Cinema paradiso’yu izlememin üzerinden 30 sene geçti ve nerdeyse tek bir sahnesini bile unutmadım. Kasabadan kente giden, üstelik sinema yapan bir oğlan çocuğu olarak oradaki hikayeyi belli ölçülerde yaşadım hatta. İyi bir filmin kehanetler barındırdığını düşünürüm, özellikle en sevdiğiniz filmlere garip bir şekilde hayatınız da benzemeye başlar. Ya da belki hayatınızın o filme benzeyen yanlarından okursunuz hikayenizi, bilinmez. Muhsin bey’in inatçı dürüstüğü ve bunun hayat karşısında paramparça oluşunu mesela, Rocky’nin kendine bir serseri olmadığını ispat etmek için 13 round boyunca ayakta kalma mücadelesini mesela, ve Barton Fink’te kahramanın bir senarist olarak yaşadığı her şeyi dönem dönem çıplak gözlerimle gördüm, yaşadım, hissettim. Çünkü iyi filmler hayatın boşluklarını doldurur ve elimizden tutup bir evrensel anlama götürür bizi. Bir hayatı algılayış biçimi sunar, önerir. İyi şarkılar da böyledir.
Geçen gün, bir süredir yaşama alıştırmaları yaptığım Kuşadası’na Bülent Ortaçgil geldi. Gerçeği söylemek gerekirse uzun süredir onu dinlemiyordum ve bir arkadaşımın “bir alana bir bilet bedava” kampanyasına katılmasıyla, biletin üstüme sekmesi sonucu, kendimi üstadın karşısında eski şarkıları söylerken buldum. Her konsere gittiğimde hissettiğim bir şeydir “bunu daha çok yapmalıyım” konserlerde insanlar aynı şeyden hoşlanmanın, özellikle Ortaçgil gibi havalıysa, ortak zevklere sahip olmanın keyfini sürerler, 2 saatlik bir gizli örgütün mensubu olurlar, birbirlerini bulmuşlardır, şarkıları birlikte söyler ve şarkıcıyı da bir çeşit toplu sağaltıma, terapiye, kreşendoya davet ederler. Şarkıcı buna kimi zaman işi gereği, kimi zaman isteyerek katılır. Ortaçgil’i izlerken bunun onu 3 ya da 4. İzleyişim olduğunu hesap ettim. Mavi kapaklı kasetiyle hayatımın çeşitli yerlerinde bana dokunmuştu. Eskişehir’in rutubetli öğrenci evlerinde, Cafe de Pera’nın ucuz, tahta masalarında, Şık Latife’nın dramını, içimde yanan küçük mumun hala sönmeyip yanıyor olduğunu düşündüğüm zamanlar çok oldu. Şimdi Kuşadası’nda gayet şık bir barında, benden yaşça küçük, Ada’nın genelde kısa boylu yuvarlak çocuklarının arasında bu şarkıları söylerken şanslı olduğumu düşündüm. Deniz kenarı kasabalarında büyüdüm, Eskişehir’in Taksim’in en güzel zamanlarının içinde oldum. Didem Madak’ın şiirinde söylediği gibi, “uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin” Belki de onlar bana gelmedi, gidip onları hep ben buldum.
Süregiden bir çözünme kuşkusuz ölüm demektir. Sosyal olarak uzun süren bir ölümü yaşıyoruz bir zamandır. Ve hepimiz bunu yalnızlık ve mutsuzluk gibi toksik etkilerine maruz kalıyoruz. Artık uzun süren ölümlerin parlayan yıldızlara, büyük ateşlere, yepyeni mevsimlere gebe olduğunu bilecek kadar yaşlıyım. Kimi zaman tıkırdayarak yaklaşan bir fayton gibi, ilk öpücükte çarpan bir kalp gibi, yaklaşan bir şeylerin, güzel bir şeylerin sesini duyuyorum, biliyorum siz de duyuyorsunuz.
Dün bir arkadaşım “hangi zamanda yaşamak isterdin?” diye sordu. Eskiden 68 Paris, 71 woodstock falan gibi cevaplar verirdim böyle sorulara. Sonra hiçbir zamanın masum olmadığını öğrendim.
Dönüp dolaşıp kendi zamanıma geldim, ben bu zamanda olmak isterdim. Beraber büyüdüğüm arkadaşlarımla büyümeyi, zamanın içinden onlarla geçmeyi, bisiklet grubumla mesela, Taksim’in arka sokaklarında polisten kaçarken mesela ya da merdiven altı bir barda aptalca bir şeyi sabaha kadar tartışmak mesela. Yaşadığım zaman bana kan, ter ve gözyaşıyla, büyülü bir yolculuk sundu. Yaşıtlarımla yaşlanmayı sevdim. Şimdi instagram fotoğraflarında uslu anne babalar gibi görünen, o çılgın, renkli çocuklarla. Bir büyük askeri darbenin yalnızlaştırdığı kuşağın utangaç çocukları; kaldırımlarda oturduk, kutu biralar içtik ve en güzel şarkıları söyledik. Duvarlarda, havada ve zamanda izler bıraktık. Heidegger “bir şey yokluğuyla da var olur” der. Aynı varlığındaki gibi, gizemi ve karanlığıyla, kaybettiklerimizi nerdeyse fiziksel bir şey gibi yanımızda taşırız. Gençliğimi bir kalp pili gibi, bohemin altına banılmış demir madalyası gibi, göğsümde taşımaktan hep gurur duydum. Dön deseler, şüphesiz dönerdim.
Sonra büyüdük ve bu ülkede yaşamayı öğrendik. Sert , öğretici, ama bana sorarsanız uzun süren bir eksilmeydi. İnsandan eksilme, umuttan eksilme, yaşamdan eksilme.
Ama Bülent Ortaçgil’in şarkısındaki “o küçük mum” neyse ki hiç sönmedi.
YORUMLAR