Bumerang

İletişimsizliği de beraberinde getiren bir iletişim çağı bu… Gerçeğin tek başına yeterli olmadığı bir kurgu… Bilginin dahi istiflendiği üstünkörü bir yığın okuması… Tutku sahibi bir sığınağın öngörüsü veyahut ürkek adımlarla büyüyen bir kırılma noktası… Larry D. Rosen, Dağınık Zihin adlı eserinde, “Artık kendimizi, telefonların küçük ekranlarının, tabletlerimizin orta boy ekranlarının, bilgisayarlarımızın daha büyücek ekranlarının ve […]

İletişimsizliği de beraberinde getiren bir iletişim çağı bu…

Gerçeğin tek başına yeterli olmadığı bir kurgu…

Bilginin dahi istiflendiği üstünkörü bir yığın okuması…

Tutku sahibi bir sığınağın öngörüsü veyahut ürkek adımlarla büyüyen bir kırılma noktası…

Larry D. Rosen, Dağınık Zihin adlı eserinde, “Artık kendimizi, telefonların küçük ekranlarının, tabletlerimizin orta boy ekranlarının, bilgisayarlarımızın daha büyücek ekranlarının ve HD televizyonlarımızın dev ekranlarının önüne park ediyoruz…” diye yazmış…

Gerçeği ruhuyla okumak neredeyse imkânsız, tanımlamak daha da zor…

Mevsimleri hazırlamak,
Kalmayı ve gitmeyi…

Acılarımızın faturasını gelecekten çıkarıyoruz…

Satır aralarının boşluğundan…

Düşlerin sağanağına yanaşarak belki… Sıkıştırdığımız anın yapaylığına yaslanarak…

Kulağımızda adı koyulmamış bir ezgi, bize ait olmayan, sesimizle çağrılmayan bir zamanın ezgisi…

Kulağımızda adı koyulmamış bir ses…

Bir kokuyu hatırlamak bile imkânsızi, bir mevsimin geçişini koklamak…

İç ses diyenler de var bu kayıp zamana, gerçeklik diyen de…

Hecelere düşen anlamsız bir kargaşanın kime ne faydası olur ki?
Bunca bulanıklıkta gerçeği ayıklamak nasıl mümkün,
Algıyı sırtlamak,
Daha derinine,
Köklerine inmek…

Gösterişin bilginin önüne geçtiği, ekranların sahte uzmanlarca kuşatıldığı bir süreçte iyileşmek nasıl mümkün…

“Bu acı ölüm değildi, sersemlemiş bilincinde bocalayarak dolaşan düşünceydi. Ölüm acı vermezdi. Hayattı, hayatın sancısıydı bu feci, bu insanı yasa boğan his…” diye yazmış Jack London
Son zamanlarda giderek artan şiddet haberleri, kaygılarımızın direncini yokluyor sanki…

Neredeyse her gün bir başka cinnet haberiyle sarsılıyoruz…

Sanal dünyamızda böylesine ucu açık, sivri ve tehlikeli süreçler yaşanıyor işte.
Herkesin bir ucundan etiketlendiği, algının daha da şişirildiği bir süreç…

Toplumun sanal algısıyla işletilen kasvetli bir izdüşüm…

Sığ ve yapay gündemlere sırt çevirmek diyordun ya…

Bellek, zaman ve mekân boşluğuna uzanan derinlik…

Erich Fromm’un İnsan Olmak Üzerine adlı eserinde; “Modern insan bir birey olmayı umut etmiştir; gerçekte ise oraya buraya çarpıp duran kaygılı bir atom olup çıkmıştır. Sorulması gereken, doğrultumuzu anlamak ve değiştirmek için ne kadar zamanımızın kaldığıdır…” diye yazar.
İletişimsizliği de beraberinde getiren bir iletişim çağı bu…

Gerçeğin tek başına yeterli gelmediği bir kurgu…

Üstesinden gelemediğimiz acıların duyulmak ve görülmek istenilmeyen yüzü…

Çocuk isçiler,
Aile içi şiddete uğrayan,
Göçertilmiş çocuklar…”

Sevginin, sesin, rengin ve doğanın hızla tüketildiği bir süreç…

İnsanların kendini oluşturma, kendini inşa etme kırgınlığı
Görsel bir dünyanın yazınsal düşleri gölgelediği
Kendini bu fayın en kırılgan noktasına konumlandıran yazarın bile kurgusuna inanmadığı bir gelecek…

“Kendimi bir başkasıymış gibi gözlüyordum. Hep bunu yaptım. Ama taşamadım kendimden. Kendimin dışına çıkamadım. Buzlu camlar kuşatmıştı içimi. İçim bende kaldı…” Kırk Oda, Murathan Mungan

Acılarımızın faturasını gelecekten çıkarıyoruz…

Satır aralarının boşluğundan…


Martin Eden, Jack London

Exit mobile version