Birçok mecrada, “ Hatay elden gidiyor”, “Hükümet Hatay’ı gözden çıkardı”, “Hatay Türk’tür Türk kalacak!” gibi söylemler dile getirilmeye başlanmıştır. Hatta biraz daha erken tarihlere gittiğimizde, Hatay Büyükşehir Belediyesi Başkanı Lütfü Savaş açıklamalarında ise şu ifadelere yer vermiştir; “Yeni doğan her dört çocuktan üçü Suriyeli. Biz azınlığa düşeceğiz. Hatay elden gidiyor!”. Sayın Başkan Lütfü Savaş; acaba deprem sonrası ortaya çıkacak olan bu algıya zemin mi hazırladı? Yoksa hükümetin misafir göçmenler ile ilgili politikasına dikkat çekerek gerekli tedbirlerin alınması konusunda uyarı mı verdi? Ya da bu ifadeler ortaya konulan programın bir parçası mı? Deprem sonrası Hataylıların mecburi göçlerinin ardından Hatay gerçekten söylendiği gibi küçük bir Suriye toprağı mı oldu? Bunun gibi sorular ve kaygılar şuan Hataylıların gündemini meşgul etmektedir. Üstelik bazı şahısların Hatay topraklarında yaşanan afet sonrası dile getirdiği talihsiz açıklamalar neye hizmet etmekte? Konuyu cenazelerin vaziyetine varıncaya kadar kurcalayan sözde din adamlarının önüne nasıl bir proje kondu? Ve neden son yıllarda Hatay’ın etnik yapısı bu kadar tartışılmaya başlandı? Bu ve bunun gibi tüm sorularımızın cevabını merak ediyor ve elbette Hatay’ın ebediyete kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli sınırları içinde kalacağına inanıyoruz. Çünkü bu topraklar, yedi düvele meydan okumuş atalarımızın, askeri ve diplomatik zekâsı ile büyük zaferlere öncülük etmiş Mustafa Kemal Paşa’nın bizlere emanetidir.
İşte girdaba girdiğimiz Hatay ve mülteciler konusunda kaygıların arttığı ve hükümetten lehimize tutumların beklendiği bu kritik süreçte; meseleyi yakından takip eden, diplomatik ve askeri uzmanlığı ile sürece ışık tutan Paşa’mız Emekli Tuğgeneral Dr. Naim Babüroğlu ile görüşme sağlamayı çok kıymetli ve acil bir ihtiyaç olarak gördük. Diplomatik öngörüleri, bilimsel çalışmaları, konferansları ve askeri başarıları ile tanıdığımız Sayın Dr. Naim Babüroğlu, Hatay’da var olan ve bizlerin belki de bihaber olduğu bu sorunlara kamuoyunda, görsel ve yazılı basında dikkat çekiyor ve süreci yakından takip ediyorlar. Bu anlamda, görüş ve önerilerini kıymetli bulduğumuz Sayın Babüroğlu; konuya dair öngörülerinde ve tespitlerinde bilimsel ve stratejik bir tutum sergilemek ile birlikte sürecin bizi nereye götürdüğü ve bu sürecin lehimize sonuçlanması adına nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda çalışmalar kaleme almakta ve dile getirmektedirler. Yaptığımız bu görüşme sayesinde, Emekli Tuğgeneral ve İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi Naim Babüroğlu; bizi bu kaygılardan bertaraf edecek, tüm bu sorularımızı askerî ve diplomatik tecrübesi ile aydınlatacak, aynı zamanda hükümetin Hatay ve misafir göçmenler meselesine karşı tutumunu değerlendirecektir.
- Sayın Naim Hocam, öncelikle bir Hataylı olarak bu görüşme talebimi kabul buyurmanız ve Hatay’ın son dönemlerde maruz bırakıldığı sürece karşı olan yaklaşımınız dolayısıyla size teşekkür ediyorum. Biz Hataylılar, Mustafa Kemal Paşa’yı, “Hatay benim şahsi meselemdir” sözleri ile hatırlarız. Atatürk’ün Hatay’a dair ortaya koyduğu şahsi ve askeri tavrını siz nasıl değerlendirirsiniz? Çok kısa demeçler ile sizden dinlemek istiyorum.
İnsan hayatıyla son bulan yolculuklar vardır Ülkü Hanım. Hatay’ın kurtuluş mücadelesinde ise Mustafa Kemal Paşa’nın gösterdiği askeri ve diplomatik zafer de bunun ispatıdır. Hatay’ın kurtuluş yolculuğu; 1918 yılında Atatürk’ün Yıldırım Orduları Komutanlığı ile başlar ve 10 Kasım 1938’de ebediyete intikali ile son bulur. Hatta bu öyle bir yolculuktur ki Atatürk adeta Hatay Destanı’nı yazmıştır. Bu yüzdendir ki Hatay dediğimizde; mükemmel stratejik öngörüsü, kararlı, onurlu ve son derece istikrarlı dış politikası ile Atatürk akıllara gelir. Hatay’ın Kurtuluş mücadelesindeki sürece baktığımızda Mustafa Kemal Paşa’nın bu meseleye her zaman öncelikli olarak yaklaştığına şahit oluruz. Sorunuza istinaden tarihsel sürece bakarak Mustafa Kemal Paşa’nın duruşunu size açıklamak isterim. Ülkü Hanım; 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanır ancak antlaşmaya aykırı olarak; İngiltere ve Fransa, Antakya ve civarını işgal eder. Bu sırada ise Mustafa Kemal Paşa, Yedinci Ordu Komutanı olarak Hatay sınırlarının hemen güneyinde bulunan Suriye’de Afrin ilçesi Reco köyünde Ordu Karargâhında görev alır. İngilizlerin ise 1918’de İskenderun Sancağını (Hatay) Fransızlara devredeceğini ilan etmesi ile Mustafa Kemal’in şahsi olarak ilk direnişine şahit oluruz. Yıldırım Orduları Grup Komutanı olan Mustafa Kemal Paşa, Hatay’ın işgalini Adana’da İşgal Orduları Komutanı nezdinde protesto eder. İşte Ülkü Hanım; biz anlıyoruz ki Atatürk bu tarihlerde Hatay’a özel bir ilgi duymaya başlamış sonra ki dönemde “Şahsi Meselesi” olarak göreceği yolculuğu başlamıştır.
Diplomatik sürecin devamına baktığımızda; Fransa 1936 yılında Suriye’ye bağımsızlık verir ve Suriye’den çekileceğini ilan eder. Ancak bu kez de Suriye: “İskenderun Sancağı (Hatay) Suriye’ye bağlanmalıdır” diye diretir. Tam da bu durumda Mustafa Kemal Paşa buna kayıtsız kalmaz ve “…Bana çizmelerimi giydirmeyin!” diyerek Hatay’ın kurtuluşu için vereceği mücadelenin şeklini ortaya koyar. Yine Hataylılara ne mutlu ki İskenderun Sancağı olarak adlandırılan bölgeye 1936 yılında “Hatay” adını veren de Mustafa Kemal Paşa’dır. 1937 yılına gelindiğinde ise Antakya’da (Habib Naccar’da), Fransız polisinin ateşi ile iki Türk gencinin öldürülür ve bölgede gerginlik artar. Bu kez Atatürk 7 Ocak 1937’de Konya’dan seslenir: “Ben memleketi hiçbir zaman savaşa sürüklemem, fakat Hatay benim için vazgeçilmez bir dava olmuştur. Gerekirse devlet başkanlığından istifa ederim… Bir yurttaş olarak, Hatay topraklarına geçerim ve mücadele ederim…” sözleri yükselir. Ve burada Mustafa Kemal Paşa’nın Hatay konundaki kararlı duruşu ile bir kez daha karşılaşırız. Ne yazık ki Mustafa Kemal Paşa son Cumhuriyet Balosu’na 29 Ekim 1937’de katılmıştır. Ve orada da Hatay meselesi Atatürk’ün öncelikli meselesi olmuş, Fransız Büyükelçisine de bunu çok açık ve net ifadeler ile dile getirmiştir. “…Büyük Meclis’in kürsüsünden milletime söz verdim. Hatay’ı alacağım. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getiremezsem onun huzuruna çıkamam…”. Zaten de öyle olmuş, Mustafa Kemal Paşa sözünü yerine getirmiş ve Hatay Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli sınırlarına katılmıştır…
Atatürk, Hatay şehididir. Mustafa Kemal Paşa; Hatay’ın bağımsızlığı ve özgürlüğü için şehit olmuştur. Hatay’ın bağımsızlığını kazanması uğruna kendini varlığını feda etmiş bir komutandır. Ve ben inanıyorum ki Ülkü Hanım; Hataylılar, kendi tarihlerinin bilincini taşıyor ve Atatürk’ün emanetini sonsuza kadar koruyacaklardır. Bilmeliyiz ki Tarih, stratejik körlük ve kişisel ihtiras uçurumlarıyla, stratejik öngörü ve diplomatik olgunluk zirveleri arasında dolaşan kanlı savaşların öyküsü gibidir. Buna rağmen Atatürk, Hatay’ı; tarih bilgisi, vatan-millet sevgisi, stratejik öngörü ve diplomatik olgunluğuyla kurtarmıştır. Üstelik tek bir kurşun atmadan!
- Sayın Naim Hocam; Hatay’ın birçok medeniyetlere misafirlik etmiş tarihi bir kent olduğunu ve sizin de bir Hataylı olduğunuzu biliyoruz. Buna dayanarak Hatay’ın kültürel, tarihi ve jeopolitik zenginliğini sizden dinlemek isteriz.
Ülkü Hanım; bildiğimiz gibi Hatay, Akdeniz’in giriş kapısı, önemli ticaret ve ulaşım noktası olması sayesinde stratejik önemde bir coğrafyadır. Tarih boyunca da sayısız uygarlıklara ev sahipliği yapmış, tüm inanç ve kültürlerin kardeşçe buluştuğu bir bölgedir. M.Ö. 333’te Antakya bölgesi, Büyük İskender tarafından ele geçirilmiş. Yani Aristo’nun öğrencisi, Makedonyalı Büyük İskender bu topraklarda dolaşmıştır. Beğendiği için de Büyük İskender kendi adını bu kente vermiştir. Aynı zamanda İskenderun, Sezar’ın dolaştığı topraklardır. Ayrıca Hatay, ekonomik zenginliği de içinde barındıran bir “Medeniyetler Şehri” olmuştur. Medeniyetler Şehri diyorum çünkü Hatay’a gittiğinizde bir cami, bir havra ve kiliseyi aynı bölgede görmeniz tabi olarak mümkündür. Ezan, Çan, Hazzan seslerinin yükseldiği ve tepeden tırnağa insan olan bir kenttir. Bu insanlar ibadethanelerinden çıkıp birbirleri ile selamlaşır. Ve siz hangi dine veya milliyete sahip olduğunu belki çok sonra öğrenirsiniz. Hatay’ın bu kadar zengin ve ileri bir medeniyet olması; bu değişik kültür yapısı sayesindendir. Hatay, Türkiye’yi yöneten iktidarlar için de hep önemini korumuştur. Çünkü hem demografik yapısı hem de değişik kültür ve inançları bir zenginlik olarak içinde barındırması, Hatay’ı hep önemli bir il konumuna getirmiştir. Hatay aynı zamanda Türkiye’nin güvenliği için stratejik önemde bir coğrafyadır. Bu yüzden Ülkü Hanım eskiden Hatay’a atanacak valinin kim olacağı Milli Güvenlik Kurulu’nda görüşülür öyle karar verilirdi. Fakat şimdi bu uygulama, ne yazık ki mevcut iktidar tarafından kaldırıldı…
- Akademisyen ve Emekli bir Tuğgeneral olarak Hudut Komutanlığı görevlerinde bulundunuz. Askeri ve diplomatik tecrübelerinize dayanarak sormak istiyorum. Son dönemlerde özellikle büyük afet sonrası toplumsal bir kaygı var. Siz de daha önce şu ifadelerde bulundunuz: “Hatay giderse Türkiye gider.” Buna göre Türkiye Cumhuriyetinin ulusal sınır güvenliği açısından baktığımızda Hatay konusunda yaşanan kaygıların doğruluk payı var mı? Varsa eğer bunun sebepleri nedir?
Evet, vardır ve bu kaygıları doğuran sebepler de ortadadır Ülkü Hanım. Maalesef Türkiye; 6 Şubat 2023’te sabaha karşı, diğeri öğle saatlerinde Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçeleri merkezli iki ayrı şiddetli depremle uyandı. Bu iki deprem, büyük bir yıkıma neden oldu. 11 il ve yaklaşık 15 milyon insanımız bu büyük afetten etkilendi. Dolayısıyla 6 Şubat 2023 depreminin oluşturduğu felaket ile başta Hatay olmak üzere yıkıma uğrayan sınır kentlerimizdeki demografik yapının değişmesi tehlikesi ile karşı karşıya kaldık. Bu şehirler içerisinde sınır kenti olan Hatay, en büyük yıkımı yaşadı. Şimdi insanlar haklı olarak başka yerlere göç ediyor. Hatay’ın sahiplerinin topraklarını terk etmesi ve devamında buradaki sığınmacıların nüfusu kontrol altına alınmaması medeniyetler kentinin bir Suriye şehrine dönüşmesine neden olabilir. Bu konuda dikkatli olunması gerekir. Yüzyılın Projesi Sevr’i unutmayan güçlerin hayalleri savaşmadan gerçekleşebilir. Maalesef bu acı deprem aynı zamanda; Sevr hayallerinden vazgeçmeyenlerin projelerini hızlandırdı. Sevr hayalinden vazgeçmeyenler depremin yarattığı maddi ve manevi krizi, bir fırsata çevireceklerdir. Bu durum kontrol edilmezse demografik yapının değişmesinin ardından, Hatay ve diğer bazı sınır kentleri Türkiye’den koparılmak istenecektir.
Sevr hayalinden vazgeçmeyenlerin, Irak ve Suriye parçası üzerindeki projesi tamamlanmış durumdadır. Peki, bu projenin devamında ne var? Hatay. Doğu Akdeniz’e açılan Hatay, stratejik olarak önem arz etmektedir. Eğer gerekli tedbirler alınmazsa burada demografik yapı değiştirilecek ve bu projenin son halkası tamamlanacaktır. Böylece, Akdeniz’e açılan bir “Maşa Devlet” gündeme gelecektir. Bu nedenle, Hatay’ın yapısının, kültürünün ve ekonomik gücünün korunması ulusal güvenlik ve coğrafi bütünlük açısından zorunludur. Hatay Atatürk’ün emanetidir ve Atatürk, Hatay şehididir. Ülkü Hanım; deprem sonrası Hatay daha çok konuşulmaya başlandı çünkü göçmenlerin artık Türkiye’nin yumuşak karnı olduğu ortaya çıktı. Bu gibi afetlerde, büyük krizlerde bazı göçmenlerin dış güçler ve terör örgütleri tarafından bir maşa olarak kullanılabileceği daha önce tarih tarafından tecrübe edildi. Bunun farkında olunması gerekiyor. Savaşta bu grupların, geri bölge güvenliğinde büyük riskler oluşturacağı çok açıktır.
Suriye haritalarında Hatay, Suriye topraklarında yer alır. Bu konuya da ayrıca dikkat çekmek istiyorum. Önceleri kritik önemde olması nedeniyle Hatay’da yabancılara toprak satışı 1980’de yasaklanmıştı. O zaman göçmen yoktu. Şimdi ise Suriyeli sığınmacıların bazılarına Türk vatandaşlığı verildi. Farkında mısınız? Bunlar istedikleri şekilde mülk alımı yapıyorlar. Ayrıca Suriyeliler mülk alımını Türk vatandaşları üzerinden de yapıyor. Şirket kurup arazi satın alıyorlar. Ben sorunuza özellikle eklemek istiyorum. Devletin gecikmeden Türk vatandaşı veya şirket sahibi olsalar bile, sınır kentlerinde yabancılara toprak satışını durdurması gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin geleceği için bu konu yaşamsal önemdedir. Milli sınır güvenliğimiz açısından büyük önemdedir. Başta Hatay olmak üzere, yıkıma uğrayan kentlerdeki göçmenlerin ya ülkelerine ya da Avrupa’ya gitmelerinin önünün açılması, hem ulusal güvenlik açısından stratejik önemdedir hem de gelecek kuşaklara olan kutsal borcumuzdur. Ayrıca, sınır kentlerine tek bir göçmenin bile girişine izin verilmemesi, şehitlerimizin emaneti bu kutsal vatana olan borcumuz gereğidir. Dolayısıyla sınır kentimiz olan Hatay bu anlamda riskli bir kentimizdir. Yüzyılın Projesi’ni hayata geçirmek isteyenlerin ilk durağı Hatay’dır. Bir an evvel bu şehrimiz ile ilgili demografik ve diplomatik önlemlerin alınması gerekir.
- Sayın Hocam, biraz evvel bahsettiğiniz gibi yakın zamanda ülke olarak yaşadığımız büyük afet sebebiyle Hatay büyük bir yıkıma uğradı. Dolayısı ile insanlar göç etmek durumunda kaldı. Deprem ile birlikte Hatay’da demografik yapının değiştiğinden söz ettiniz. Eğer öyle ise Hatay ile birlikte diğer kentlerimiz açısından kapıda bizi bekleyen sorunlar ve sınır güvenliğimizi tehdit edecek unsurlar hakkında öngörüleriniz nelerdir? Bu konu ile ilgili nasıl bir tavır alınmalıdır?
Aslında Ülkü Hanım, afetten evvel de Türkiye’de göçmen nüfusu artıyordu. Ancak deprem ile birlikte bu işin nereye gideceği konuşulmaya başlandı. Çünkü Hatay’daki büyük yıkım ile diğer şehirlere yaşanan göçler ile demografik yapının değişmesi hızlandı. Hatay ile birlikte bizi bekleyen tehlike görünür olmaya başladı. Bu durum ise tam olarak Soros’un yüzünü güldürdü. Kimdir Soros? George Soros, Yahudi asıllı Macar Kökenli bir Amerikalıdır. 1992 yılındaki “Kara Çarşamba” ekonomik krizi sırasında bir günde bir milyar dolar kazanarak “İngiliz Bankalarını Soyan Adam” unvanını kazanmış bir adam. 1991’de Sovyetlerin dağılmasından sonra, Doğu Avrupa’da oluşan ekonomik ve politik boşluğu yaptığı yatırımlarla doldurmaya çalışmıştır. Soros’un, Libya, Gürcistan gibi ülkelerde de darbelere yardım ettiği de yaygın bir görüştür. Neden konu Soros’a geldi? Çünkü Soros, göçmenlerle çok yakından ilgilenmiş ve bu konuda altı makale yazmıştır. Kendisi açıkça diyor ki: Göçmenler Avrupa ülkelerine gelmesin, çünkü demografik yapıyı bozar ama Türkiye’de kalırlarsa demografik yapıyı bozmazlar, finans desteği sağlanır. Bu şimdi ne demek?
Dünyada zengin veya fakir hiçbir ülke, bu kadar fazla göçmene ev sahipliği yapmak istemez. Ama Türkiye; ABD ve AB’nin çok açık olan bu göç projesi oyununa geldi. Göçmenler konusunda stratejik bir hata yaparak dünyanın en fazla göçmenine ev sahipliği yapan ülke konumuna geldi. AB, ABD ile birlikte parçaladığı Suriye’den Türkiye’ye gelen Suriyelileri kabul etmemek ve Türkiye’de kalmalarını sağlamak için Türkiye ile iki “Geri Kabul Anlaşması” imzalandı.
Türkiye ile AB arasında 16 Aralık 2013’te imzalanan “Geri Kabul Anlaşması” ve 20 Mart 2016 tarihli “Düzensiz Göçmenlerin Geri Kabul Anlaşması” bir dönüm noktası oldu. Türkiye’den batıya, Avrupa ülkelerine doğru göçmenlerin gidişini engelleyen bir antlaşma bu antlaşma. Türkiye’ye göçmen geliyor, ancak Avrupa’ya gidemiyor.
Avrupa ülkeleri için “tehlikeli olan göçmenler”, Türkiye için değil. ABD, Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa ve diğer NATO ülkeleri için “tehlikeli olan göçmenler”, NATO üyesi olan Türkiye için değil. Ülkü Hanım bu bilgi size samimi geliyor mu?
Çok zengin AB ülkeleri seçerek ve çok az sayıda Suriyeli kabul ederken, Türkiye yaklaşık dört milyon Suriyeliye ev sahipliği yapar konuma geldi. Neticede de AB ve Soros çok mutlu oldular.
Konuya şöyle açıklık getirirsem aslında bu mülteciler konusunun bizi nereye sürükleyeceği daha açık olacak. 1979’da Sovyetlerin Afganistan’a müdahalesinin ardından, Afgan hükümetinin çağrısı üzerine, Pakistan 4,5 milyona yakın Afgan sığınmacıyı kabul etti. Afganistan’la 2.430 kilometre sınırı bulunan Pakistan, bölgede lider olma ihtirasıyla Afganistan’ı nüfuzu altına almak istedi. Sonra ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA), Pakistan üzerinden yaklaşık üç milyar dolarlık “Eğit-Donat” programıyla radikal savaşçıları Sovyet işgaline karşı yetiştirdi. Bu savaşçıları ise Pakistan Ordusu ve İstihbarat Teşkilatı (ISI) eğitti. Pakistan, hem radikal savaşçılar için bir eğitim ve lojistik destek üssü oldu, hem de sınırı kolaylıkla geçen binlerce teröristin yuvalandığı komşu ülke durumuna geldi. Silah ve para kaynağı ise ABD ve bazı Arap ülkeleri tarafından karşılandı. 1989’da Sovyetler Afganistan’dan çekilmek zorunda kalınca, Pakistan’ın desteklediği savaşçılardan El Kaide tüm dünyanın başına bela oldu. Beslediği akrep, artık kendisini acımasızca sokmaya başladı. Pakistan, etnik ve mezhep çatışmalarının süreklilik kazandığı, toplumda derin bölünmelerin yaşandığı bir ülke konumuna getirildi. Pakistan toplumu ve medyası radikalleşti. 1980’lerde Hindistan’la yarışan ve nükleer güç sahibi Pakistan, bir daha istikrar yüzü göremedi. Sığınmacılar için, Birleşmiş Milletler (BM) ve bazı İslam ülkeleri tarafından Pakistan’a önemli bir ekonomik destek sağlanmıştı. Ama sonrasında Pakistanlı Mülteci Uzmanı Cavit Sıddıki’nin itirafına kulak verdiğimizde mültecilerin Pakistan’da sosyal hayatı zedelediğinin tam olarak farkına varılmasının 30 yıl sürdüğünü duyuyoruz. Sonuç itibariyle iş işten geçmiş ve artık yapacak bir şey kalmamıştı.
Bizim özellikle kilit kentimiz olan Hatay başta olmak üzere diğer bölgelere dağılmış olan sığınmacıların Türkiye’nin başına sorun olabileceği ve milli güvenliğimizi tehdit edecek duruma geleceği apaçık ortada değil mi? Bu göçmenler Hatay’da bugün bile kendilerine ait müstakil yerleşime sahipler. Ve yarın bu sözde misafirlerimiz ev sahipliğine soyunup muhtarlık, başkanlık gibi yerel seçimler için kollarını sıvamayacaklar mı? Ya sonra? Sonrasını kimse konuşmak istemez. O yüzden tekrar ediyorum. İş işten geçmeden yetkililerin AB ile imzalanan ve Türkiye’yi göçmen deposu haline getiren, 2013 tarihli “Geri Kabul Anlaşması”nı iptal etmesi gerekiyor. Devletin Türk vatandaşı veya şirket sahibi olsa bile özellikle sınır kentlerinde yabancılara toprak satışını durdurması Türkiye’nin geleceği için yaşamsal önemdedir. Başta Hatay olmak üzere, yıkıma uğrayan kentlerdeki göçmenlerin ya ülkelerine ya da Avrupa’ya gitmelerinin önünün açılması, hem ulusal güvenlik açısından hayati önem taşımaktadır.
- Sayın Naim Paşam, daha önce bir televizyon programında “Hatay giderse Kürdistan kurulur” ifadelerine yer vermiştiniz. Ve yaşanan deprem ile “Yüzyılın Projesi”nin hızlandığına ve gerçekleşmeye başladığına dair açıklamalarda bulundunuz. Türkiye’ye ve özellikle Hatay’a kabul edilen ve hükümet tarafından korumaya alınan göçmenler dolayısıyla sınır kentlerimizde gerekli tedbir alınmaz ise yüzleşeceğimiz problemler nelerdir? Bu ifadelerinizi biraz açar mısınız?
Ülkü Hanım, Türkiye’de kayıt altına alınmış geçici koruma statüsündeki Suriyeli sayısı, 9 Ocak 2023 tarihi itibarıyla ve resmi rakamlara göre toplam 3 milyon 535 bin 898 kişidir. Ancak gayri resmi sayının daha fazla olduğunu hepimiz tahmin edebiliyoruz. Suriyelilerin yoğunlukla yaşadığı kentler sırasıyla İstanbul, Gaziantep, Şanlıurfa, Hatay, Adana ve Mersin’de bulunuyor. Kilis’te yerli nüfusa yakın Suriyeli bulunmaktadır. Dikkat ederseniz eğer en fazla Suriyelinin sınır kentlerinde yaşadığına şahit olacaksınız. Hatay’da resmi Suriyeli sayısı 356 bin 361. Fakat Hatay’da daha fazla Suriyeli olduğu söyleniyor. Buna istinaden Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş’ın 18 Nisan 2022 tarihinde bir televizyon programında şu açıklamasına şahit oluyoruz. “Sadece Reyhanlı’da (Hatay’ın ilçesi) en son açıklanan Türk nüfusu 98 bin 500, Suriyeli nüfus ise 131 bin civarındadır.” Korkutucu bir durum söz konusu değil mi! Bu yüzden dikkatimizi Hatay’a verme mecburiyetindeyiz. Suriye’yi parçalayan ABD ve onu destekleyen zengin Avrupa ülkelerinde durum böyle değil. Onlar sığınmacı kabulü konusunda Türkiye gibi tavır almadılar. Kişi başına düşen milli gelirleri 40-60 bin dolar civarında olmasına rağmen, çok daha az sayıda Suriyeliyi kabul ettiler. Üstelik bu sığınmacıları seçerek aldılar. Çünkü Ülkü Hanım, onlar göçmenlerin sebep olacağı toplumsal sosyal yapıdaki bozulmaların ve güvenlik sisteminde ortaya çıkacak zafiyetlerin neler olacağını çok iyi biliyorlar. Dolayısıyla bu konuda gerekli tedbirleri göz ardı etmiyorlar. Ayrıca göçmenlerin Türkiye’de kalması için ellerinden gelen her türlü adımı atıyorlar. İşte bu gibi sebeplerden Türkiye, dünyanın en fazla göçmen barındıran ülkesi haline geldi. Bununla birlikte ABD, İdlib’i Küçük Afganistan’a dönüştürdü. El Kaide, IŞİD gibi radikal örgütler İdlib’te kök saldı. Bu radikal gruplar, sadece Suriye için değil Türkiye için de büyük bir güvenlik tehdidi.
Dünyanın en fazla göçmenine ev sahipliği yapmanın sadece ekonomik, sosyolojik, demografik, kültürel maliyeti olmuyor. 13 Kasım 2022’de, Taksim katliamında olduğu gibi, ülke içinde büyük yerleşim yerlerinde ve kalabalık yerlerde göçmenler kullanılarak şiddetli terör saldırıları da gerçekleştiriliyor. Göçmenlerin herhangi bir güç veya provokatör tarafından terör eylemleri için kullanılabileceği çok açık bir gerçek. Bunun ülkeye ve toplumun güvenliğine maliyeti çok yüksek. Şuan yurdumuzda PKK terör örgütünün tehdidinin azaldığını düşünebiliriz. Ancak sınır bölgelerimizle birlikte güney sınırını dikkate aldığımızda buralarda PYD/PKK terör örgütü tehdidinin arttığı gerçeği ile yüzleşiyoruz. “Hatay giderse Kürdistan kurulur” ifadelerini kullandım. Çünkü 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr’den bugüne sürekli gündemde olan Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de bir Kürdistan Devleti Kurma Projesi’nde son aşamaya gelindi. Projenin Irak ayağı tamamlandı. Suriye ayağı tamamlandı. Sıra İran’da… Şuan da maalesef İsrail- Filistin savaşını takip ediyoruz. İran’dan sonra gözler Türkiye’de olacak. Çünkü Suriye’de PKK’nın uzantısı YPG terör örgütünün gücü PKK’nın en az 10 katına ulaşmış durumda. ABD, YPG’yi ağır silahlarla donattı ve helikopter verdi. Devlet olma sürecinde eğitim, danışmanlık ve ekonomik destek sağlamayı sürdürüyor. ABD, Suriye’de YPG terör örgütüne işgal ettirdiği (Suriye toprağının yüzde 25’i) bölgeyle Kuzey Irak’ı birleştirme adımları atıyor. Ardından, İran ve Türkiye’den sözde “Kürdistan” haritasında yer alan bölgeyi kopararak, dört parçalı yüzyılın projesini tamamlamayı hedefliyorlar. Türkiye, şuan ki durumu itibariyle dünyanın en fazla sığınmacı/yasa dışı göçmen varlığına sahip. Gelgelelim sınır kentlerde demografik yapının değişim tehlikesiyle yüz yüze kalınması; Suriye’de PKK/YPG örgütünün ABD tarafından devletçik konumuna getirilmesi; Hatay’la 130 km sınırı bulunan Suriye İdlib kentinde El Kaide/IŞİD türevi terör örgütlerinin yuvalanması ABD’nin projesinin gerçekleşmesini hızlandırmaktadır. O yüzden Ülkü Hanım, söz konusu ifadelerim tamamıyla gerçekleştirilmesi hedeflenen bir projenin haritadaki görüntüsüdür.
- Sayın Hocam, söz ettiğiniz bu haritayı biraz açar mısınız? Bu harita nedir ve harita için kimler masaya oturmuştur?
Ülkü Hanım bu harita tarihsel süreçte isim değiştirmiş ancak neredeyse hep benzer sınırlara sahip bir harita oldu. Söz konusu harita; 1919’da İngiliz Binbaşı Noel’in haritası oldu, 1920 SEVR Antlaşması haritası oldu, 2003’te ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi haritası oldu, 2006’da ABD’li albayın ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’ndeki haritası oldu. Yakın zamanda PKK terör örgütünün sözde haritası oldu ve sonra 2017’de Kuzey Irak Bağımsızlık Referandumu haritası oldu. 2021’de ise Papa’nın Erbil’i ziyareti anısına bastırılan PAPA PULU haritası oldu. Bu haritalar birbiriyle çok uyumlu ve neredeyse birbirinin aynıdır. 1919’dan bugüne kadar geldiğimizde sınırları belli ve sabit haritalardır. Ve maalesef bu haritalarda; Hatay, Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan, Erzurum, Kars ve güneyi “Büyük Kürdistan” olarak yer alır. Neticeye gelirsek Suriye’de YPG/PKK terör örgütünün ABD/AB tarafından kararlılıkla desteklemesi; sığınmacıların/yasa dışı göçmenlerin Türkiye’de kalması için AB’nin bitmeyen ısrarı da dikkate alındığında “Yüzyılın Projesini” yani bu haritayı hedefledikleri kolaylıkla anlaşılabilir. Hatay sınırında yer alan Suriye’nin İdlib kenti El Kaide/IŞİD türevi gibi terör örgütlerinin yuvalandığı bir coğrafya olması bu yüzdendir. Dolayısıyla Suriye’yle işbirliği yapılarak bu tehdit ortadan kaldırılmalıdır. Türkiye, radikal terör örgütlerinin de hedefi olma tehlikesiyle yüz yüze kalmıştır.
- Sayın Paşam; samimi bir Atatürkçü olduğunuzu biliyoruz. 2021 yılında “Tarihin Kıskandığı Lider” adı ile kıymetli bir eseriniz yayına girdi. Bu eserinizde Mustafa Kemal Atatürk’ün Hatay ile ilgili yakınlığına ve Paşa’nın Hatay ziyaretine değiniyorsunuz. Mustafa Kemal Paşa’mızın o son günlerinde geçirdiği ağır rahatsızlığına rağmen neden Hatay’ı ziyaret ettiğini ve hastalığını nasıl tetiklediğini bir de sizden dinlemek isteriz.
Ülkü Hanım, bizim yani Atatürk İlke ve İnkılaplarından ödün vermeden yürüyenlerin en hüzünlü senesi Atatürk’ün hastalığının ilerlediği senedir. 1938 veda senesi. Atatürk’ün artık rahatsızlığı ağırlaşmış kötüye gitmeye başlamıştır. Vaziyet böyle olunca Başbakan Celal Bayar, Mustafa Kemal Paşa’yı makamında ziyaret eder ve O’na yurt dışından doktorlar getirilmesini teklif eder. Ancak Paşa bu teklifi reddeder. Tarih 28 Şubat 1938’dir. Celal Bayar’a şöyle yanıt verir: “Çocuk ortada Hatay meselesi var. Hastalığım eğer dışarıda duyulursa Hatay ile ilgili olumsuz gelişmelere sebep olur. O yüzden doktorlarımız beni burada tedavi etsin.” Çünkü Mustafa Kemal Paşa için Hatay sahiden şahsi bir davaydı. Paşa’nın en büyük arzusu son günlerine ve ilerleyen hastalığına rağmen Hatay’ın kurtuluşunu görmekti. Sonrasında Ülkü Hanım; 20-24 Mayıs 1938 tarihlerinde hastalığının ilerlemesine rağmen Hatay için mücadele etmeyi bırakmaz. Resmi Geçit törenlerine katılır. Mersin ve Adana’da 40 dakika boyunca Türk Askerinin geçit törenini ayakta kabul eder. Çünkü Fransa’ya gözdağı vermek maksadındadır. Fransa gereken mesajı alır. Ancak bu yorgunluk O’nun hastalığını ağırlaştırır, ateşi yükselir ve burnundan kan gelir. Paşa hastalığının bu vaziyetine rağmen Hatay’ın Türk topraklarına katılması için hasta yatağından kalkar. Son günlerine kadar Hatay’ın kurtuluş mücadelesine önderlik eder.
Nihayet Atatürk’ün arzusu gerçek olmuş 5 Temmuz 1938 Salı günü Albay Şükrü Kanatlı’nın Komutasındaki Türk Tugayı Hatay’dadır… Antakya girişinde bekleyen 80‐100 bin civarında bir kalabalıktan “Yaşasın Türk askeri… Yaşasın Atatürk…” nidaları yükselir. Bu sırada da tören alanında Fransız taburu selam vaziyeti almıştır. O sırada Dolma Bahçe Sarayı’nda hasta odasında tedavisi süren Mustafa Kemal Paşa Hatay’a kayıtsız kalamaz. Bir çocuk coşkusu ile Türk Askerinin Hatay’a giriş zaferini kutlamak için hasta yatağından kalkar. Bu sevinci milletiyle paylaşmak isteyen Atatürk, küçük bir motorla boğazda gezintiye çıkar. Hataylılara şu mesaj ile seslenir: “Sizin için artan mutluluk ve refah dilerim.” Bu coşku ve gezinti onda yüksek sevinç yaratır ancak yorgunluğu hastalığını tetikler. 46 kiloya kadar düşen Mustafa Kemal Paşa tekrar hasta yatağında tedaviye alınır. Anlıyoruz ki Ülkü Hanım; Hatay demek Mustafa Kemal Paşa demek. Hatay demek Atatürk’ün Şahsi Davası-Sevdası demek…
Günlerden 24 Ağustos 1938. Hatay’da seçimler yapılır. 40 kişilik Meclis 2 Eylül 1938 günü açılır. Tayfur Sökmen, Hatay Devlet Başkanlığı’na seçilir. Devletin adı “Hatay Devleti” olur. Başkent Antakya’dır. Hatay Devleti’nin Bayrağı’nı da bizzat Atatürk kendisi çizer. Mustafa Kemal Paşa milletine verdiği sözü tutar ve Hatay tek kurşun atılmadan işgalden kurtarılmıştır. Atatürk Hatay Şehididir. Ve Hataylılar bu kurtuluşu Atatürk’e borçludur.