Erkekler ağlamaz.
Çok şeyler yazılmış, çok şeyler söylenmiştir üzerine. Hatta aynı başlıklı bir şarkı ve bir kitap da var. Araştırsak pek çok sanat eserinde, romanlarda, öykülerde, denemelerde kullanıldığını görürüz. Yıllar önce tam tersine, “Erkekler Ağlayın” başlıklı bir metin yazmış, adını unuttuğum yerel bir edebiyat dergisinde yayımlatmıştım. Bu konu üzerine yazılanlar, üç aşağı beş yukarı benzer şeyler: Erkeklerin, duygularını bastırmayıp ağlamaları halinde erkek kaynaklı şiddetin toplumda azalacağı… Pek çoğunuzun hemfikir olduğunu düşünüyorum. Ama benim anlatacağım farklı.
Bir çocuk ne kadar ağlarsa, ben de herhalde o kadar ağlamışımdır çocukluğumda. Empati, fazla gelişmediği için belki de, ağlamam gereken olaylarda ağlamazdım. Nedenini bilmeksizin bir durumda mutlaka ağlardım: Annemin ağlamasına dayanamaz, koyuverirdim kendimi. On iki yaşımdayken bir dayımın vefat haberini okulda almış, üzülmüş, kendimi zorlamış ve ağlamamıştım. Ne zamanki annemle karşılaşmış ve ağladığını görmüştüm. İşte o zaman kopmuştum. O yaşlarda bakış açısı, şu olsa gerek: Anne ağlıyorsa, ciddi bir şey var demek ki!
Yıllar geçtikçe ağlamalarım arttı. Ben de isyan ediyordum bu kadar ağlamaya. Mesela üç kitabı okurken ağladığımı, ağlama krizine engel olamadığımı hatırlıyorum. Keza beni derinden etkileyen bir öyküyü, bir etkinlikte okumam halinde, metnin neresinde ağlayacağımı adım gibi bilirdim. Yanımdakilere de söylemişimdir: “Eğer olur da tıkanırsam, öyküyü okuyamayacak hale gelirsem, siz devam edin.” Olmuştur, tıkanmışımdır ve öyküyü okuyamayacak hale gelmişimdir. Hem de kaç kere.
6 Şubat depreminden sonraki bir buçuk yıllık sürede de çok ağladım. O yaşta ağlak biri oluverdim istemeye istemeye. Pek çok kişi gibi maskeli depresyondaydım ve bazen ağlamalarımın önüne geçemiyordum. Bu öyle bir hal almıştı ki, o zaman 11-12 yaşımdaki kızım (ız) bu durumdan rahatsız olmuş ve ağladığım sıralarda benden kaçar hale gelmişti. Biliyordum doğru yapmadığımı ama elimde değildi. Gözlerim, gözpınarlarım, gözyaşı kanallarım kontrolümün dışında.
Yeniden geriye dönecek olursam… Tıp fakültesini kazandıktan sonra aşırı duygusallığın, bu mesleği kaldırmayacağını kısa sürede keşfetmiştim. Duygusallığın yerini mantık almalıydı. Mantık, duygusallığın önüne geçerse ancak bu mesleği icra edebilirdim. Bu kendi kendine gelişen bir durumdu; şimdi yazdığım gibi aldığım bir karar değildi. 30-35 yıl önce çalıştığım bir hastanede, yoğun bakım olarak kullandığımız iki oda, servis içindeydi. Öyle şimdiki kadar gelişmiş değildi yoğun bakım hizmetleri. Çok ağır ve ölüm döşeğindeki hastalar için harıl harıl çalışırken, ter akıtırken, hasta yakınlarının odaya doluştuğunu, hastaları başında dua okuduklarını, ağlaştığını görür ve pek etkilenmezdim. Onlar gibi ben de aynı haleti ruhiye durumunda olursam, hastaya faydam olmayacağını bilirdim. Özetle mantık, hep duygusallığın önüne geçerdi.
Emekli olduktan sonra bir özel hastanede çalıştım. Poliklinik yapmadığım halde, yoğun bakımlarda baktığım ve muayene ettiğim hasta sayısı çoktu. Günde 10-15’i buluyordu. Bir gün bu sayının 35’i bulduğunu hatırlıyorum. Yoğun bakım hastalarının pek çoğunun bilinci kapalıdır. Bazen bilinci açık hastalar olur ve onlarla diyalog kurardım. Ses telinden kanserli, yakın – uzak yayılımları olan bir hasta, yoğun bakıma yatırılmıştı. Bilinci açıktı. Muayenesine gittim ve doğal olarak sordum: “Nasılsınız?” Gözleri nemlendi. Yutkundu. “Bu soruya; sözleri Pir Sultan Abdal’a ait, pek çok sanatçının söylediği bir türküyle cevap verebilir miyim?” dedi ve ekledi: “Derdim çoktur, hangisine yanayım…”
Gerisini dinleyememiş, hemen oradan uzaklaşmış ve bir başıma olacağım bir mekânı aramanın peşine düşmüştüm. En yakın yer, erkekler tuvaletiydi. Oraya girmiş ve hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım. Meslek hayatım boyunca, duygularımın mantığımı yendiği tek olaydı.
Çünkü…
Çünkü kısa bir süre sonra bitecek ıstıraplı bir hayat, Pir Sultan Abdal, bir şiir, bir türkü ve sanat…
Aralık 2025, Eskişehir

YORUMLAR