Yazıma başlamadan önce , toplumsal bellekte iz bırakmış , kalıplaşmış ve sorgulanamayan bazı kavram ve sözcüklere değinmek istiyorum.
Bunlardan biri uygarlık ve medeniyet kavramı…?
Toplumsal iletişim kültürümüzde ; ‘’Uygarlık‘’ ve ‘’medeniyet ‘’ kavramlarını genelde eş anlamlı sözcükler olarak kullanırız. Oysa bu iki sözcüğün kültürel anlamları, zamansal açıdan çok farklı kavramları tanımlar.
Uygarlık; insan soyunun var oluş süreci ile başlayan ; düşünsel ve bedensel emeği ile ürettiği soyut ve somut kavramları günümüze kadar ulaştıran, ve bundan sonra devam edecek olan bir sürecin tanımlamasıdır.
Medeniyet ise; insanoğlunun, yerleşik düzene geçişi ile başlayan, birlikte yaşamanın, belli yasal uygulamalar altında başlattığı sürecin tanımlamasıdır.
Önemsediğim diğer bir kavramda Yerel kimlik.
Yerellik coğrafi değil; toplumsal bir tanımlamadır. İnsanların , yalnızca barındıkları ortak çember değil; ilkesel olarak adaletin , vicdan ile özdeş tutulduğu ; toplumsal uzlaşı ile yaşama kültürünü oluşturduğu birlikte üretip ve paylaştığı yaşama biçimidir.
Bu kurallarla bağlı , yaşayan insanın, doğuştan kazanımları olan; beslenme, barınma, üreme ve güvende yaşama dürtülerinin, aynı kurallara bağlı diğer bireylerin kültürel kimlikleri ile özgürce iç içe girerek yeni bir yaşam kültürü oluşturmasıdır. Kısacası yerellik , ulusal yapının dışındaki toplumsal ve kültürel oluşumdur.
Antakya’da ve çevresinde toplumsal uzlaşı ile oluşan yerel yaşam kültürünü , günümüz algılaması ile Medeniyet kavramı ile açıklamamız , eksik ve yetersiz kalır. 2300 yıllık tarihsel bir gelişim süreci olan Antakya’nın , oluşan sosyal , kültürel ve ekonomik yapısını bu tarih aralığı ile sınırlandıramayız.! Kuruluşundan önceki yaşam kültürünü de , bu günkü kültürel gelişmişliğe katmamız gerekir.
Tarihsel süreç içinde , hiçbir yerleşke veya kent rastlantı sonucu kurulmaz ? Kentler kurulurken , doğal yaşamın , beslenme , barınma ve üremesini güvende sürdürüldüğü mekanlar seçilerek yapılır. Bu mekanlar , zamanla birlikte yaşamanın kurgulanacağı örgün düzenlemelerle , birlikte yaşamın ekonomik , sosyal ve kültürel döngüsünü sürdüren yerleşkelere dönüşür.
Antakya , Selevkoslar tarafından kurulurken , tüm bu özelliklerinin yanında , binlerce yıllık kültürel aktarımın belleğinden de yararlanıldı. Afrika , Avrupa ve Asya gibi üç kıtanın kesim noktasında , sağında Amik gölü , solunda Akdeniz’in, ipek yolunun Akdeniz’e ulaşan son noktası , önünden Asi nehrinin geçtiği , sırtını Silpius dağına yaslanan güvenli alan seçilerek konumlandı.
Bu süreç , yalınca bu stratejik düşünceyle konumlanmamış ayni zamanda , güneyden kuzeye doğru göç yolları üzerinde kurulan , geçici barınma yeri olarak kullanılan bir kent olma özelliğini de beraberinde getirmiştir.
Asi nehrinin Lübnan dağlarının eteklerinden doğup , yaklaşık 525 km yol kat ettikten sonra , Antakya ‘dan geçip Akdeniz’e ulaşması bu göç yolunun , beraberinde ekonomik zenginlikle birlikte kültürel çeşitliliğini artırdı. Bu özelliğinden dolayı , çağın koşullarına uygun olarak dünyanın üç büyük kenti arasına girdi.
Sizce bu rastlantı olabilir mi..? Olmaz tabi..!
Çünkü ; Antakya kurulurken , yalnızca stratejik konumundan değil ,ayni zamanda , binlerce yıl önceki ,sosyal ve kültürel birikiminin , belleksel aktarımı ile bu görkemine ulaştı.
Hatay ‘da yapılan Arkeolojik kazılar bunu kanıtlayacak niteliktedir.
Değerli Hocam Prof.Dr. Erksin Gülgeç Hocamın , Hatay’ın Samandağ ilçesi , meydan köyüne yakın , kel dağının eteklerinde bulunan üç ağız mağarasında yaptığı arkeolojik kazılarda , şimdilik ,günümüzden 43.000 yıl öncesine kadar , sosyal ve kültürel bir yaşamın varlığının izlerine rastlamış. Hatta bu yaşam sürecinin günümüzden 200.000 yıl öncesine kadar gidebileceği düşünülmektedir. Çünkü , üç ağız mağarası , Akdeniz çanağında , güneyden , kuzeye doğru göç yoları üzerinde bulunan bir durak noktası konumundadır. Zaten bu mağaranın hemen ilerisinde bulunan Asi nehri ‘ de diğer göç yolun Akdeniz’e ulaşan son noktasıdır. Bir yerde üç ağız mağarası , deniz ve nehir göç yollarının kesim noktasındadır. Bu kesim noktasında , deniz kabuklarından yapılmış bir kolye bulunur. Bu kolye , bilgeliğin gücünde , yönetsel gücün oluştuğu toplumsal düzenin ,dünyada bulunan ilk simgesel takısıdır. Hani konferanslarda , veya törenlerde taktığımız kolyeler var ya !! İşte o kolyelerin düşünsel aklı Samandağlı hemşerilerimizin 43.000 yıl önce yaşamış olan hemşerileridir.
Diğer bir arkeolojik çalışmada , Doç. Dr. Murat Akar hocamızın; Antakya -Reyhanlı karayolu üzerinde , yaklaşık 20. Km de bulunan , Amuk kültürel havzasının içinde yer alan ; eski adı Alalah olan , Tel Aççana höyüğünde yaptığı kazıdır.
Bu kazılar sırasında , duvar kalıntıları arasında bulunan ve 3 bin 800 yıl öncesine tarihlenen , hiç zarar görmemiş bir tablet bulunur. Bu tablette ; Alalah’ın bilinen ilk kralı Yarim -Lim’in başka bir kenti satın almak istediğini ve bu vesile ile bir antlaşma yaptığı yazılıdır. Bu antlaşma , aslında bize bu, bu kültürel havzada yazının ilk kullanıldığı yerlerden biri olduğunu ; bölgedeki kralların ; başka bir kenti satın alabilecek ekonomik güce sahip olduğunu gösteriyor.
Tabletin üzerinde ; bu satışa şahitlik eden , büyük olasılıkla kentin önemli ileri gelenlerinin isimleri de yazılı. Bir anlamda , o dönemde şahit listesinin yer alması , sosyokültürel düzeyin yüksek olduğunu ve erdemleri önceleyen sözleşmelerin varlığını kanıtlıyor. Ne kadar ilginç değil mi?
Başka ilginç bir arkeolojik kazıda , Prof. Dr. Hatice Pamir Hocamızın , başkanlığında yürütülen Antakya ilçesine bağlı Küçük dalyan Mahallesi sınırları içerisinde bulunan Antik Hipodrom ve çevresi kazılarıdır.2013 yılından bu yana yürütülen kazılarda ,elde edilen bulgulara göre , Helenistik dönem yapıları üzerine kurulan , boyu 513 metre genişliği 110 metre olan , yapım tarihi milattan önce 67 yıllarına kadar uzanan Antik bir Hipodrom bulunur.
Bulunan ,Hipodrom iki katlı ve 80.000 kişi kapasiteli . Bu özelliği ile dünyanın en görkemli yapılarından biridir. Dönemin , hipodromları ile kıyaslarsak , Roma şehrindeki , Circus Maximus’la ayni büyüklük ve kapasitededir. Hoş , şimdiki stadımızla kıyasladığımızda , beş katı büyüklüğünde ve iki buçuk katı seyirci alma kapasitesine sahiptir.
Hipodromda ; dönemin at yarışları , olimpiyatlar ; festivaller ; çeşitli gösteriler ve buna benzer eğlenceler düzenlenirdi. Bunlardan biri , dört yılda bir düzenlenen , Mısır’ dan , Kıbrıs’a Yunanistan’a kadar uzanan bölgeden gelen yarışmacıların katıldığı at yarışlarıydı.
Yapılan kazılar sırasında , hipodromun batı kısmında iki ilginç yapıya daha rastlanır. Bu yapıların içinde , eğlence yeri olarak kullanılan mekanlar , kemik zarlar , oyun taşları ve üflemeli çalgı aletleri bulunur. Belli ki ; dönemin hemşerileri eğlence ve kumar yaşatışına düşkün bir yaşam tarzı sürüyorlardı?
Kazılar sürdükçe , kim bilir daha ne ilginç bulgulara daha ulaşılacak.?
Bütün bu arkeolojik Çalışmalar , bizlere şimdilik 43.000 yıllık belgelenmiş bir yaşam kültürünün Antakya, Amuk ovası , Akdeniz üçgeni arsında varlığını ve bu güne kadar kesintisiz olarak kültürel bellekle bu günlere aktarıldığını kanıtlıyor.
İnsanlığın gelişimsel sürecinde ; bilimi, sanatı ,kültürü, felsefeyi , inançlarla yoğurup; bunu , yeme içme kültürüne ; nakış eden ,her defasında ; insancıl, yeni bir yaşam kültürüne , dönüştüren ve bu süreci insanlığın ortak kültürel mirasına armağan eden bu bereketli topraklardır.
Bu toprakların , kültürel belleğinin toplandığı , değişim ve dönüşüme uğradığı , her defasında yeni bir kültürel senteze ulaştığı yer Antakya ‘dır.
Bunun için , batıda yaşayanlar , Antakya ya ‘’ Doğunun Kraliçesi ‘’ anlamında , ‘’ ’Orientis Apicam Pulcurum .’’ unvanını verdiler.
‘’Doğunun kralı ‘’ unvanını verselerdi , yalnızca kaba güçten , görkemden ve teklikten söz edeceklerdi.! Oysa Antakya’yı tanımlayanlar ; hep ‘’Doğunun kraliçesi ‘’ kimliğini kullanmışlardır. Çünkü ; kraliçelik , üretkenliği, bereketi ,bilimin saklandığı yeri , hikmeti ,üremeyi , merhameti ve yaşamın mutlu ve huzurlu döngüsünü simgeler.
Bunun için , Antakya ve çevresinde yaşamını sürdüren her birey ;
Sahip olduğu, binlerce yıllık ; bu kültürel birikimi ; yaşam kültürünün bir parçası olarak kanıksar ve özümser . Bunu ,Kültürel geçişli , değişim ve dönüşümü önceleyen insani bir miras olarak kullanır. Bu mirası da ; insanlığın gelişimsel sürecine ; geçmişten, geleceğe aktarılması gereken onurlu ve kardeşçe bir paylaşım olarak görür.
Bu mirası paylaşırken ; yüz yıllarca ; ‘’ Hazan’ın, Çan’ın , Ezan’nın ‘’ birbirinin özgürlük alanına girmeden ; Sema’ya özgürce yükselmesini , kamil insanın , koşulsuz ve engelsiz bir çağrısı olarak bilincine yerleştirir.
Bu yüzdendir ki ; insancıl , sosyal, kültürel ve paylaşımcı bir yaşam biçimi özümsemiş Antakyalılar , kadim hemşerilerimizden kalan ‘’ Doğunun Kraliçesi ‘’ unvanını ; depremin yıkımına rağmen , geçmişin ruhunu taşıyarak , el birliği ile , yeniden bu kenti yapılandırarak sahip olmak istiyorlar.
Bu düşsel bir istek değil , bu toprakların bereketi ile filizlenen her bireyin düşünsel isteğidir. Bu istek, törpülenmemeli veya yok sayılmamalı ! Sayılırsa .. ? Binlerce yıl , düşünsel ve bedensel emekle oluşturduğumuz kültürel belleğimiz kesintiye uğrar , geçmişle bağımız kesilir ! Kimliğimiz sorgulanır hale gelir?
O zaman ;
43.000 bin yıl önce İnsanlığa statüyü kazandıran Samandağlı hemşerimize ;
Hz. Hızır ile HZ. Musa’yı buluşturan imana ;
Doğu Akdeniz çanağında ; 4300 yıl önce uygarlık kuran ,insanlığa Işık saçan Luvi ‘lere ;
Bebeklikten , kafataslarını ,sivriltip ruhban sınıfına hazırlanan hemşerilerimize;
Şuppiluliuma’nın düşmanı korkutan gözlerine ;
Tel Aççana ‘da bulunan gizemli tapınağa, Hz. Süleyman’dan önce mührü kullanan krallara ve şahitli şehir satın almalara ;
Doğa yasaları ile birlikte, erdemli olmayı öğreten stoa okullarına ,
Yıkıma uğrayan şehri için ağlayan Tike ’ye ;
Apollon’un , Defneye olan karşılıksız aşkına akıttığı , göz yaşlarının , Defne şelalesine dönüşmesine ;
Mitra inancını ; Perslerle paylaşan ; onu korkudan eyleme geçirmeyip ; düşünüde saklayan hemşerilerimize ;
Roma İmparatorlarına ev sahipliği yapan kentimize ; Olimpiyatların yapıldığı , gece hayatının ve şans oyunlarının çılgınca oynandığı mekanlara ;
Hıristiyanlığa isim babalığı yapan; dünyanın ilk mağara kilisesini kuran hemşerilerimize,
Altın Ağızlı Yuhana’ nın, ve Luka’nın Memleketine ;
Tek tanrıya inanma çağrısı yapan Habi-İ Neccar’ın şehit edildiği mekana.
Anadolu’da İlk Cami’yi inşa eden Müslümanlara,
Beyazdi- İ Bestami Hazretlerinin zuhur ettiği mekana;
Haçlı şövalyelerinin ; kutsal toprakları ele geçirmek için ; fetih edilemez kaleler kurduğu ; Bakras ve Kos kalelerine ;
Ana vatana katılan son vatan parçası olan Hatay’ımıza yazık olur!!
Bu bereketli topraklara ve insanına yazık etmeyelim.
Saygılarımla
Jozef Naseh
Arkeolog