Asi Nehri’nin eski Roma Köprüsü noktasında durup da nehrin akan yönüne dalanlar için fısıldanan hikaye çok değişmez. Yorgun kentin doğusu ile batısı arasındaki savaşta kaybedilenlerin hikayesindeki anılar da…
Düne dair konuştuğumuz yaşlı bir Antakya’lı anlattı geçenlerde. Eskilerin fotoğraflarında adımlarken, anılarını tazeledi. Yanağından akan o tek damla yaşın içinde akıp giden tüm o anılara ilişkin paylaşılan kelimeler mi?
“Kim ki ‘eskiler’ demeye başlamış, bilin ki mutsuzdur. Kayıplarının çokluğundadır. Anılarından başka bir şeyi kalmamıştır. Zaten onlar da yoksa, ölüsünüz. Yalnızlığınızı onlar bitiriyor bir zaman sonra. Hele ki bizim yaşlarda…
Bazen yürüyorum… Çok uzaklara gitmiyorum. Aslında gidemiyorum. Zaten bacaklarım eskisi gibi izin vermiyor gitmeme! En fazla köprüye kadar. Niye oraya kadar, biliyor musunuz? Ötesine geçmek istemiyorum. Siz bilmezsiniz, eski köprüyü hatırlamazsınız. Çocukluğumuzun koşuşturmacası içinde az mı geçtik üzerinden! Ne de severdik orayı… Kenarında oturup rüzgarın esişinde rüzgar güllerimizi çevirirdik. O zaman bu halde miydik? Taş evler vardı, sıra sıra… İnsanlar birbirine selam verircesine gülümserdi. Samimiyet vardı. Şimdi sizin siyah-beyaz diye gördüğü bu fotoğraflar var ya, işte bu fotoğrafların hayatı bugünden daha güzeldi, çok daha renkliydi. O zaman kimse ne yıkmaktan ne de yok etmekten bahsederdi. Bugün öyle mi?
Eski bir evim var. Benden sonra çocuklarıma kalacak bir evim… Sadece bizim ev mi? O kadar çok ev vardı ki! Kalmadı ama… Yıkıldı… Çöktü… Sahipsiz bırakıldı…
Bazen, eldekini yok etmek için bugünün insanlarının niye bu kadar istekli olduğunu soruyorum kendi kendime. Cevap mı? Yok! Bulamıyorum… Ama bu istekli halleri öyle açık açık da değil! Gizlice! Öyle bir kaderine teslim halde ki bu şehir, adeta yok olurken izleniyor dışarıdan… Her çöken ev ardından adeta ‘kurtulduk’ deniyor! Bana bunu hissettiriyorlar ya, Allah da affetmesin onları. Ama madem bu kadar istekliler yok etmeye… Neyi bekliyorlar? Girsinler iş makineleriyle, yıksınlar önlerine geleni. Beklemesinler!
Dedim ya, ‘eski taş köprünün olduğu yerin ötesine geçmek istemiyorum’ diye… Ne var ki ötesinde? Niye geçeyim ki? Bir kere kaldırımlarında yürünmüyor. Çıksan, inemiyorsun! İnsen, çıkamıyorsun! Her yeri eşmişler… Çukurdan geçilmiyor yollar. Her yer beton evlerin üst üste halleri! Ne ağaç var, ne de tek bir çiçek… Siz oraya şehir mi diyorsunuz? Demeyin! Şehir değil çünkü… Başka bir şey, ama şehir değil! Köy de demeyin! Köy bile daha düzenlidir.”
-DEMİRDEN EVLER!-
Belediyelerin, eski Antakya içindeki bazı tarihi evleri demir iskeleler içine hapsetmesine dair konuşurken söyledikleri mi?
“Var bir iki ev böyle… Bir tanesi yıllar içinde böyleydi mesela. Sevindik tabi. ‘Kurtaracaklar, o yüzden bunu yapıp gittiler’ dedik. Yaptılar yapmasına da, bir daha gelmediler. O ev mi? Şimdi yok… Yerinde harabe bir parça kalmış sadece. Diğerleri de böyle olacak, belli… Siz buna ne diyorsunuz? Koruma mı? Ben ne diyorum, biliyor musunuz? Ölüm! Belediyeler, bu demir kafeslerin içine, o evleri, ölümle baş başa bırakıyor, ardından arkasına bile bakmadan çekip gidiyor. Ta ki o ev yıkılana kadar! Sonra da gelip o demirleri topluyor. ‘İşimi yaptım’ diyor mudur acaba?
Bazen torunlarıma hikayeler anlatıyorum. ‘Bir varmış bir yokmuş’ diye… Bana öyle geliyor ki, Antakya da bir zaman gelecek ve o ‘Bir varmış bir yokmuş’ diye başlayan hikayelerden birine konu olacak… ‘Bir zamanlar…’ diye başlayacağız belki!
Benim kalbim acıyor bu halimize. ‘Niye’ diye soruyorum. Ama cevabını bilmiyorum. Siz biliyor musunuz? Sorun onlara… Sorun, ‘niye’ diye… Kalpleri mi yok? Olsa acımaz mı bu hale? Benim kadar üzülmez mi?”
-CEVAP VAR MI?-
Kadim kentin Antakya’sının batısını betona ‘teslim’ eden bizlerin doğu yakasında yarattığı bu umutsuzluk için ‘ayağa kalkıp’ bir şeyler söylemek isteyen olur mu? Çünkü ‘varsa sözü olan’, şimdi tam sırası! -Tamer Yazar-