üflemeli çalgı aletleri bulunur. Belli ki ; dönemin hemşerileri eğlence ve kumar yaşatışına  düşkün bir yaşam tarzı  sürüyorlardı?

Kazılar sürdükçe , kim bilir daha ne ilginç  bulgulara daha ulaşılacak.?

Üç Ağız Mağarası Meydan Köyü Samandağ

Bütün bu arkeolojik Çalışmalar , bizlere şimdilik 43.000 yıllık belgelenmiş bir yaşam kültürünün  Antakya, Amuk ovası , Akdeniz üçgeni arsında  varlığını  ve bu güne kadar kesintisiz olarak  kültürel bellekle  bu günlere aktarıldığını  kanıtlıyor.

İnsanlığın  gelişimsel  sürecinde ; bilimi,  sanatı ,kültürü, felsefeyi , inançlarla  yoğurup; bunu , yeme içme kültürüne ; nakış  eden ,her defasında ; insancıl, yeni  bir  yaşam kültürüne , dönüştüren ve bu süreci insanlığın ortak  kültürel mirasına armağan eden bu bereketli topraklardır.

Bu toprakların , kültürel belleğinin toplandığı , değişim ve dönüşüme uğradığı , her defasında yeni bir kültürel senteze ulaştığı  yer Antakya ‘dır.

Bunun için , batıda yaşayanlar , Antakya ya ‘’ Doğunun Kraliçesi ‘’ anlamında , ‘’ ’Orientis  Apicam  Pulcurum .’’  unvanını verdiler.

‘’Doğunun kralı ‘’ unvanını verselerdi , yalnızca kaba güçten , görkemden ve teklikten söz edeceklerdi.! Oysa Antakya’yı tanımlayanlar ; hep ‘’Doğunun kraliçesi ‘’ kimliğini  kullanmışlardır. Çünkü ; kraliçelik , üretkenliği, bereketi ,bilimin saklandığı yeri , hikmeti ,üremeyi , merhameti  ve yaşamın mutlu ve huzurlu döngüsünü simgeler.

Tel Açcana Mühür…

Bunun için , Antakya  ve çevresinde yaşamını sürdüren her birey ;

Sahip olduğu,  binlerce yıllık ; bu kültürel birikimi ;  yaşam kültürünün bir parçası olarak  kanıksar ve özümser . Bunu ,Kültürel geçişli , değişim ve dönüşümü önceleyen   insani  bir miras olarak kullanır. Bu mirası da  ; insanlığın gelişimsel sürecine ; geçmişten, geleceğe aktarılması gereken onurlu ve  kardeşçe bir paylaşım olarak görür.

Bu mirası paylaşırken ;  yüz yıllarca ; ‘’ Hazan’ın, Çan’ın  , Ezan’nın ‘’  birbirinin  özgürlük  alanına  girmeden ; Sema’ya özgürce yükselmesini , kamil insanın , koşulsuz ve engelsiz bir  çağrısı olarak  bilincine yerleştirir.

Bu yüzdendir ki ; insancıl ,  sosyal, kültürel  ve paylaşımcı bir yaşam biçimi özümsemiş  Antakyalılar ,  kadim hemşerilerimizden  kalan  ‘’ Doğunun Kraliçesi ‘’ unvanını ; depremin yıkımına rağmen , geçmişin ruhunu taşıyarak , el birliği ile  , yeniden bu kenti  yapılandırarak sahip olmak istiyorlar.

Bu düşsel bir istek  değil , bu toprakların bereketi ile filizlenen her bireyin düşünsel isteğidir.  Bu istek, törpülenmemeli veya yok sayılmamalı ! Sayılırsa .. ?  Binlerce yıl  , düşünsel ve bedensel emekle oluşturduğumuz kültürel belleğimiz kesintiye uğrar ,  geçmişle bağımız kesilir ! Kimliğimiz sorgulanır hale gelir?

O zaman ;

43.000 bin yıl önce İnsanlığa statüyü kazandıran Samandağlı hemşerimize ;

Hz. Hızır ile HZ. Musa’yı buluşturan imana ;

Doğu  Akdeniz çanağında  ; 4300 yıl önce  uygarlık kuran ,insanlığa  Işık  saçan Luvi ‘lere ;

Bebeklikten , kafataslarını  ,sivriltip  ruhban sınıfına hazırlanan hemşerilerimize;

Şuppiluliuma’nın düşmanı korkutan gözlerine ;

Tel  Aççana ‘da  bulunan gizemli tapınağa, Hz. Süleyman’dan önce mührü kullanan krallara ve şahitli şehir satın almalara ;

Doğa yasaları ile birlikte, erdemli olmayı öğreten  stoa okullarına ,

Yıkıma uğrayan  şehri için ağlayan Tike ’ye ;

Apollon’un , Defneye olan  karşılıksız aşkına  akıttığı , göz yaşlarının , Defne  şelalesine  dönüşmesine ;

Mitra inancını ; Perslerle paylaşan ; onu korkudan  eyleme geçirmeyip ; düşünüde saklayan hemşerilerimize  ;

Roma İmparatorlarına ev sahipliği yapan  kentimize ; Olimpiyatların yapıldığı , gece hayatının ve şans oyunlarının çılgınca oynandığı mekanlara ;

Hıristiyanlığa isim babalığı yapan; dünyanın ilk mağara kilisesini kuran hemşerilerimize,

Altın Ağızlı Yuhana’ nın, ve  Luka’nın   Memleketine ;

Tek tanrıya inanma  çağrısı yapan  Habi-İ Neccar’ın  şehit edildiği  mekana.

Anadolu’da  İlk Cami’yi  inşa eden Müslümanlara,

Beyazdi- İ  Bestami  Hazretlerinin  zuhur ettiği  mekana;

Haçlı şövalyelerinin ; kutsal toprakları ele geçirmek için ;  fetih edilemez kaleler kurduğu ; Bakras ve Kos kalelerine ;

Ana vatana katılan son vatan  parçası olan Hatay’ımıza yazık olur!!

Bu bereketli topraklara ve insanına yazık etmeyelim.

Saygılarımla

Jozef Naseh

Arkeolog